KUR’ANDA SEBÎL (YOL) KAVRAMI 6 |
(Kur’an’da sebîl kavramını anlatmaya devam ediyoruz) |
19/02/2018 - 12:30 |
-Güç/çare olarak sebil
Sebîl; aynı zamanda çare, güç,imkândemektir.
Hac ibadetini emreden âyet “...ona yol (sebîl) bulanın” ifadesiyle gelir.
“Şüphesiz, insanlar için kurulan ilk ibadet evi, elbette Mekke’de, âlemlere rahmet ve hidayet kaynağı olarak kurulan Kâ’be’dir.
Orada (Kâ’be’de) apaçık alâmetler ve deliller vardır, orası İbrahim’in makamıdır. Oraya giren herkes emin olur. Oraya bir yol (sebîl) bulanın Kâ’be’ye haccetmesi Allah'ın insanlar üzerindeki hakkıdır...”(Âl-i İmran 3/97)
“Ona yol (sebîl) bulanın” sözü meallerde Türkçe’ye; “onun yoluna güç yetiren, ona/oraya bir yol bulan, oraya gitmeye gücü yeten, oraya ulaşmaya yol bulabilen, yolculuğuna gücü yeten” şeklinde aktarılıyor.
Açıktır ki burada yol ile kasdedilen şey; hac yapmaya bir imkân, bir çare bulabilmektir. Hacca zorluğuna rağmen gitmek, bütün şartlarını yerine getirerek tamamlamaktır.
Bu âyete göre hac, oraya gitme ve dönebilme şartlarına, imkânlarına sahip olan âkil-bâliğ herkese farzdır. “Yoluna gücü yetenler, hacca gitme imkanına sahip olanlar” demektir. Bu imkân genel olarak sağlığın elverişili olması, gidip gelecek kadar maddi imkana sahip olmak ve yol güvenliğinin olmasıdır.
Peygamber (sav) bu imkanlara sahip olan müslümanlara ömründe bir defa hac etmenin dinî bir vecibe olduğunu bildirmiştir. (Bkz. Müslim, Hac/412)
“Bir yere gitmeyi veya bir işi yapmayı kasdetmek” anlamına gelen hac kelimesi İslâmî bir kavram olarak; belirli bir zamanda-hac mevsiminde Arafat’ta bulunmak (vakfe) ve Kâbe’yi tavaf etmek suretiyle yerine getirilen bir ibadettir. (Komisyon, TDV Kur’an Yolu, 1/473-474)
Müşriklerin uydurduğu tanrılar hakkında şöyle deniyor:
« Andolsun biz, onlar düşünüp öğüt alsınlar diye (gerçekleri) bu Kur’an’da değişik biçimlerde açıkladık. Fakat bu, onların ancak kaçışlarını artırıyor.
De ki: Eğer söyledikleri gibi Allah ile birlikte başka ilâhlar da bulunsaydı, o takdirde bu ilâhlar, Arş'ın (mutlak egemenliğin) sahibi olan Allah'a ulaşmak için yol/sebîl (çare) arayacaklardı.
Allah, her türlü eksiklikten uzaktır, onların söylediklerinin ötesindedir, yücedir.»(İsrâ 17/41-43)
Yani, tıpkı dünyada bir padişahın diğerinin mülkünü ortadan kaldırmaları gibi onlar da Allah’ın mülküne hükmetmeye kalkışırlardı. Ya da bir şekilde O’na yakın olmaya çaba gösterirlerdi. (el-Hâzin, M. B. İbrahim. Tefsir, 3/131)
Âyetin son kısmı müfessirler tarafından iki şekilde açıklıyorlar: “Eğer yerde ve göklerde birden fazla ilâh (tanrı) olsaydı şu iki sonuçtan biri ortaya çıkardı: Birincisi; eğer her biri birbirinden bağımsız ilâhlar olsalar, sınırsız evrenin yönetiminde birbirleriyle anlaşamazlar ve evrenin işleyişinde düzen, ahenk ve denge olmazdı. Her an anlaşmazlık çıkar ve her biri tek hâkim olmak için çalışırdı.
