Kur'ân-ý Kerîm, milattan sonra 610 Yýlýnda Arabistan'ýn Hicâz bölgesinde Hz. Muhammed’e (s.a.s.) indirilmeye baþlanmýþtýr. Söz konusu kitap müslümanlar tarafýndan, ilâhî kelâmýn sadece yaþanan tarihe bir müdahelesi olarak deðil, ayný zamanda bir ibâdet ve tilâvet kitabý olarak da algýlanmýþtýr. Bunun için ilk muhatap kitleden baþlamak üzere bütün müslümanlar Kur'ân konusunda gereken hassasiyeti göstererek söz konusu metnin kendisinden öncekiler gibi tahrife uðramamasý için büyük çaba harcamýþlardýr. Böylece ilâhî kitaplar arasýnda özgünlüðünü (otantikliðini) muhafaza ederek insanlýðýn eline ulaþan yegâne kutsal kitap Kur'ân-ý Kerîm olmuþtur. Bu yüce kitap, söz konusu özelliðini kýyâmete kadar koruyacaktýr. Çünkü Yüce Allah: "Þüphesiz Kur'ân'ý Biz indirdik; elbette onu yine Biz koruyacaðýz" (Hicr, 15/9) buyurarak onun korunmasýný taahhüt etmiþtir.
KUR’ÂN’IN ÝNZÂLÝ ve YAZIYLA TESPÝTÝ
A. Kur'ân'ýn Hz. Peygamber'e Ýnzâli
Geleneksel bilgilerimize göre Kur’ân, yaklaþýk yirmi üç senelik bir süreç içinde Cebrâil vasýtasýyla ve çeþitli zaman aralýklarýyla Hz. Peygamber’e inzâl edilmiþtir. Buna göre Kur'ân vahyinin bir tarafýnda Yüce Allah, diðer tarafýnda da Hz. Peygamber bulunmaktadýr. Cebrâil ise söz konusu iletiþimi gerçekleþtirmek üzere vahiy taþýyan aracý melektir. O halde Kur’ân’ýn iniþi söz konusu edildiðinde öncelikle Cebrâil’in bu ilâhî metni Allah’tan nasýl aldýðý konusuna açýklýk getirmek gerekmektedir. Çünkü Hz. Peygamber’den önce vahyin kendisine verildiði ilk varlýk Cebrâil’dir.
Ýslâm bilginleri, Kur’ân metninin vahiy meleði Cebrâil'e intikali konusunda temel iki görüþ ileri sürerler. Bu görüþlerden birine göre Kur'ân'ý Cebrâil, levh-i mahfûzdan almýþtýr (1). Ehl-i Sünnet’in de kabul ettiði diðer görüþe göre ise Cebrâil, Kur’ân’ý semâen yani bizzat Yüce Allah’tan dinleyerek almýþtýr (2). Bu görüþ ashâbtan Nevvâs b. Sem’ân'ýn nakletmiþ olduðu þu hadise dayanmaktadýr. Buna göre Hz. Peygamber þöyle buyurmuþtur: “Allah emrini bildirmeyi dilediðinde, vahiy ile konuþur. Konuþunca gökler þiddetle sarsýlmaya baþlar. Gök sâkinleri bunu iþitince bayýlýrlar ve Allah’a secdeye kapanýrlar; secdeden baþýný ilk kaldýran Cebrâil olur. Yüce Allah dilediðini ona vahyeder. Cebrâil de (Allah'tan aldýðý) vahyi meleklere ulaþtýrýr. Her bir semâya uðradýðýnda oranýn melekleri ona: 'Rabbimiz ne buyurdu?’ diye sorarlar. O da, ‘Gerçeði söyledi, yüceler yücesi, büyükler büyüðü, O'dur’ der. Böylece Cibrîl, gökte veya arzda Allah'ýn emrettiði yere vahyi götürür” (3). Bu hadise dayanan anlayýþa göre Cebrâil, Kur’ân’ýn tamamýný Yüce Allah’tan dinleyerek almýþ ve onu Allah Rasûlü’ne nakletmiþtir.
