Borç hem karþýlýklý rýza beyanýna dayalý bir akid, hem de muâmelât fýkhýnda en güçlü ahidlerdendir. Bu gerçeði unutmayýnýz. Her mü’min borcuna sadakat göstermeli ve onu vakti gelince en uygun þekilde ödemelidir. Borçlanýrken içten gelerek ödeme niyeti taþýmalýdýr. Bu Allah’ýn bir hükmü, Rasûlü’nün sîretidir.
Allah Rasûlü (s.a.s.) Vedâ Hutbesi’nde mü’minlere ve ashabýnýn þahsýnda bütün insanlýða sesleniyordu:
“Ashâbým!
Kimin yanýnda bir emânet, ödünç aldýðý mal varsa onu sâhibine versin! Borç mutlaka ödenmelidir. Kefâlet üstlenen kiþi üstlendiði kefaletten sorumludur.”
Borç sorumluluðu, alacaklýya karþý vefa, borca sadakat ticâretin temel esaslarýndandýr.
Her insan dünyaya zimmet sahibi olarak gelir. Ticarî alanda ihtisasý olmayan, yeterli hukukî bilgisi olmayan için izahý zor bir kelime olan “zimmet”, hayat boyu insan ile birliktedir. Kýsaca “sorumluluk üstlenebilme”, “yükümlü olabilme”, “lehinde veya aleyhinde hak sübutuna ehil olabilme” kabiliyeti olarak izah edebileceðimiz bu kabiliyet, insan için son derece önemlidir. Çünkü biz buna dayanarak mal varlýðýmýzdan daha çok borçlanabiliyor, mes’ûliyetler üstlenebiliyoruz. Karþýmýzdaki insanlar tarafýndan bize güven duyulabiliyor, cemiyet içindeki yerimizi alabiliyor ve hareket alanýmýzý geniþletebiliyoruz.
O zaman bu vasfa sahip olma gereðini yerine getirmek, borçlarýmýza vefa ve sadakat göstermek zorundayýz. Aksi hem þahsiyetimizi yaralar, hem de ticarî hayatýmýza tamiri zor hasarlar verir. Nitekim günümüzde bu hasarlarýn ne kadar arttýðýna, maddî- manevî kayýplarýn ciddî derecelerde yaþandýðýna þahit oluyoruz.
Bu noktada bir bilgi paylaþmanýn lüzumuna inanýyoruz:
Dilimizde borç kelimesi birkaç manada birden kullanýlýyor. Garp dillerinde de böyle olduðu için, onu takip ve taklit eden hukuk sistemlerinde de böyle olduðunu görüyoruz.
Bu yüzden bütün çeþitleri ile satýn alma, satma, kiralama, bedel karþýlýðý insan çalýþtýrma, rehin, kefâlet ve ödünç alma gibi ticâretle baðlantýlý bütün hükümler “Borçlar Hukuku” çerçevesinde incelenir ve deðerlendirilir olmuþtur.
Ýslâm Hukuku ise benzer yönleri olsa da her bir alaný kendi içinde deðerlendirmeyi ve farklýlýklarýný dile getirmeyi tercih etmiþtir.
Ýslâm hukukçularý her bir alanla ilgili bilgiyi kendi baþlýðý altýnda vermenin daha doðru olduðu kanaati ile hareket etmiþlerdir. Çünkü her bir borçlanma diðerinin ayný deðildir, Ýslâm Hukuk dilinde her birinin ayrý adý vardýr.
Bakýnýz Roma Hukukuna dayalý Garp Hukuku kaynaklý sistemde “borç” ve “borçlanma” olarak adlandýrýlan kelime yerine Ýslâm hukukunda kaç kelime vardýr ve bunlar neler ifade eder?
“Borç” kelimesinin ihtiva ettiði manalar:
1 – Ýltizam, vecîbe manasý: Üstlenme, yerine getirme sorumluluðu demektir. Üstlenilen nakid olabileceði gibi iþ veya mal da olabilir.