İkincisi;eğer onlardan bir tanesi en üstün ilâh olsa ve diğerleri onun bazı yetkiler verdiği kulları olsaydı, onlar üstün ilâha daima itaat eden kullar olarak kalmazlar ve kendileri de en üstün olmaya çalışırlardı. (TDV Meali, s: 285. Yıldırım, S.Kur’an Meali ilgili âyet açıklaması)
Gerçek şudur ki, göklerde ve yerde olan her şey, yetişmesi için ortak bir amaçla hareket etmeseler, bu evrende bir tek buğday tanesi veya bir tutam ot bile büyüyemez. Bu nedenle ancak câhil ve anlayışsız bir kimse, bu evrenin işlerini yürüten birbirinden bağımsız veya yarı bağımlı birden fazla tanrının olduğunu söyleyebilir. Kainatın tabiatını ve işleyişini inceleyen herkes, burasını yöneten tek bir hâkim olduğu ve bunda hiç bir kimsenin payı olmasına imkanı olmadığı görüşüne varır.” (Mevdûdî, E. Tefhîmu’l-Kur’an, 3/111)
“Müşrikler sözde tanrıların (putlarının) kendilerini Allah'a yaklaştıracağına inanıyorlardı. İkinci şıktaki yoruma göre, eğer öyle tanrılar olsaydı önce onlar Allah'a yaklaşma yarışma girerlerdi. Böyle varlıklara da tanrı denemez. Şu halde Allah, bu şekilde kendisine ortak koşulmasından münezzehtir.” (Komisyon, TDV Kur’an Yolu, 1/473-474)
Âyette geçen “lev” edatı Arap dili uzmanları tarafından belirtildiği gibi bir şeyin asla olmayacağını belirtmek için kullanılan bir olumsuzluk edatıdır. Müşriklerin iddia ettiklerinin aksine, Allah ile birlikte başka ilâhlar yoktur. Onların çağırdığı ilâhlar her ne şekilde olursa olsun sadece yaratıklardan birer yaratıktır. Yaratıklar da yaratılış gereği Allah’a yönelirler, O’na boyun eğerler.
Bu âyette Arş'tan söz edilmesi, Allah'ın müşriklerin Allah’ın dışında başka inandıkları tanrılardan daha yüce ve aşkın olduğunu anlatmak içindir. Çünkü bu yaratıkların hepsi O'nun Arş'ını altındadır, O’nun yanında değil.” (Kutub, S. fi-Zılâli’l-Kur’an, 4/2230)
Bazıları bu âyeti, “Eğer Allah'tan başka tanrılar var olsaydı, bunlar Allah'ı âlem üzerindeki kudret ve iktidarından kısmen ya da tamamen yoksun bırakmaya çalışırlar ve böylece âlemde bir kaosa, kargaşaya yol açarlardı” şeklinde açıklamışlardır.
Bazılarına göre ise eğer bu sözde tanrısal ya da yarı-tanrısal “aracılar” gerçekten var olsalardı, bu durum açıkça onların birer aracıdan başka bir şey olmamaları nedeniyle, Allah'ı mutlak ve aşkın varlık olarak tanıdıkları anlamına gelirdi. Ki bu da kendilerinin gerçekte herhangi bir kudrete sahip olmadıklarını ve sonuçta bütünüyle O'na bağımlı olduklarını kabul etmek demektir. Bağımlı oldukları bir kudretten yoksun oldukları böylece açık olan bu hayal ürünü “aracıların” tanrısal nitelikten mahrum oldukları ortadadır.” (Esed, Muhammed. Kur’an Meajı, 2/568) ⸫
-Özgürlük olarak yol (sebîl)
Bir âyettePeygamberle yaptıkları anlaşmaya ihanet eden müşriklere tanınan süreden ve onlara verilecek cezadan bahsediliyor. Arkasından da
«... Eğer tevbe eder, namazı dosdoğru kılar, zekâtı da verirlerse yollarını (sebîlehum) serbest bırakın»(Tevbe 9/5) deniyor.
Âyetin “fe-hallû sebîlehum” kısmını mealler Türkçe’ye; “bırakın onları”, “artık yollarını serbest bırakın”, bırakın gitsinler”, “onları serbest bırakın”, “yollarını açıverin”, “ kendilerini serbest bırakın”, “yollarını serbest bırakın”, “sebîllerini tahliye edin”, “artık bırakın yollarına gitsinler”, “yollarını açık bırakınız”, “bırakın yakalarını, yani bırakın yollarına gitsinler” şeklinde aktarılmış.⸫
-İzin olarak yol (sebîl)
Bir ayette “sebîl” izin, müsaade anlamında kullanılıyor.
