-Güç/çare olarak sebil
Sebîl; ayný zamanda çare, güç,imkândemektir.
Hac ibadetini emreden âyet “...ona yol (sebîl) bulanýn” ifadesiyle gelir.
“Þüphesiz, insanlar için kurulan ilk ibadet evi, elbette Mekke’de, âlemlere rahmet ve hidayet kaynaðý olarak kurulan Kâ’be’dir.
Orada (Kâ’be’de) apaçýk alâmetler ve deliller vardýr, orasý Ýbrahim’in makamýdýr. Oraya giren herkes emin olur. Oraya bir yol (sebîl) bulanýn Kâ’be’ye haccetmesi Allah'ýn insanlar üzerindeki hakkýdýr...”(Âl-i Ýmran 3/97)
“Ona yol (sebîl) bulanýn” sözü meallerde Türkçe’ye; “onun yoluna güç yetiren, ona/oraya bir yol bulan, oraya gitmeye gücü yeten, oraya ulaþmaya yol bulabilen, yolculuðuna gücü yeten” þeklinde aktarýlýyor.
Açýktýr ki burada yol ile kasdedilen þey; hac yapmaya bir imkân, bir çare bulabilmektir. Hacca zorluðuna raðmen gitmek, bütün þartlarýný yerine getirerek tamamlamaktýr.
Bu âyete göre hac, oraya gitme ve dönebilme þartlarýna, imkânlarýna sahip olan âkil-bâlið herkese farzdýr. “Yoluna gücü yetenler, hacca gitme imkanýna sahip olanlar” demektir. Bu imkân genel olarak saðlýðýn elveriþili olmasý, gidip gelecek kadar maddi imkana sahip olmak ve yol güvenliðinin olmasýdýr.
Peygamber (sav) bu imkanlara sahip olan müslümanlara ömründe bir defa hac etmenin dinî bir vecibe olduðunu bildirmiþtir. (Bkz. Müslim, Hac/412)
“Bir yere gitmeyi veya bir iþi yapmayý kasdetmek” anlamýna gelen hac kelimesi Ýslâmî bir kavram olarak; belirli bir zamanda-hac mevsiminde Arafat’ta bulunmak (vakfe) ve Kâbe’yi tavaf etmek suretiyle yerine getirilen bir ibadettir. (Komisyon, TDV Kur’an Yolu, 1/473-474)
Müþriklerin uydurduðu tanrýlar hakkýnda þöyle deniyor:
« Andolsun biz, onlar düþünüp öðüt alsýnlar diye (gerçekleri) bu Kur’an’da deðiþik biçimlerde açýkladýk. Fakat bu, onlarýn ancak kaçýþlarýný artýrýyor.
De ki: Eðer söyledikleri gibi Allah ile birlikte baþka ilâhlar da bulunsaydý, o takdirde bu ilâhlar, Arþ'ýn (mutlak egemenliðin) sahibi olan Allah'a ulaþmak için yol/sebîl (çare) arayacaklardý.
Allah, her türlü eksiklikten uzaktýr, onlarýn söylediklerinin ötesindedir, yücedir.»(Ýsrâ 17/41-43)
Yani, týpký dünyada bir padiþahýn diðerinin mülkünü ortadan kaldýrmalarý gibi onlar da Allah’ýn mülküne hükmetmeye kalkýþýrlardý. Ya da bir þekilde O’na yakýn olmaya çaba gösterirlerdi. (el-Hâzin, M. B. Ýbrahim. Tefsir, 3/131)
Âyetin son kýsmý müfessirler tarafýndan iki þekilde açýklýyorlar: “Eðer yerde ve göklerde birden fazla ilâh (tanrý) olsaydý þu iki sonuçtan biri ortaya çýkardý: Birincisi; eðer her biri birbirinden baðýmsýz ilâhlar olsalar, sýnýrsýz evrenin yönetiminde birbirleriyle anlaþamazlar ve evrenin iþleyiþinde düzen, ahenk ve denge olmazdý. Her an anlaþmazlýk çýkar ve her biri tek hâkim olmak için çalýþýrdý.