Cebrâil’in Kur’ân metnini almasýnda olduðu gibi, onu Allah Rasûlü’ne nakletmesinde de iki ayrý görüþle karþýlaþýlmaktadýr. Bunlardan birine göre, Kur'ân vahyi önce bir bütün olarak Beytül-izzet'e (dünya semâsý), oradan da çeþitli zaman aralýklarýyla Hz. Peygamber’e indirilmiþtir (4). Diðerine göre ise Kur'ân, doðrudan Hz. Muhammed'e inmeye baþlamýþ ve 23 senelik süreç içerisinde tamamlanmýþtýr (5). Ancak Ýslâm âlimleri, çoðunlukla birinci görüþü tercih etmiþlerdir. Buna göre Kur'ân ilk önce Kadir Gecesi’nde dünya semâsýna toptan indirilmiþ; sonra da yirmi üç yýl boyunca oradan parça parça, olaylar geliþtikçe ve gerektikçe inzâl buyrulmuþtur.
Burada üzerinde durulmasý gereken bir baþka husus, vahiy meleði Cebrâil ile Hz. Peygamber arasýnda meydana gelen iletiþimin nasýl gerçekleþtiði konusudur. Bu konuyu iyi anlayabilmek için bu iletiþimin mâhiyetini kavramak gerekmektedir. Ýslâm bilginlerinin tespitlerine göre söz konusu iletiþimde iki temel þart vardýr. Biri, taraflar arasýnda ayný iþaret veya anlaþma sisteminin kullanýlmasý, bir baþka ifadeyle kullanýlan dilin, her iki tarafýn anlayabileceði ortak bir dil olmasýdýr. Nitekim vahiy tarihine baktýðýmýz zaman her peygambere kendi lisânýyla vahyedildiðini yani vahiy elçisinin Tevrât’ý Ýbrânice; Ýncil’i Ârâmîce ve Kur’ân’ý da Arapça olarak indirdiðini görmekteyiz.
B. Kur’ân''ýn Hz. Peygamber Tarafýndan Yazýyla Tespiti
Hz. Peygamber’in elçi olarak en önemli görevlerinden biri, kendisine vahiy yoluyla gelen Allah’ýn emir ve yasaklarýný insanlara teblið etmek; ayrýca bunun gelecek kuþaklara da intikalini saðlamak üzere onlarý korunabilecek bir hale getirmekti. Bu yüzden Hz. Peygamber bir taraftan teblið vazifesini yerine getirirken diðer taraftan da sahâbîleri, Kur’ân’ý okumaya ve ezberlemeye teþvik ediyordu. Esasen Müslümanlar yeni bir dine girmenin kendilerine verdiði heyecan ve imanla Kur’ân metnini ezberliyor ve onu gece gündüz okuyorlardý. Ancak peygamberimiz nâzil olan Kur’ân metninin sadece ezberlenmesini yeterli bulmuyordu. Çünkü onu ne kadar çok insan ezberlerse ezberlesin insan hâfýzasý daima unutkanlýk illetiyle karþý karþýya olduðu için, ezberlenen þeyde belli bir zaman sonra, yanýlma, unutma, karýþtýrma ve hata söz konusu olabilir. Ýþte bu sebeple Hz. Peygamber, okuma ve yazma bilen sahâbîlerine kendileri için hususi Mushaflar yazmalarýný da emrediyordu. Böylece o, kendisine gelen Kur’ân metninin tamamýný, her vahyin nâzil olmasýnýn arkasýndan yazýyla da tespit ettirmiþti. Çünkü Hz. Peygamber’in kendisi ümmî idi. Bu yüzden peygamberliðinin baþlangýcýndan itibaren okuma yazma bilen sahâbîlerden