Kur’an, nübüvvetin Medine döneminde Medine dışında yaşayan ve müslüman olduklarını iddia ettikleri halde Medine’ye gelmeyen, müslümanlara karışmayan, İslâmî davaya yardımcı olmayan, buna karşın müşriklere yardımcı olan, hatta müslümanların da inkârcı olmalarını isteyen kimseler hakkında: “O halde onlar hicret edinceye, bir anlamda gerçek müslüman olup müslümanlaraın arasına karışıncaya kadar onları veli (dost/müttefik) edinmeyin...” diyor. Böyleleri müşriklerle işbirliği yapıp, müslümanlara saldırdıkları zaman cezayı hak ediyorlardı. (Nisâ 4/90) Arkasından şöyle buyuruluyor:
“Ancak sizinle aralarında anlaşma olan bir topluma sığınmış bulunanlar, yahut ne sizinle ne de kendi kavimleriyle savaşmayı içlerine sığdıramayıp (tarafsız olarak) size gelenler başka... Eğer onlar sizden uzak durur, sizinle savaşmayıp size barış teklif ederlerse; Allah, onlara saldırmak için size bir yol (sebîl) vermemiştir.” (Nisâ 4/90)
Bu âyet ve devamında müslümanlarlarla iyi geçinen, veya müslümanlarla müttefik olanlara sığınanlara dokunulmayacağı, ancak tarafsız kalmayıp fırsat buldukça müslümanlara saldıranların da cezalandırılmayı hak ettikleri açıklanıyor.
Yani, bu iki yoldan biriyle Medine’deki müslümanlara bağlı kimselere veya saldırmayıp barış teklif eden topluluklara karşı savaşmaya izin yok. Bir başka ifadeyle, barış konusunda insiyatifi müslümanlara bırakanlar kabilelere veya gruplara saldırıya Allah izin vermemektedir. Zira İslâmın temel ilkelerinden biri; müslümanlar ancak kendilerine saldıranlara savunma, ya da müslümanlara karşı olan zulmü ve fitneyi ortadan kaldırma amacıyla savaşmaktır. (Abduh, M.-Rıza, R. el-Menâr (çev.), 5/430)
Kaynakların verdiği bilgiye göre bu pasajda anlatılan gruplar, Medine dışında, özellikle Mekke civarında yaşayan arap kabileleridir. Bunların çoğu müşrik, bazıları ise müslüman olduklarını iddia ediyorlardı. Demek ki Nisâ 4/88-89. da anlatılanlar Mekkede ve çevresinde yaşayan ve müslüman olduklarını söyleyenler, 90-91de anlatılanlar ise tarafsız kalan veya tarafsız görünen Mekke dışında yaşayan müşriklerdir (Allahu a’lem). (Ateş, S. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 2/338)
Bu âyet risâletin Medine döneminde müslümanların çevresinde bulunan iki müşrik gruptan daha bahsediyor. Birincisi; Peygamberle (veya müslümanlarla) birlikte hareket etmek üzere anlaşma yapan müşrik gruplarla anlaşmalı müşrikler. Bunlar barışık olunanlarla barışık oldukları için bunlara karşı savaş söz konusu değildi. Nitekim Hudeybiye anlaşmasına göre müşrik gruplar diledikleri tarafla anlaşma yapmakta serbest idiler.
İkincisi;kabile halinde yaşayan cahiliyye araplarından başka kavimlerle/kabilelerle savaşmak istemeyen tarafsızlar, isterlerse Medine’ye gelip bu çerçevede “tarafsızlık anlaşması” imzalayabiliyorlardı. (Komisyon, TDV Kur’an Yolu, 2/86) Bundan sonra onlarla bir anlamda anlaşma yapıldığı için –onlar anlaşmayı bozmadıkları sürece- savaş söz konusu değildi.
Kur’an bu durumu Allah’ın lütfu olarak açıklıyor ve saldırgan müşriklerin şerrini müslümanlardan uzaklaştırdığını söylüyor. Eğer müşrikler müslümanlara saldırmaz, barış teklif ederlerse, müslümanlar da onlarla savaşmaz ve barış teklifini kabul ederler. Anlaşmaya rağmen müslümanların onlara saldırması için bir yol (sebîl), yani bir izin/bahane yoktur. Ancak onlar anlaşmaları bozar ve müslümanlara saldırırlarsa, müslümanların da Tevbe 9/5. Âyetin hükmüne uygun olarak kendilerini savunma, hainlere ceza verme hakları vardır. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 4/201)
“Bu (savunma) savaşının gerekçesi de Tevbe/7. âyetten de anlaşılacağı gibi “anlaşmaya ihanettir”, asla “Ya İslâm ya ölüm” seçeneğine zorlama değildir.” (İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 1/330) Bu âyet aynı zamanda müslümanlara karşı dürüst davrananlara dürüst davranmayı emrediyor.