Ýkincisi;eðer onlardan bir tanesi en üstün ilâh olsa ve diðerleri onun bazý yetkiler verdiði kullarý olsaydý, onlar üstün ilâha daima itaat eden kullar olarak kalmazlar ve kendileri de en üstün olmaya çalýþýrlardý. (TDV Meali, s: 285. Yýldýrým, S.Kur’an Meali ilgili âyet açýklamasý)
Gerçek þudur ki, göklerde ve yerde olan her þey, yetiþmesi için ortak bir amaçla hareket etmeseler, bu evrende bir tek buðday tanesi veya bir tutam ot bile büyüyemez. Bu nedenle ancak câhil ve anlayýþsýz bir kimse, bu evrenin iþlerini yürüten birbirinden baðýmsýz veya yarý baðýmlý birden fazla tanrýnýn olduðunu söyleyebilir. Kainatýn tabiatýný ve iþleyiþini inceleyen herkes, burasýný yöneten tek bir hâkim olduðu ve bunda hiç bir kimsenin payý olmasýna imkaný olmadýðý görüþüne varýr.” (Mevdûdî, E. Tefhîmu’l-Kur’an, 3/111)
“Müþrikler sözde tanrýlarýn (putlarýnýn) kendilerini Allah'a yaklaþtýracaðýna inanýyorlardý. Ýkinci þýktaki yoruma göre, eðer öyle tanrýlar olsaydý önce onlar Allah'a yaklaþma yarýþma girerlerdi. Böyle varlýklara da tanrý denemez. Þu halde Allah, bu þekilde kendisine ortak koþulmasýndan münezzehtir.” (Komisyon, TDV Kur’an Yolu, 1/473-474)
Âyette geçen “lev” edatý Arap dili uzmanlarý tarafýndan belirtildiði gibi bir þeyin asla olmayacaðýný belirtmek için kullanýlan bir olumsuzluk edatýdýr. Müþriklerin iddia ettiklerinin aksine, Allah ile birlikte baþka ilâhlar yoktur. Onlarýn çaðýrdýðý ilâhlar her ne þekilde olursa olsun sadece yaratýklardan birer yaratýktýr. Yaratýklar da yaratýlýþ gereði Allah’a yönelirler, O’na boyun eðerler.
Bu âyette Arþ'tan söz edilmesi, Allah'ýn müþriklerin Allah’ýn dýþýnda baþka inandýklarý tanrýlardan daha yüce ve aþkýn olduðunu anlatmak içindir. Çünkü bu yaratýklarýn hepsi O'nun Arþ'ýný altýndadýr, O’nun yanýnda deðil.” (Kutub, S. fi-Zýlâli’l-Kur’an, 4/2230)
Bazýlarý bu âyeti, “Eðer Allah'tan baþka tanrýlar var olsaydý, bunlar Allah'ý âlem üzerindeki kudret ve iktidarýndan kýsmen ya da tamamen yoksun býrakmaya çalýþýrlar ve böylece âlemde bir kaosa, kargaþaya yol açarlardý” þeklinde açýklamýþlardýr.
Bazýlarýna göre ise eðer bu sözde tanrýsal ya da yarý-tanrýsal “aracýlar” gerçekten var olsalardý, bu durum açýkça onlarýn birer aracýdan baþka bir þey olmamalarý nedeniyle, Allah'ý mutlak ve aþkýn varlýk olarak tanýdýklarý anlamýna gelirdi. Ki bu da kendilerinin gerçekte herhangi bir kudrete sahip olmadýklarýný ve sonuçta bütünüyle O'na baðýmlý olduklarýný kabul etmek demektir. Baðýmlý olduklarý bir kudretten yoksun olduklarý böylece açýk olan bu hayal ürünü “aracýlarýn” tanrýsal nitelikten mahrum olduklarý ortadadýr.” (Esed, Muhammed. Kur’an Meajý, 2/568) ⸫
-Özgürlük olarak yol (sebîl)
Bir âyettePeygamberle yaptýklarý anlaþmaya ihanet eden müþriklere tanýnan süreden ve onlara verilecek cezadan bahsediliyor. Arkasýndan da
«... Eðer tevbe eder, namazý dosdoðru kýlar, zekâtý da verirlerse yollarýný (sebîlehum) serbest býrakýn»(Tevbe 9/5) deniyor.