bir kýsmýný vâhiy kâtibi olarak görevlendirmiþti. Kendisine bir Kur’ân vahyi geldiðinde hemen kâtiplerinden birini çaðýrýr ve onu yazdýrýrdý. Kaynaklarýn bildirdiðine göre vahiy yazmak üzere Hz. Peygamber’in çaðýrdýðý kâtip gelip yazma iþini bitirince de, Rasûlullah ona yazdýðýný kendisine yüksek sesle okumasýný emrediyordu. Böylece þayet kâtip yazdýðý metinde bir eksiklik, fazlalýk veya yanlýþlýk yapmýþsa, ona bunu hemen tashih etme imkâný vermiþ oluyordu. Nitekim Zeyd b. Sâbit bu hususu bize þöyle anlatmaktadýr: “Rasûlullah bana vahiy yazdýrýyor, bitirince de yazdýðým vahyi bana okutturuyordu. Þayet herhangi bir yanlýþ veya noksan bulursa, bunu hemen tashih ettiriyordu. Ben de ancak bu iþlemden sonra kalkýp söz konusu metni insanlara bildiriyordum”(6)
Kur’ân metninin Rasûlullah zamanýnda yazýldýðýný gösteren naklî deliller pek çoktur. Meselâ, Ýbn Hiþâm'ýn (ö. 218/833) bildirdiðine göre Hz. Ömer’in Müslüman olmasý hâdisesinde kýz kardeþinin elinde bulunan Tâhâ Sûresi’nin baþ tarafýndaki âyetlerin yazýlý bulunduðu sayfa, Kur’ân’ýn daha o sýralarda yazýya geçirildiðini göstermektedir (7). Hz. Osman’ýn þu sözü de Kur’ân’ýn baþlangýçtan itibaren yazýya geçirildiðini bize haber vermektedir: “Peygamber’e herhangi bir Kur’ân bölümü nâzil olduðunda kâtiplerinden birini çaðýrýr ve ona: “Bu âyetleri (yazýp) falan âyetleri içine alan sûreye koy” derdi (8). Ayrýca Hz. Ömer’in oðlu Abdullah’tan da þöyle bir bilgi nakledilmiþtir: “Bizim, üzerimizde bir Kur’ân nüshasý bulunduðu halde düþman memleketlerine gitmemiz yasaklanmýþtý. Bunun sebebi, söz konusu nüshalarýn düþman eline geçmesi korkusu idi” (9).
Görüldüðü gibi bütün bu târihî deliller, Allah Rasûlü’nün, kendisine gelen her Kur’ân vahyini yalnýzca ezberlemek ve ezberletmekle kalmadýðýný, bunlarý yazýyla da tespit ettirmiþ olduðunu Mekke’de nâzil olan, “Yine onlar dediler ki, (bu âyetler) onun, baþkasýna yazdýrýp da kendisine sabah akþam okunmakta olan, öncekilere ait masallardýr” (Furkân, 25/5) âyeti, Kur’ân’ýn nüzulünden hemen sonra yazýldýðýný bize göstermektedir. Ayrýca Hz. Ömer’in kýz kardeþinden isteyip aldýðý nüzûl sýrasýna göre 45. ancak mevcut Mushaflarda 20. sýrada yer alan Tâhâ Sûresi’nin yazýlý olduðu Kur’ân metni de, Kur’ân’ýn Mekke döneminin baþlarýnda yazýya geçirildiðinin çok açýk bir kanýtýdýr. Bu sûrenin, Hz. Ömer’in (r.a.) Müslüman olmasýndan önce inmiþ olduðu bilinmektedir. Hz. Ömer, Rasûlullah’ýn peygamberlik görevine baþlamasýnýn 5. yýlýnda Müslüman olduðuna göre, bu olay Kur’ân’ýn yazýyla tespitinin en azýndan söz konusu tarihten önce gerçekleþtirildiðine dair bize bir fikir vermektedir.