2 – Taahhüd ve edâ manasý: Taraflardan birinin diðerine karþý yerine getirmek üzere anlaþtýðý ve hukuken yerine getirmeye mecbur olduðu þey demektir.
3 – Deyn manasý: Satýn alýnan bir malýn bedelini ödeme yükümlülüðünü ifade eder.
4 – Karz manasý: Ödünç alýnan paranýn yükümlülüðünü ifade eder.
Borç denilince halk arasýnda daha çok bu son iki mananýn her ikisi birden anlaþýlmaktadýr. Her ne kadar böyle olsa da Ýslâm hukukunda deyn ile karz arasýnda ciddî farklar vardýr. Borç esasen ödünç alýnan paranýn deðil, satýn alýnan bir malýn bedelini ödeme yükümlülüðünün, yani “deyn”kelimesinin karþýlýðýdýr. Bu iki ýstýlahýn ayný kelime ile adlandýrýlmasý dil ve hukuk açýsýndan bir eksikliktir.
Meselâ alýnan mal karþýlýðý üstlenilen borç, alacaklý talep etse de tespit edilen ödeme tarihinden önce ödenmek zorunda deðildir. Çünkü fiyat buna göre tespit edilmiþ, anlaþmalar bu tarih göz önünde tutularak yapýlmýþtýr. Vade de anlaþmanýn bir parçasýdýr. Hepsi birden ticâret çerçevesi içinde deðerlendirilir.
Karz ise bir insanýn diðer kardeþine elindeki parasýnýn kullanma hakkýný belli bir süre için devretmesidir. Onun ortaya çýkan nakit ihtiyacýný karþýlama, bir darlýðýný gidermedir. Bu da, ticâretten öte dostluk ve kardeþliðin gereði bir iyilik, bir ihsandýr. Bunun için de “karz-ý hasen” olarak adlandýrýlmýþ ve teþvik edilmiþtir.
Kâinatýn Efendisi’nin (s.a.s.) þu müjdesi bunun bir misalidir:
“Kim, maddi zorluk içinde olan bir mü’minin elinden tutar maddi zorluðunu giderir, iþini kolaylaþtýrýrsa, Allah da onun dünya ve âhirette iþini kolaylaþtýrýr.”[1]
Bir iyilik, bir ihsan olma sebebiyle karz, zaman açýsýndan baðlayýcý deðildir. Karz-ý hasende bulunan insanýn ödünç verdiði parayý üzerinde konuþulan vakitten önce istemesi, borçlu olan insaný dara, sýkýntýya sokabilir, zorlayabilir. Ýyilik yapan insan iyiliði ve hayrý kemale erdirmeyi de düþünmelidir. Ancak kendisi dara düþmüþse, ihtiyaç duymayacaðýný zannederken bir ihtiyacý ortaya çýkmýþsa kendisine herhangi bir borcu olmayan insanýn kapýsýný çalýp ondan ödünç para isteyeceðine, parasýný ödünç verdiði insanýn kapýsýný çalmasý daha uygundur ve o kimse bu hakka sahiptir.
Ödünç para alan insanlarýn önceden bu hukuku bilmeleri, birbirlerini gözetmeleri, günü gelince yine yardýmlaþmalarý, paranýn bir anda teminin çok kolay olmadýðýnýn farkýna vararak hareket etmeleri, iyiliði gönül kýrgýnlýðýna çevirmemeleri gerekir.
Ne yazýk ki bunun aksine sýk sýk þahid olduðumuz, kardeþlerimizin birbirlerini rencide ettiðini gördüðümüz için böyle bir ikaza ihtiyaç duyduk.
Tekrar vurgulayalým: Deyn zaman açýsýndan baðlayýcýdýr, borçlunun günü gelmeden vermeme hakký vardýr, karz baðlayýcý deðildir, alacaklý ihtiyaç duyduðu an uygun bir üslupla ve uygun bir þekilde parasýný isteme hakkýna sahiptir.