Âyetin “fe-hallû sebîlehum” kýsmýný mealler Türkçe’ye; “býrakýn onlarý”, “artýk yollarýný serbest býrakýn”, býrakýn gitsinler”, “onlarý serbest býrakýn”, “yollarýný açýverin”, “ kendilerini serbest býrakýn”, “yollarýný serbest býrakýn”, “sebîllerini tahliye edin”, “artýk býrakýn yollarýna gitsinler”, “yollarýný açýk býrakýnýz”, “býrakýn yakalarýný, yani býrakýn yollarýna gitsinler” þeklinde aktarýlmýþ.⸫
-Ýzin olarak yol (sebîl)
Bir ayette “sebîl” izin, müsaade anlamýnda kullanýlýyor.
Kur’an, nübüvvetin Medine döneminde Medine dýþýnda yaþayan ve müslüman olduklarýný iddia ettikleri halde Medine’ye gelmeyen, müslümanlara karýþmayan, Ýslâmî davaya yardýmcý olmayan, buna karþýn müþriklere yardýmcý olan, hatta müslümanlarýn da inkârcý olmalarýný isteyen kimseler hakkýnda: “O halde onlar hicret edinceye, bir anlamda gerçek müslüman olup müslümanlaraýn arasýna karýþýncaya kadar onlarý veli (dost/müttefik) edinmeyin...” diyor. Böyleleri müþriklerle iþbirliði yapýp, müslümanlara saldýrdýklarý zaman cezayý hak ediyorlardý. (Nisâ 4/90) Arkasýndan þöyle buyuruluyor:
“Ancak sizinle aralarýnda anlaþma olan bir topluma sýðýnmýþ bulunanlar, yahut ne sizinle ne de kendi kavimleriyle savaþmayý içlerine sýðdýramayýp (tarafsýz olarak) size gelenler baþka... Eðer onlar sizden uzak durur, sizinle savaþmayýp size barýþ teklif ederlerse; Allah, onlara saldýrmak için size bir yol (sebîl) vermemiþtir.” (Nisâ 4/90)
Bu âyet ve devamýnda müslümanlarlarla iyi geçinen, veya müslümanlarla müttefik olanlara sýðýnanlara dokunulmayacaðý, ancak tarafsýz kalmayýp fýrsat buldukça müslümanlara saldýranlarýn da cezalandýrýlmayý hak ettikleri açýklanýyor.
Yani, bu iki yoldan biriyle Medine’deki müslümanlara baðlý kimselere veya saldýrmayýp barýþ teklif eden topluluklara karþý savaþmaya izin yok. Bir baþka ifadeyle, barýþ konusunda insiyatifi müslümanlara býrakanlar kabilelere veya gruplara saldýrýya Allah izin vermemektedir. Zira Ýslâmýn temel ilkelerinden biri; müslümanlar ancak kendilerine saldýranlara savunma, ya da müslümanlara karþý olan zulmü ve fitneyi ortadan kaldýrma amacýyla savaþmaktýr. (Abduh, M.-Rýza, R. el-Menâr (çev.), 5/430)
Kaynaklarýn verdiði bilgiye göre bu pasajda anlatýlan gruplar, Medine dýþýnda, özellikle Mekke civarýnda yaþayan arap kabileleridir. Bunlarýn çoðu müþrik, bazýlarý ise müslüman olduklarýný iddia ediyorlardý. Demek ki Nisâ 4/88-89. da anlatýlanlar Mekkede ve çevresinde yaþayan ve müslüman olduklarýný söyleyenler, 90-91de anlatýlanlar ise tarafsýz kalan veya tarafsýz görünen Mekke dýþýnda yaþayan müþriklerdir (Allahu a’lem). (Ateþ, S. Yüce Kur’an’ýn Çaðdaþ Tefsiri, 2/338)
Bu âyet risâletin Medine döneminde müslümanlarýn çevresinde bulunan iki müþrik gruptan daha bahsediyor. Birincisi; Peygamberle (veya müslümanlarla) birlikte hareket etmek üzere anlaþma yapan müþrik gruplarla anlaþmalý müþrikler. Bunlar barýþýk olunanlarla barýþýk olduklarý için bunlara karþý savaþ söz konusu deðildi. Nitekim Hudeybiye anlaþmasýna göre müþrik gruplar diledikleri tarafla anlaþma yapmakta serbest idiler.