C. Yazdýrýlan Metnin Korunmasý
Yazdýrýlan Kur’ân metinlerinin nerede ve nasýl muhafaza edildiði hususu da üzerinde durulmasý gereken önemli konulardan biridir. Bu hususta iki ayrý yaklaþýmýn olduðunu belirtmek gerekir. Bunlardan birine göre vahiy kâtipleri tarafýndan yazýlan her metin, tashih edildikten sonra Hz. Peygamber’in evinde muhafaza ediliyordu (10). Nitekim Hz. Ebû Bekir’in, Kur’ân’ýn toplanmasý esnasýnda Rasûlullah’ýn evinde çok sayýda yazýlý metin bulup bunlarý iplerle birbirine baðlatmak suretiyle toplattýðýný bildiren rivayet de bu hususu desteklemektedir. Muhammed Hamîdullah, söz konusu rivayeti þöyle deðerlendirmektedir. Hz. Ebû Bekir’in baðlattýðý bu sahifeler, tam bir Kur’ân nüshasý deðildi. Þayet öyle olsaydý, Hz. Ebû Bekir, Zeyd b. Sâbit’in baþýnda bulunduðu Kur’ân’ý Derleme Komisyonu’nu kurmazdý. Öyle anlaþýlýyor ki bu sahifeler, Hz. Peygamber’e aitti. En çok itimat edilecek nüsha da bu olmalýydý. Belki de Hz. Peygamber kendisine ait bir Kur’ân nüshasý oluþturmak istemiþ, bu iþi birisine havale etmiþ, fakat yazým iþi tamamlanmadan kendisi vefat etmiþti (11).
Bu konuda ileri sürülen bir diðer yaklaþýma göre ise, vahiy kâtipleri tarafýndan kaydedilip daha sonra istinsâh edilen âyet metinleri, bizzat onlarý yazan kâtipler tarafýndan koruma altýna alýnýyordu. Çünkü bu durum, vahiy kâtiplerinin yazdýklarý asýl metinlerden kopyalama yoluyla nüsha oluþturmak isteyen sahâbîler için daha uygun bir yoldu (12).
Bizim kanaatimize göre de, Hz. Peygamber’in vahiy kâtiplerine yazdýrmýþ olduðu Kur’ân nüshalarýný, istinsâhtaki pratiklik açýsýndan kâtiplerin muhafaza ettiðini düþünmek ve Allah Rasûlü’nün evinde bulunan nüshayý, Muhammed Hamîdullah’ýn dediði gibi, Hz. Peygamber’in kendi þahsî nüshasý olarak deðerlendirmek daha isabetli görünmektedir.
KUR’ÂN’IN METÝNLEÞME SÜRECÝ
Daha önce ifade ettiðimiz gibi, Rasûlullah kendisine indirilen her Kur’ân metnini öncelikle vahiy kâtiplerine kaydettirmiþ, sonra da ashabýna okumuþ ve okutmuþtu. Onun Kur’ân’ýn yazýmý ve kýrâatiyle ilgili bu faaliyeti Kur’ân vahyinin tamamýný kapsamaktadýr. Bu sebeple Hz. Peygamber zamanýnda bir Kur’ân nüshasý oluþturulmamýþtý. Çünkü “emînü’l-vahy” (vahyin güvencesi) olan Hz. Peygamber henüz hayattaydý, bu nedenle Kur’ân’ýn herhangi bir þekilde zarar görmesi ve kaybolma endiþesi söz konusu deðildi. Ayrýca son nâzil olan âyet ile Hz. Peygamber’in vefatý arasýnda geçen süre de buna imkân vermiyordu. Bütün bunlarýn dýþýnda Kur’ân çeþitli vesileler üzerine deðiþik zamanlarda nâzil oluyordu. Hz. Peygamber de, Kur'ân vahyinin ne zaman kesileceðini bilmiyordu. Böyle olunca henüz vahiy devam ederken Kur’ân’ý iki kapak arasýnda toplamak elbette söz konusu olamazdý. Dolayýsýyla bütün bunlar göz önünde bulundurulduðunda, Rasûlullah’ýn, henüz hayatta iken Kur’ân’ý Mushaf haline getirtmesi mümkün deðildi. Böyle olduðu içindir ki, Kur’ân vahyinin iki kapak arasýnda toplanýp metinleþmesi, Allah Rasûlü’nün âhirete göç etmesinin ardýndan gelen Hulefâ-i Râþidîn döneminde gerçekleþmiþtir.