(Bir önceki âyetlerle ilgili olarak bu makalenin 4. ve 5. bölümlerine bakılabilir)⸫
-Sorumluluk/vebâl olarak yol (sebîl)
Bazı âyetlerde “sebîl”in sorumluluk veya vebâl anlamında kullanıldığını görüyoruz.
Âli İmran Sûresinde bir pasaj Ehl-i kitabın durumunu açıklamaya devam ediyor, eksiklerini, hatalarını açıklıyor. Bununla birlikte İslâm'ın üzerinde kurulacağı sağlam değerleri belirtiyor.
Kur’an, nüzûl döneminde İslâmî davete karşı mücadele eden kitap ehlini tasvir ederken hak ve adalet çizgisini izliyor. Onlar hakkında doğru olanı söylüyor. Kur’an’ın onlarla ilgili yaptığı tasvir, onların yüzyıllar boyu devam ettirdikleri ortak özellikleridir. Bazılarının İslâma karşı hasmane tutumuna rağmen Kur’an, onların aralarında bulunan erdemli kişilerin iyiliklerini ve güzel davranışlarını övüyor. Böyle ortamlarda bile onlardan adalet ve insaf sahibi güvenilir kimselerin olabileceği gerçeğinin altını çiziyor. (Kutub, S. fi-Zılâli’l-Kur’an, 1/417)
“Kitap ehlinden öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emânet etsen, onu sana (eksiksiz) iade eder. Fakat onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar emânet etsen, tepesine dikilip durmadıkça onu sana iade etmez. Bu da onların, “Ümmîlere karşı (yaptıklarımızdan) bize bir yol (sebîl-vebâl) yoktur” demelerinden dolayıdır. Onlar, bile bile Allah’a karşı yalan söylerler.” (Âli İmran 3/75)
Bundan önceki âyetlerde Kitap ehlinin, iman edenlerin imanları sarsmayı amaç edinen, arada diyaloğu engelleyen tutumlarından bahsediliyor. Burada ise onların insanî ilişkiler konusundaki olumsuz tavırları ve bunları yanlış temele dayandırdıkları söz konusu ediliyor.
Burada iki tip Ehl-i kitaptan söz ediliyor: Birincisi; ahlâkî değerlere bağlı olanlar. Ki âyet onların bu tavrını öne çıkarıyor.
İkincisi;ellerindeki kitaptan veya önderlerinden referans alıp yanlış yapanlar.
Kur’an’ın indiği dönemde bazı yahudi din adamları kendilerinden olmayanlara karşı yapacakları haksızlıklardan sorumlu olmayacaklarını iddia ediyorlardı. Bu âyette işaret edildiği gibi onların bir kısmı kutsal kitabı olmayan Araplara (hatta yahudi olmayan herkesi) “ümmî” diyerek hafife alıyor ve onların mallarını yiyebileceklerini, ama bundan dolayı hiç bir vebâllerinin olmadığını ileri sürüyorlardı.
