Emin, emniyet ve emanet kelimeleri Arapçada e-m-n kökünden gelir. Emin olmak, güvenilen, kendisine emniyet edilen demektir. Ýman ve mümin kelimelerinin kaynaðý da ayný kelimedir. Dolayýsýyla bu kelimeden Ýslam dininin pek çok kavramýnýn türetildiðini görmemiz mümkündür. Bu terimin karþýtlarý ise, hain, anarþi, kâfir gibi dinde menfi anlama gelen kavramlardýr. Bu nedenledir ki, Ýslam dini, inananlarýndan bu kelimenin olumlu manalarýný üstlerinde taþýmalarýný, zýt anlamlarýndan da þiddetle kaçýnmalarýný ister.
Eminlik sýfatý, ancak kiþinin kendi niyeti, gayreti ve faaliyeti neticesinde kazanýlabilir. Yani bu sýfat, doðuþtan elde edilen, anne babadan tevarüs yoluyla kazanýlan bir özellik deðildir. Ayrýca makam ve mevki ve zenginlik sayesinde de güvenilir olma hususiyeti elde edilemez. Hatta makam ve mevki, kendisine daha çok þey emanet edildiði için, bazen kiþinin emniyetsizliðini, güvenilir olmayýþýný daha da açýk bir þekilde ortaya çýkarýr.
Güvenilir olmak, ancak kiþinin kendi gayreti neticesinde kazanýlabildiði için, bir kiþiden niye güçlü kuvvetli biri olmadýðý, niye çok hýzlý koþamadýðý, niye güzel bir fiziðe veya sese sahip olmadýðý sorulamazken, buna karþýlýk kiþi, niçin güvenilir olmadýðý hususunda hesaba çekilebilir. Çünkü ilk önce zikredilenler, Allah’ýn kula verdiði veya vermediði þeyler olduðu için, bunlarda kulun herhangi bir mesuliyeti yoktur. Ancak güvenilir olmama hususunda ferdin baþkasýný suçlama hakký yoktur, bu hâlin sorumluluðu doðrudan þahsýn kendisi üzerinedir. Nitekim evrensel hukuk da ancak kiþinin yaptýklarýna göre hüküm ihdas etmesi sebebiyle, kiþiyi hainlikten, verdiði sözden dönme, vadini yerine getirememe gibi davranýþlarýndan dolayý sorumlu tutmaktadýr.
Emanet ehli olmak önce insan, sonra da Müslüman olmanýn zeminini ve temelini oluþturur. Baþka bir ifadeyle, ancak emin olarak görülen ve emanet sahibi olanlar iyi insan ve nihayette iyi Müslüman kabul edilebilirler.
Müslümanlar için her anlamda örnek bir hayat yaþayan Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.s.) Ýslam öncesi dönemde en bilinen ve öne çýkan özelliði “emin” olmaktýr. Bu sebepledir ki, Mekkeliler ona risaletinden çok önce Muhammedü’l-Emin adýný vermiþlerdi. Peygamberliðinden sonra da müþrikler onu emin olarak tanýmlamaya devam etmiþler, kendisine þair, mecnun, sihirbaz, kâhin gibi sýfatlar yakýþtýrmaya çalýþmýþlarsa da (Sâd, 38/4; Kamer, 54/2; Duhân, 44/14; Tûr, 52/29; Kalem, 68/2; Mü’minûn, 23/68-70; Sebe’, 34/78; Kalem, 68/51-52; Enbiyâ, 21/5; Hâkka, 69/41-43.), hiçbir zaman onu ya lancýlýkla ve güvenilmez olmakla itham etmemiþlerdir. Dolayýsýyla onun peygamberlik öncesinde müþrikler tarafýndan da kabul edilen en bariz hususiyeti doðru ve güvenilir (emin) olmasýdýr. Hz. Muhammed’in (s.a.s.) tebliðine niçin karþý çýktýklarýný açýklayan Ebu Cehil’in sözlerinde bu hususa iþaret vardýr:
“Biz ona Emin demiþ iken, Allah’a nasýl iftira edilebilir. Çünkü o asla yalan söylemedi. Ancak, hacýlarý sulama (sikâye), doyurma (rifade), danýþma (nedve), Abdümenafoðullarý’nda olur, ayrýca peygamberlik de onlarda olursa, bize ne kalacak?” (Süheylî, Ravdu’l-Unuf, (thk. Abdurrahman Vekil), I-VIII, Kahire 1967, V, 240.)