Þer’-i Þerifin bu hükmü bilinmelidir ki, dostlar birbirini kýrmasýn, incitmesin.
Acý hakikat bize iþlerin tersine döndüðünü gösteriyor. Vakti geldiði halde deyn ödenmiyor, ödeme için ayak sürünüyor, geçen günlere yeni günler, yeni aylar eklemek ve bunun için bahaneler bulmak marifet sayýlýyor, bu durum ticâretin vazgeçilmezleri veya kabullenilmiþleri olarak ticâretin içindeki yerini alýyor.
Karz-ý hasende bulunan insan da, býrakýn ihtiyacý olunca vaktinden önce alma hakkýný kullanmayý, “bir gün gelir belki ödenir” duygusu ile günleri aylarý sayýyor. Vaad edilen vakit gelmeden isteyen ise neredeyse hain ilan ediliyor.
Böyle olunca da kimse kimseye karz-ý hasende bulunmak, dolayýsýyla yardýmcý olmak istemiyor, bu durumu da; “iyi iken kötü olmayalým” diye izah ediyor.
Muhtaç ve sýkýntý içinde olan insanýn borcunu ödeyememesi, bu durumda ne yapmasý ve kendisine nasýl muamele edilmesi gerektiði ayrýca incelenmesi gereken bir husustur. Ancak ödeme imkâný varken borcu ödememek, karþýdaki insanýn içinde bulunduðu durumu, onun da borçlarý olabileceðini ve alacaklýlarýnýn yol gözlediðini düþünmeden vakit kazanmaya çalýþmak, iþi sürüncemede býrakmak doðru deðildir, yapan kiþiye vebal kazandýrýr; ticârete de zarar verir. Allah Rasûlü’nün (s.a.s.); “Mal varlýðý olan insanýn borcunu ödemeyip sündürmesi bir zulümdür,”[2] ikazýný unutmayýnýz.
Mü’minlerin Emiri Ömeru’l-Fâruk’tan (r.a.) bize ulaþan bir hatýra unutulmamasý, sohbet meclislerinde paylaþýlmasý, ibret için müzakere edilmesi gereken bir hatýradýr. Hatýra son günlerine aittir.
Ömer (r.a.) hançerle yaralanmýþtýr. Geri dönüþü olmayan bir yolculuða çýktýðýný anlayýnca kýzý Hafsa Vâlidemiz’i ve oðlu Abdullah’ý (r.a.) yanýna çaðýrtmýþtýr. Onlara; “-Bütün babalar çocuklarýna miras býrakýyor, ben ise sizlere býrakamýyorum. Üstelik borçlarým da var. Ben ölünce bu evimi satýn, parasýyla borçlarýmý ödeyin. Evin parasý borçlarý ödemeye yetmezse Adiyy Oðullarýndan yardým isteyin. Rabbimin huzuruna boynumda borç taþýyarak varmak istemiyorum!” demiþtir.
Adiyy Oðullarý Hz. Ömer’in sülalesidir. Evin parasýnýn borçlarýna yetmeyeceðini tahmin ettiði için onlardan yardým istenmesini istemiþtir.
Hz. Ömer’in vefatýndan sonra bu evi satýlmýþ, parasý borçlarýna verilmiþtir.[3]O günden sonra da evin adý “Dâru Kadâi’d-Deyn” (Borç Ödeme Evi) olarak kalmýþtýr. Hatta bazý rivayetlerde “Dâru Kadâi Deyni Ömer” (Ömer’in Borcunu Ödeme Evi) olarak zikredilir.
Daha sonra hem bu isim uzun geldiði, hem de insanlar tarafýndan evin borç karþýlýðý satýlýþý maruf hale geldiði için kýsaltýlarak “Dâru’l-Kadâ” olarak dillerde ve kaynaklarda zikredilmeye baþlamýþ, tarihe de böyle geçmiþtir.