A. Kur'ân Metninin Toplanmasý (Cem)
Hz. Peygamber tarafýndan toplu bir metin haline getirilmeyen Kur’ân-ý Kerim’in metinleþme sürecinde ilk adým, onun vefatýnýn ardýndan halife olan Hz. Ebû Bekir zamanýnda atýlmýþtý. Tabii ki Hz. Ebû Bekir’i böyle bir faaliyete sevkeden birtakým sebepler mevcuttu. Öncelikle peygamberimizin henüz hayatta olmasý, birçok hususta olduðu gibi, Kur’ân metnine kaynak olma konusunda da tek baþýna bir güvenceydi. Ancak Hz. Muhammed’den sonra gelen halifenin böyle bir özelliði olamayacaðýndan, onun daðýnýk haldeki Kur’ân sahifelerini iki kapak arasýnda derleyip bir Mushaf haline getirme mecburiyeti vardý. Çünkü derlenecek bu Mushaf’ýn bundan sonra Müslümanlar arasýnda bir otorite ve teminat olmasý gerekiyordu.
Hz. Ebû Bekir esasen Mushaf’ý, Hz. Peygamber’in vahiy kâtiplerine bizzat yazdýrmýþ olduðu mevcut sahifelerden -mümkün olduðu kadar- derleyebilirdi. Ama bu þekilde hareket etmenin birtakým sakýncalarý vardý. Yani Müslümanlar arasýnda daha sonra ortaya çýkmasý muhtemel olan birtakým ihtilaflarý hesaba katmak icap ediyordu. Çünkü tam veya kýsmî olan hususî Kur’ân nüshalarýnda ufak tefek istinsah hatalarýnýn bulunmasý mümkündü. Kur’ân’ýn bazý parçalarý muhtemelen az sayýda sahâbîde yazýlý olarak bulunduðundan, bu metinler çok geçmeden tamamen ortadan kaybolabilirdi. Bundan dolayý elde mevcut olan metni bir yandan ashabýn nüshalarý ve hâfýzalarý ile teyit ederek, bir yandan da ferdî hatalarý düzelterek, sonuçta ümmetin ittifakýna mazhar olabilecek bir Mushaf’a resmî bir hüviyet kazandýrmak gerekiyordu (13).
Bütün bu görünmeyen sebepler yanýnda asýl bir sebep daha vardý ki, o da Hz. Ebû Bekir zamanýnda yapýlan Yemâme Savaþý'nda birçok kurrâ sahâbinin þehid düþmesiydi. Çünkü bu, istikbalde Kur’ân’a yönelik en büyük tehlikenin sinyali demekti. Ýþte bu muhtemel tehlikeyi sahâbe arasýnda ilk sezen Hz. Ömer olmuþtu. Ona göre Yemâme Savaþý'ndan sonra meydana gelebilecek bir baþka savaþta da benzer bir kaybýn yaþanmasý henüz bir araya toplanmamýþ olan Kur’ân metnine ciddi þekilde zarar verebilirdi. Bu yüzden Hz. Ömer hiç vakit kaybetmeden Hz. Ebû Bekir’in yanýna giderek konuyla ilgili endiþesini dile getirdi ve ona Kur’ân’ý derlemesini teklif etti. Hz. Ebû Bekir böyle bir teklif karþýsýnda ilk anda tereddüt geçirdi. Bunun sebebi, derlenecek olan tek nüshaya Müslümanlarýn ulaþmalarýndaki zorluktu. Kaldý ki o dönemde yazý bilenlerin oraný da yüksek deðildi. Ayrýca Hz. Peygamber’in yapmadýðý bir iþi yapmaktan çekinme kaygýsý da vardý (14). Ancak bütün bunlara raðmen Hz. Ebû Bekir, çok geçmeden Hz. Ömer’in teklifini kabul etti ve Kur’ân’ý cem etme iþi için seçilecek en uygun sahâbînin Zeyd b. Sâbit olacaðý fikrini de benimsedi.