Mekke’deki teblið süreci boyunca Hz. Peygamber’e (s.a.s.) ve ona tabi olan Müslümanlara düþmanlýk yapan, hatta hicret öncesinde onu öldürme giriþiminde bulunan Mekke müþrikleri, ticaret amacýyla þehir dýþýna çýktýklarý zaman ellerindeki nakit para ve kýymetli mallarý birbirlerine emanet etmek yerine, þehrin en güvenilir kabul ettikleri insanýna, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) teslim etmiþlerdir. Bu yüzdendir ki, Allah Rasulü (s.a.s.), Mekke’den Medine’ye hicretinde önce kendisinde bulunan emanetleri sahiplerine alýndýðý þekliyle geri vermesi için Hz. Ali’yi görevlendirmiþ.
O dönemde Mekke’deki Müslümanlarýn tamamý Medine’ye hicret etmiþ olduklarý için, bu mallarýn hepsi Mekkeli müþriklere aittir. (Ýbn Hiþâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, (thk. Mustafa es-Sakkâ-Ýbrahim el-EbyârîAbdülhâfýz Þelebî), I-IV, Beyrut ts., II, 124126; Ýbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, I-VIII, Beyrut ts. (Dâru Sâdýr), I, 228.)
Her insanda zaruri olarak bulmasý gereken bir özellik olan emanet, ayný zamanda peygamberlerin sýfatlardan birisidir. Yani insanýn olduðu gibi, peygamberliðin alt yapýsýný da emin olma teþkil eder. Nitekim onlarda bulunmasý þart olan sýfatlardan ikisi sýdk ve emanettir ki, bu iki sýfat birbiriyle çok yakýn iliþkilidir. Buna göre peygamberler, sözde ve fiilde güvenilir kabul edilen ve kendilerine teblið görevi, yani dini yayma emaneti verilen doðru insanlar olarak tanýmlanabilir. Peygamberimiz Ýslamiyet’i teblið etmeye baþladýðý günlerden birinde Safa Tepesi’ne çýkarak
“Ey Kureyþliler! Size þu daðýn ardýnda düþman atlýlarý var, üzerinize baskýn düzenleyecekler dersem buna inanýr mýsýnýz?” diye sorduðunda:
“Elbette inanýrýz, çünkü þimdiye kadar senin yalan söylediðini hiç duymadýk.” dediler. (Buhari, Tefsiru Kur’ân, Suretü Tebbet, 1-3; Müslim, Ýman, 355.) Baþka bir rivayete göre ise aralarýnda Ebu Süfyan’ýn da bulunduðu bir ticaret kafilesi Þam’a gitmiþti. Burada Bizans kralý Ebu Süfyan’ýn da içinde bulunduðu Kureyþli tüccarlarý huzuruna çaðýrýp onlara Hz. Peygamber hakkýnda sorular sordu: Sorulardan biri de onun daha önce yalan söylediðini iþittiniz mi þeklindedir. Ebu Süfyan’da ondan hiçbir zaman yalan bir söz duymadýklarýný itiraf etmiþtir. (Buhari, Bed’u’l-Vahy, 1.)