Nitekim hem Sahih-i Buhârî, hem de Müslim’de yer alan ve Efendimiz’den hutbede iken yaðmur yaðmasý için duâ talep edildiðini dile getirilen hadiste adý böyle geçer. Hadisi sonraki günlerde, yeni nesillere rivayet eden Enes Ýbn Mâlik bu talepte bulunan kiþinin “Dâru’l-Kadâ” tarafýna düþen kapýdan mescide girdiðini anlatýr.[4]
“Dâru’l-Kadâ”, kýble istikametine dönünce mescidin sað tarafýnda yani mescidin batý istikametinde, bu gün “Bâbu’r-Rahme” olarak anýlan kapýnýn önlerindedir.[5]
Ömeru’l-Faruk’un son anlarýndan bize ulaþan bu haber, her mü’minin yüreðini titretmelidir. Onda birçok ibret levhasý vardýr. Biz, en lüzumlu olduklarýna inandýklarýmýzdan üçünü dile getirelim. Onlar diðerlerine ýþýk tutacaktýr:
1 – Hz. Ömer, on yýlý geçkin halifelik yapmýþtýr. Onun devri zaferlerin ve fetihlerin birbirini takip ettiði yýllardýr. Medîne’ye o günlere kadar hayal bile edilemeyen ganimetler yaðmýþ, peþ peþe hazineler gelmiþtir. Bu ganimetlerin taksimi günlerce sürmüþtür.
Borç içinde ölen bu aziz insan, bu hazinelerin çoðu elinden gelip geçen, yani onlarý mü’minlere daðýtan halifedir. Sadece bunun bile insana çok þey anlatmaya yeteceðini zannediyorum.
Dünyalýða iltifat etmemiþ, her ölen insan gibi dünya metaýný yanýnda götürmemiþ, geride unutulmayan bir ad, adý dile geldikçe duâ eden gönüller ve kendisine imrenen insanlar býrakmýþtýr.
2 - Borcun ihmale uðramamasý için tedbir, vakit kaybetmeden ödenmesi için vasiyet.
Böylece hayatta kalanlara güzel örneklik, hayata göz yumarken duyulmak istenen iç rahatlýðý, gönül huzuru.
3 - Borca sadakat. Borç sorumluluðu taþýyarak Rabbin huzuruna varmama, diðer bir ifadeyle de Rabbin huzuruna kul hakký taþýmadan varma þuuru.
Ýslâm’ýn emri budur. Bizim de bu çerçevede vurgulamak istediðimiz hakikat de budur…
Bir þeyi yaþayarak söylemek þüphesiz çok daha tesirlidir. Hz Ömer’in yaptýðý sözlerden çok daha tesirlidir.
Karz ise deynden daha güçlü bir borç çeþididir. Bu hakikati de unutmayalým…
Dipnot
(1)- Sahih-i Müslim, Zikir (4/ 2074).
(2)- Hadis, müttefekun aleyh bir hadistir. Bak: Sahih-i Buharî, Havale (10/ 105), Ýstikraz (10/ 246), Sahih-i Müslim, Müsâkât (3/ 1197 H. No: 1564).
(3)- Vefâü’l-Vefâ Bi Ahbâri Dâri’l-Mustafa, Semhûdî (2/ 221-223, Büyûtu’s-Sahabe Havle’l-Mescidi’n-Nebeviyyi’þ-Þerif (s. 136-137).
(4)- Bak: Sahih-i Buhârî, Ýstiskâ (6/ 24), Sahih-i Müslim (2/ 614 H. No: 897).
(5)- “Dâru’l-Kadâ” bu tarihten yüzyýlý geçkin bir süre daha ayakta kalmýþtýr. Hicrî 138 tarihinde Medine’ye vali olan Ziyad Ýbn Ubeydillah tarafýndan yýkýlarak arsasý Mescid-i Nebî’nin avlusuna katýlmýþtýr. (Vefâü’l-Vefâ 2/ 222, 223).
|