Kaynaklarýn kaydettiðine göre Kur’ân’ý derleme iþini üzerine alan Zeyd, bu hususta son derece saðlam bir yol izlemiþtir. Çünkü o, sadece ezberlenenle ya da yazýlanla yetinmeyerek, Kur’ân’ý derleme iþinde hem Allah Rasûlü’nün huzurunda yazýlanlara hem de insanlarýn ezberlerinde bulunanlara birlikte itibar etmiþtir. Yani kendisine getirilen her Kur’ân nüshasýnýn, öncelikle Rasûlullah’ýn (s.a.s.) huzurunda yazýlýp yazýlmadýðýný tespit ettikten sonra bu yazýlý nüshada bulunan Kur’ân metninin insanlar tarafýndan -herhangi bir fazlalýk veya eksiklik olmadan- ayný lafýzlarla ezberlenip ezberlenmediðini kontrol etmeyi de esas almýþtý. Ayrýca sunulan herhangi bir metnin kabul edilmesi için o metnin, Hz. Peygamber’in huzurunda yazýldýðýna tanýklýk edecek iki þahit de istemiþti. Çünkü Halife Ebû Bekir, Hz. Ömer ile Zeyd’e: “Mescidin kapýsýnda oturun, size kim iki þahitle Allah’ýn kitabýndan yazýlý bir metin getirirse, onu alýn” demiþti (15). Neticede sahâbîlerin yanýnda daðýnýk halde bulunan Kur’ân metinleri, Zeyd b. Sâbit’in bu yoðun ve titiz çalýþmasý sonucu bir sene içinde bir araya toplanmýþtý.
Zeyd, Kur’ân’ý derleme iþini tamamlayýnca tashihe ihtiyaç olup olmadýðýný kontrol etmek için Kur’ân metnini baþýndan sonuna kadar okumuþ ve bu kontrol sýrasýnda iki âyetin Mushaf’a yazýlmadýðýný görmüþtü. Buhârî’nin nakline göre bu âyetler, Tevbe Sûresi’nin son iki âyetiydi. Ancak Zeyd b. Sâbit onlarý da Huzeyme b. Sâbit’in tanýklýðýyla tespit edip Kur’ân’a dahil etmiþti. Bu konudaki haber þöyledir: “Abdullah b. ez-Zubeyr’den naklediliyor: Huzeyme b. Sâbit Tevbe Sûresi’nin son iki âyetinin yazýlý olduðu bir metinle Hz. Ömer’in yanýna geldi. Ömer ona: ‘Bunlarýn Kur’ân’dan olduðuna dair þahidin var mý?’ dedi. Huzeyme de: ‘Hayýr’ dedi, ‘benden baþka bir þahit olup olmadýðýný bilmiyorum. Ancak vallahi ben bu âyeti Rasûlullah’tan (s.a.s.) iþittiðime ve onu ezberleyip kalbime yerleþtirdiðime þehâdet ederim’ dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer: ‘Þehâdet ederim ki bu âyeti Rasûlullah’tan ben de duydum’ dedi (16). Böylece söz konusu iki âyet de Mushafa yazýldý."
B. Kur'ân'ýn Metninin Çoðaltýlmasý (Ýstinsah)
Kur’ân’ýn ilâhîlik vasfýný korumak amacýyla giriþilen beþerî faaliyetlerin en önemlilerinden biri de, onun çoðaltýlmasýdýr. Bu yüzdendir ki söz konusu faaliyet, Hz. Osman’ýn devlet baþkanlýðý esnasýnda yapmýþ olduðu hizmetlerin en büyüðü olarak nitelendirilmiþtir. Kur’ân’ýn beþer tarihindeki seyriyle ilgili böyle bir meselenin gündeme getirilmesi, ümmetin fertleri arasýnda ortaya çýkan kýrâat ihtilaflarýna dayandýrýlmaktadýr. Buna göre denilebilir ki, verilen ruhsatýn bir sonucu olarak Hz. Peygamber’den farklý kýraatler öðrenip, özellikle Hz. Ömer devrinde Ýslâm devletinin sýnýrlarýnýn geniþlemesi neticesinde Kur’ân öðretmenliði vazifesiyle çeþitli beldelere giden sahâbîler, gittikleri yerlerde Hz. Peygamber’den öðrendikleri kýrâat tarzlarýný okutmuþlardý. Tabiatýyla bu durumda da onlardan kýrâat dersi alan insanlar arasýnda birtakým okuyuþ farklýlýklarý ortaya çýkmýþtý. Her ne kadar yeni Müslüman olan bu unsurlara, söz konusu ihtilafýn mahiyetinden ve bunun bir ruhsatýn neticesi olduðundan söz edilmiþse de, onlar kalplerine birtakým þüphelerin gelmesine engel olamamýþlar ve bunun sonucunda zaman zaman birbirlerini tekzibe (yalanlamaya), hatta tekfire (kâfir saymaya) bile gidebilmiþlerdi. Ýþte bu tür ihtilaflarý gidermek amacýyla Hz. Osman devrinde Zeyd b. Sâbit baþkanlýðýnda oluþturulan bir heyet, beþ sene kadar süren titiz bir çalýþma yaparak bunun sonucunda birkaç Kur’ân nüshasý oluþturdu ve bunlar çeþitli Ýslâm beldelerine gönderildi. Böylece söz konusu ihtilaflar bertaraf edilmiþ oldu (17).