Kur’an’da Allah, “Ey iman edenler, Allah’tan korkun ve doðrularla beraber olun.” emriyle kullarýndan doðru insanlarla birlikte olmalarýný, onlarý desteklemelerini istemekte (Tevbe, 9/119.), “Rabbimiz Allah’týr deyip doðruluða yönelenlere hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardýr.” (Ahkaf, 46/13.) buyurarak da doðrularýn yardýmcýsýnýn Allah olduðunu açýkça beyan etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) hadisi þeriflerinde doðruluðu ve doðru olanlarý övmekte, bunun tersi olarak da yalaný ve yalancýlýðý þu sözleriyle yermektedir:
“Doðruluk iyiliðe götürür, iyilik cennete götürür. Kiþi doðrulukta devam eder durursa nihayet Allah nazarýnda doðru olarak yazýlýr. Yalan kötülüðe iletir, kötülükse ateþe götürür. Kiþi yalan söylemeye devam ederse nihayet Allah katýnda yalancý olarak yazýlýr”. (Buhari, Edeb, 69; Müslim, Birr, 103.)
Doðru ve Emin sýfatýyla tanýnan Hz. Peygamber (s.a.s.) ümmetinden de emin olmalarýný ve emanet sýfatýný taþýmalarýný istemiþtir. Emanet kelimesi aslýndan çok geniþ anlamlara sahiptir. Ýnsanýn en önemli görevi olan Allah’a kulluk vazifesinden, vücut ve ruh saðlýðý, maddi-manevi sahip olunan varlýk ve imkânlar, verilen görev, sorumluluk ve yetkilerden, korunmasý için býrakýlan en küçük eþyaya varýncaya kadar her þey emanet dairesi içinde deðerlendirilebilir.
Emaneti yüklenmek bir sorumluluk iken, bu emaneti yerinde kullanmak, gereðini yerine getirmek ise daha büyük bir sorumluluk gerektirir. Buna göre herkes, kendi canýndan baþlamak üzere himayesi altýnda olanlardan, kendisine bahþedilen her türlü mal ve servetten hesap vermek durumundadýr. Bu hususu Allah Rasulü (s.a.s.) þu hadisleriyle veciz bir þekilde dile getirir:
“Hepiniz çobansýnýz ve hepiniz çobanlýðýnýzdan sorumlusunuz. Devlet reisi halkýyla ilgilenmekten sorumludur. Kiþi ailesinin koruyucusu ve eli altýnda olanlardan sorumludur. Kadýn, eþinin evinin koruyucusu ve eli altýnda bulunanlardan sorumludur. Hizmetçi, efendisinin malýnýn koruyucusu ve eli altýnda bulunanlardan sorumludur.” (Buhari, Cumua, 11.)
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) saydýðý bu sorumluluk zincirini uzatmak ve çoðaltmak mümkündür. Bu sýralamaya göre vazife ve yetki büyüdükçe, görevi yerine getirenin sorumluluðu da tabiî bir þekilde artmaktadýr.
Gerek Allah’ýn kitabýnda gerekse Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sözlerinde emanetin üzerinde durulurken, bunun tersi davranýþlar da kýnanmakta ve bunlarýn ihmal edilmesi durumunda ceza vesilesi olacaklarý hatýrlatýlmaktadýr. Nitekim Allah bu konuda müminleri þu ayetle uyarýr:
“Ey Ýman edenler, Allah’a ve peygambere hainlik etmeyin. Siz kendiniz bilip dururken, kendi emanetlerinize hainlik eder misiniz?” (Enfal, 8/27.) Allah Rasulü (s.a.s.) de emanete hýyaneti münafýklýk alameti olarak kabul etmiþtir:
“Münafýðýn alameti üçtür: Konuþtuðunda yalan söyler, söz verdiðinde vadinden döner, kendisine bir þey emanet edildiðinde ihanet eder.” (Buhari, Ýman, 24.)