Ýkincisi;kabile halinde yaþayan cahiliyye araplarýndan baþka kavimlerle/kabilelerle savaþmak istemeyen tarafsýzlar, isterlerse Medine’ye gelip bu çerçevede “tarafsýzlýk anlaþmasý” imzalayabiliyorlardý. (Komisyon, TDV Kur’an Yolu, 2/86) Bundan sonra onlarla bir anlamda anlaþma yapýldýðý için –onlar anlaþmayý bozmadýklarý sürece- savaþ söz konusu deðildi.
Kur’an bu durumu Allah’ýn lütfu olarak açýklýyor ve saldýrgan müþriklerin þerrini müslümanlardan uzaklaþtýrdýðýný söylüyor. Eðer müþrikler müslümanlara saldýrmaz, barýþ teklif ederlerse, müslümanlar da onlarla savaþmaz ve barýþ teklifini kabul ederler. Anlaþmaya raðmen müslümanlarýn onlara saldýrmasý için bir yol (sebîl), yani bir izin/bahane yoktur. Ancak onlar anlaþmalarý bozar ve müslümanlara saldýrýrlarsa, müslümanlarýn da Tevbe 9/5. Âyetin hükmüne uygun olarak kendilerini savunma, hainlere ceza verme haklarý vardýr. (Taberî, Ýbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 4/201)
“Bu (savunma) savaþýnýn gerekçesi de Tevbe/7. âyetten de anlaþýlacaðý gibi “anlaþmaya ihanettir”, asla “Ya Ýslâm ya ölüm” seçeneðine zorlama deðildir.” (Ýslâmoðlu, M. Hayat Kitabý Kur’an, 1/330) Bu âyet ayný zamanda müslümanlara karþý dürüst davrananlara dürüst davranmayý emrediyor.
(Bir önceki âyetlerle ilgili olarak bu makalenin 4. ve 5. bölümlerine bakýlabilir)⸫
-Sorumluluk/vebâl olarak yol (sebîl)
Bazý âyetlerde “sebîl”in sorumluluk veya vebâl anlamýnda kullanýldýðýný görüyoruz.
Âli Ýmran Sûresinde bir pasaj Ehl-i kitabýn durumunu açýklamaya devam ediyor, eksiklerini, hatalarýný açýklýyor. Bununla birlikte Ýslâm'ýn üzerinde kurulacaðý saðlam deðerleri belirtiyor.