Onlardan bir grup emâneti korurken, bir başka grup ise emânete ihanet etmeyi ahlâka uygun görüyorlardı. Hatta bunun kitaplarında yazılı olduğunu söylüyorlardı (Kurtubî, el-Câmiu’l-Ahkâm, 1/692) Bazı kaynakların verdiği bilgiye göre böyleleri, câhiliyye döneminde ticaret yaptıkları kimseler müslüman olunca borçlarını vermek istemediler. (Zemahşeri, el-Keşşaf, 1/367)
Evet onlardan bir kısmı kendi aralarındaki ilişkilerde adaletli olmayı istiyorlar, ama yahudi olmayan birine haksızlık yapmakta, mallarını gaspetmekte bir beis görmüyorlardı. Bu anlayış sadece câhil yahudilerin anlayışı değildi. Pek çoğu buna dinî kaynaklarda delil bulabiliyordu. Buna göre bir davranışın yahudiye karşı yapılması yasaklanıyorken, İsrailoğullarından olmayan kişilere yapılmasına izin veriliyordu. Aynı şey bir İsrailoğlu için doğru oluyor; fakat yabancılar için yanlış kabul ediliyordu. (Mevdûdî, E. Tefhîmu’l-Kur’an, 1/271)
Her ne kadar ellerindeki kutsal kitapta; “Her yedi yılın sonunda... komşusuna bir şey ödünç veren kişi onu bağışlasın...”, fakat “eğer bir yabancı(ya borç vermiş) iseniz onu geri isteyebilirsiniz." (Tesniye, 15/1-3). “Bir yabancıya faizle borç verebilirsiniz, fakat kardeşinize faizle borç vermemelisiniz” (Tesniye, 23/20) gibi ifadeler varsa da onların çoğu başkasının malını çeşitli bahanelerle gasbetmeyi Allah’ın helâl kılmayacağını biliyorlardı.Ama bile bile yalan söylüyorlardı. (Kutub, S. fi-Zılâli’l-Kur’an, 1/417)
Diğer taraftan ilâhî hükümler hiç kimseyi hakir görmeye veya mallarını gasbetmeye, haklarını ihlâl etmeye izin vermez. “Biz farklıyız, üstünüz, başkalarının malı bize helâldir” diyenler müfteridir.
Bir sonraki âyette Allah (cc) onları yalanlıyor ve sözlerini reddederek “Hayır, yalan söylemeleri ve başkalarını mallarını helâl kabul etmeleri dolayısıyla onların aleyhlerine bir yol/vebâl/sorumluluk vardır" diyor:
“Hayır, öyle değil! Her kim ahdine vefa gösterir ve takvalı (sorumlu) davranırsa, bilsin ki Allah müttakıleri (sorumlu davrananları) sever.” (Âli İmran 3/76)
Kur'an ahlâkî ilkeleri Allah'a imana ve O'na karşı takvalı olmaya bağlıyor. Bu bir evrensel ilâhî ilkedir: Kim Allah'a verilen söze bağlı kalır ve takvasının bilincine varma niyetiyle bu ilkeye uyarsa, Allah onu sever ve ikramda bulunur. (Kutub, S. fi-Zılâli’l-Kur’an, 1/417)
Bu âyet inince Peygamber (sav) şöyle buyurmuş: “... Cahiliyye döneminin (kötü olan) her şeyi ayaklarımın altındadır. Emânete gelince; sahibi iyi olsun kötü olsun o yerine verilir...” (İbni Mâce, Menasik/84 no: 3074. Ebu Dâvud, Menâsik/56 no: 1905) (Komisyon, TDV Kur’an Yolu, 1/449)
Âyet, belli bir kesim veya bir olay hakkında inse de hükmü geneldir. Bütün mü’minleri bağlar. Kim olursa olsun din istismarcılarının ileri sürdükleri böyle iddiaların ilâhî dinlerde bir dayanağı olamaz. Böyle bir anlayışın haksızlık, zulüm ve ihanet olduğu, sosyal barışı bozduğu, insan haklarını ihlâl ettiği açıktır.
Âyet zımnen; müslüman asla “bizden olmayanlara yaptıklarımızdan dolayı bize vebâl yoktur” diyenler gibi olamaz diyor. Zira İslâm müntesiplerine adaleti, ihsanı, iyilik etmeyi, sorumlu davranmayı (takvayı) emreder; kötülükleri, çirkinlikleri, zulmü, kul hakkını, haddi aşmayı, sorumsuzluğu (fücur’u ve israf’ı) yasaklar. (bkz: Nahl 16/90. Hucurât 49/12. En’am 6/93, 140. Âli İmran 3/94)
Şunu da eklemek gerekir: Günümüzde bazı müslümanlar da Peygamber dönemindeki ehl-i kitap gibi düşünüyor. Onlar kendilerine göre bazı ülkeleri “dâru’l-harb” ilan edip, o ülkelerdeki gayr-i müslimlere zarar verilebileceğini, mallarının farklı ve modern metodlarla alınabileceğini, onların faiz ve kumarla zayıflatılabileceğini, hatta ellerinde otorite olursa kadınlarının cariye yapılabileceğini kabul ederler. Bu hırsızlık ve gasb, çıkar sağlama ve istismar etme anlayışına da Kur’an’dan ve fıkıhtan (maalesef) delil getirirler.
(Devamı var)
Hüseyin K. Ece
14.02..2018
Zaandam/Hollanda |