Görevin ehline verilmesi, emanete riayet prensibinin en temel esaslarýndan biridir. Çünkü emanete riayet edilmesini beklemeden önce, o emanete riayet edebilecek, emanet sorumluluðu yüklenebilecek kiþilerin tespit edilmesi gerekir. Bu hususun önemini Kur’an-ý Kerim þu þekilde ortaya koyar: “Allah, size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasýnda hükmettiðiniz vakit adaletle hükmetmeni emrediyor. Allah size ne güzel öðüt veriyor. Þüphesiz Allah her þeyi bilen ve görendir.” (Nisa, 4/58.) Yine Kur’an’da Mü’minun suresinde gerçek müminlerin özellikleri sýralanýrken, bunlar arasýnda emanete riayet ve ahitleri yerine getirme de zikredilmektedir. (Mü’minun, 23/8.)
Emanetlerin ehline verilmemesi, yani emanetin zayi edilmesi, cemiyette fesada ve anarþiye sebep olur. Herkes hak etmediðini almaya, üstesinden gelemeyeceði iþleri yapmaya kalkar, bu ortamda ayaklar baþ, baþlar ayak olur ki, böyle bir durum bütün cemiyetler için yýkýmdan baþka bir netice getirmez. Bu hâl yaygýnlaþtýðýnda ise dünyanýn düzeni bozulmuþ demektir. Allah Rasulü (s.a.s.) böyle bir durumu kýyamet alameti olarak nitelendirir:
“Ýþler ehil olmayan kimselere verildiði zaman kýyameti bekleyin.” (Buhari, Ýlim, 2; Rikak, 35.)
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) idare anlayýþýnda emaneti ehline verme prensibine son derece riayet edildiði görülür. Nitekim O, kendisini vali tayin etmesini isteyen Ebu Zerr’e þu þekilde nasihat etmiþtir:
“Ey Eba Zerr! Sen zayýfsýn, bu valilik bir emanettir, gerçekten kýyamet gününde o periþanlýktýr. Yalnýz onu hakkýyla alan, o hususta üzerine düþeni yapan müstesna.” (Müslim, Ýmamet, 17; Ebu Davud, Vesaya, 4; Nesai, Vesaya, 4.)
Bu anlayýþ çerçevesinde hareket ettiði için Hz. Peygamber (s.a.s.), ilk Müslümanlar arasýnda yer alan ve sahabe arasýnda mümtaz bir yere sahip bulunan Ebu Zerr’e (r.a.) valilik görevi vermezken, çok geç dönemde Ýslam’a giren ancak askerî ve siyasi alanda üstün kabiliyet ve birikime sahip olan ehil kiþileri çok önemli vazifelere tayin etmiþtir. Mesela Bedir savaþýna sebep olan, Uhut ve Hendek savaþlarýnda müþrik ordusuna komutanlýk yapan Mekke reisi Ebu Süfyan, idareciliðindeki tecrübesi sebebiyle Mekke fethinden sonra Rasul-i Ekrem (s.a.s.) tarafýndan Taif’e elçi, ayrýca zekât amili olarak görevlendirilmiþ (Belâzurî, Ensâbü’l-Eþrâf, I (thk. Muhammed Hamidullah), Jarusalem 1963, I, 229-230.), kaynaklarýn bir kýsmýnýn bildirdiðine göre ise Necran’a vali tayin edilmiþtir. (Ýbn Habîb, Kitabu’lMuhabber, (thk. Eliza Lichtenstater), Beyrut ts. (Daru’l-Afaki’l-Cedide), s. 126; Ýbn Hacer, el-Ýsâbe, I-IV, Mýsýr 1328, II, 189.)
Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, gerek ferdi gerekse toplumsal sorumluluklarýn bilincinde olarak önce emin ve güvenilir bir insan olmak, ardýndan da þahsýmýza emanet býrakýlan her þey üzerinde titizlik göstermek, bu hususta görevimizi ihmalden kaçýnmak, Müslüman olmamýzýn bir gereði, hem kendimiz, hem de cemiyetimizin menfaatine olacaktýr. Aksi halde toplum olarak emniyet ve huzur içinde yaþayabilmemiz mümkün olmayacaktýr. Unutmamak gerekir ki, emin peygamberin ümmetine yakýþan da emin insan olmaktýr.
Prof. Dr. Âdem APAK / Diyanet Aylýk Dergi
|