Kur’an, nüzûl döneminde Ýslâmî davete karþý mücadele eden kitap ehlini tasvir ederken hak ve adalet çizgisini izliyor. Onlar hakkýnda doðru olaný söylüyor. Kur’an’ýn onlarla ilgili yaptýðý tasvir, onlarýn yüzyýllar boyu devam ettirdikleri ortak özellikleridir. Bazýlarýnýn Ýslâma karþý hasmane tutumuna raðmen Kur’an, onlarýn aralarýnda bulunan erdemli kiþilerin iyiliklerini ve güzel davranýþlarýný övüyor. Böyle ortamlarda bile onlardan adalet ve insaf sahibi güvenilir kimselerin olabileceði gerçeðinin altýný çiziyor. (Kutub, S. fi-Zýlâli’l-Kur’an, 1/417)
“Kitap ehlinden öylesi vardýr ki, ona yüklerle mal emânet etsen, onu sana (eksiksiz) iade eder. Fakat onlardan öylesi de vardýr ki, ona bir dinar emânet etsen, tepesine dikilip durmadýkça onu sana iade etmez. Bu da onlarýn, “Ümmîlere karþý (yaptýklarýmýzdan) bize bir yol (sebîl-vebâl) yoktur” demelerinden dolayýdýr. Onlar, bile bile Allah’a karþý yalan söylerler.” (Âli Ýmran 3/75)
Bundan önceki âyetlerde Kitap ehlinin, iman edenlerin imanlarý sarsmayý amaç edinen, arada diyaloðu engelleyen tutumlarýndan bahsediliyor. Burada ise onlarýn insanî iliþkiler konusundaki olumsuz tavýrlarý ve bunlarý yanlýþ temele dayandýrdýklarý söz konusu ediliyor.
Burada iki tip Ehl-i kitaptan söz ediliyor: Birincisi; ahlâkî deðerlere baðlý olanlar. Ki âyet onlarýn bu tavrýný öne çýkarýyor.
Ýkincisi;ellerindeki kitaptan veya önderlerinden referans alýp yanlýþ yapanlar.
Kur’an’ýn indiði dönemde bazý yahudi din adamlarý kendilerinden olmayanlara karþý yapacaklarý haksýzlýklardan sorumlu olmayacaklarýný iddia ediyorlardý. Bu âyette iþaret edildiði gibi onlarýn bir kýsmý kutsal kitabý olmayan Araplara (hatta yahudi olmayan herkesi) “ümmî” diyerek hafife alýyor ve onlarýn mallarýný yiyebileceklerini, ama bundan dolayý hiç bir vebâllerinin olmadýðýný ileri sürüyorlardý.
Onlardan bir grup emâneti korurken, bir baþka grup ise emânete ihanet etmeyi ahlâka uygun görüyorlardý. Hatta bunun kitaplarýnda yazýlý olduðunu söylüyorlardý (Kurtubî, el-Câmiu’l-Ahkâm, 1/692) Bazý kaynaklarýn verdiði bilgiye göre böyleleri, câhiliyye döneminde ticaret yaptýklarý kimseler müslüman olunca borçlarýný vermek istemediler. (Zemahþeri, el-Keþþaf, 1/367)
Evet onlardan bir kýsmý kendi aralarýndaki iliþkilerde adaletli olmayý istiyorlar, ama yahudi olmayan birine haksýzlýk yapmakta, mallarýný gaspetmekte bir beis görmüyorlardý. Bu anlayýþ sadece câhil yahudilerin anlayýþý deðildi. Pek çoðu buna dinî kaynaklarda delil bulabiliyordu. Buna göre bir davranýþýn yahudiye karþý yapýlmasý yasaklanýyorken, Ýsrailoðullarýndan olmayan kiþilere yapýlmasýna izin veriliyordu. Ayný þey bir Ýsrailoðlu için doðru oluyor; fakat yabancýlar için yanlýþ kabul ediliyordu. (Mevdûdî, E. Tefhîmu’l-Kur’an, 1/271)
Her ne kadar ellerindeki kutsal kitapta; “Her yedi yýlýn sonunda... komþusuna bir þey ödünç veren kiþi onu baðýþlasýn...”, fakat “eðer bir yabancý(ya borç vermiþ) iseniz onu geri isteyebilirsiniz." (Tesniye, 15/1-3). “Bir yabancýya faizle borç verebilirsiniz, fakat kardeþinize faizle borç vermemelisiniz” (Tesniye, 23/20) gibi ifadeler varsa da onlarýn çoðu baþkasýnýn malýný çeþitli bahanelerle gasbetmeyi Allah’ýn helâl kýlmayacaðýný biliyorlardý.Ama bile bile yalan söylüyorlardý. (Kutub, S. fi-Zýlâli’l-Kur’an, 1/417)
Diðer taraftan ilâhî hükümler hiç kimseyi hakir görmeye veya mallarýný gasbetmeye, haklarýný ihlâl etmeye izin vermez. “Biz farklýyýz, üstünüz, baþkalarýnýn malý bize helâldir” diyenler müfteridir.
Bir sonraki âyette Allah (cc) onlarý yalanlýyor ve sözlerini reddederek “Hayýr, yalan söylemeleri ve baþkalarýný mallarýný helâl kabul etmeleri dolayýsýyla onlarýn aleyhlerine bir yol/vebâl/sorumluluk vardýr" diyor:
“Hayýr, öyle deðil! Her kim ahdine vefa gösterir ve takvalý (sorumlu) davranýrsa, bilsin ki Allah müttakýleri (sorumlu davrananlarý) sever.” (Âli Ýmran 3/76)
Kur'an ahlâkî ilkeleri Allah'a imana ve O'na karþý takvalý olmaya baðlýyor. Bu bir evrensel ilâhî ilkedir: Kim Allah'a verilen söze baðlý kalýr ve takvasýnýn bilincine varma niyetiyle bu ilkeye uyarsa, Allah onu sever ve ikramda bulunur. (Kutub, S. fi-Zýlâli’l-Kur’an, 1/417)
Bu âyet inince Peygamber (sav) þöyle buyurmuþ: “... Cahiliyye döneminin (kötü olan) her þeyi ayaklarýmýn altýndadýr. Emânete gelince; sahibi iyi olsun kötü olsun o yerine verilir...” (Ýbni Mâce, Menasik/84 no: 3074. Ebu Dâvud, Menâsik/56 no: 1905) (Komisyon, TDV Kur’an Yolu, 1/449)
Âyet, belli bir kesim veya bir olay hakkýnda inse de hükmü geneldir. Bütün mü’minleri baðlar. Kim olursa olsun din istismarcýlarýnýn ileri sürdükleri böyle iddialarýn ilâhî dinlerde bir dayanaðý olamaz. Böyle bir anlayýþýn haksýzlýk, zulüm ve ihanet olduðu, sosyal barýþý bozduðu, insan haklarýný ihlâl ettiði açýktýr.
Âyet zýmnen; müslüman asla “bizden olmayanlara yaptýklarýmýzdan dolayý bize vebâl yoktur” diyenler gibi olamaz diyor. Zira Ýslâm müntesiplerine adaleti, ihsaný, iyilik etmeyi, sorumlu davranmayý (takvayý) emreder; kötülükleri, çirkinlikleri, zulmü, kul hakkýný, haddi aþmayý, sorumsuzluðu (fücur’u ve israf’ý) yasaklar. (bkz: Nahl 16/90. Hucurât 49/12. En’am 6/93, 140. Âli Ýmran 3/94)
Þunu da eklemek gerekir: Günümüzde bazý müslümanlar da Peygamber dönemindeki ehl-i kitap gibi düþünüyor. Onlar kendilerine göre bazý ülkeleri “dâru’l-harb” ilan edip, o ülkelerdeki gayr-i müslimlere zarar verilebileceðini, mallarýnýn farklý ve modern metodlarla alýnabileceðini, onlarýn faiz ve kumarla zayýflatýlabileceðini, hatta ellerinde otorite olursa kadýnlarýnýn cariye yapýlabileceðini kabul ederler. Bu hýrsýzlýk ve gasb, çýkar saðlama ve istismar etme anlayýþýna da Kur’an’dan ve fýkýhtan (maalesef) delil getirirler.
(Devamý var)
Hüseyin K. Ece
14.02..2018
Zaandam/Hollanda