Kur’ân’ýn çoðaltýlýp belli baþlý merkezlere gönderilmesine raðmen, Müslümanlar arasýnda kýrâat bakýmýndan birtakým sýkýntýlar yani Kur'ân'ý okuma güçlükleri ve yanlýþlýklarý hâlâ devam ediyordu. Çünkü ne hareke, ne de þeklen birbirine benzeyen harfleri birbirinden ayýrmak için bugün bilinen noktalar henüz Kur’ân’a konulmuþ deðildi. Gerçi o dönemde hareke ve noktadan mahrum olan bu yazýyý sahâbîlerin hatasýz bir þekilde okumalarý mümkündü. Çünkü ana dilleri Arapça idi. Ancak hicrî birinci asrýn ikinci yarýsýndan itibaren Arap olmayan unsurlarýn Ýslâm’a girmeleri ve bunlarýn Arapça bilmemeleri sebebiyle, Kur’ân’ý yanlýþ okuma hâdiselerine sýk sýk rastlanýr olmuþtu. Denildiðine göre Basra valisi Ziyâd b. Sümeyye bu meseleyi çözüme kavuþturmak amacýyla ilk olarak devrin büyük filoloðu Ebü’l-Esved ed-Düelî’yi (ö. 69/688) çaðýrýp, ondan bir sistem geliþtirmesini istedi. Bunun üzerine de Ebü’l-Esved ed-Düelî Kur'ân'ýn doðru okunmasýný saðlamak amacýyla Mushaf’a hareke koydu. Böylece Kur’ân okuma esnasýnda ortaya çýkabilecek muhtemel hatalar büyük ölçüde önlenmiþ oldu (18).
Harekeleme iþi, söz konusu meseleyi bir ölçüde çözmüþtü; ancak Arap olmayan unsurlar için “be”, “te”, “se”, “cim”, “ha”, “fe” ve “kaf” gibi þekil itibariyle birbirine benzeyen harfleri ayýrt ederek saðlýklý bir þekilde okuma konusunda yine de zorluklar vardý. Sözü edilen harfler, eðer birtakým alâmetlerle birbirinden ayýrt edilmezse, hatalý okumalarýn devam edeceði muhakkaktý. Ýþte bu konudaki eksikliði ilk sezen Irak valisi Haccâc b. Yûsuf (ö. 95/713) olmuþtur. Kaynaklarýn verdiði bilgiye göre Haccâc, devrin büyük âlimi Nasr b. Âsým’dan (ö. 89/708) veya -bazý rivayetlere bakýlýrsa- Yahya b. Ya’mer’den (ö. 129/746) bu iþ için önlem almasýný istemiþti. Bunun üzerine söz konusu âlimlerden biri, Kur’ân’ýn kýrâatine yönelik ikinci önemli iþi gerçekleþtirerek, biraz önce belirtmiþ olduðumuz harfleri birbirinden ayýrt etmeye yarayan noktalarý koydu (19).
Hareke ve noktalamadan sonra da Kur’ân’ýn daha kolay okunmasýna yönelik birtakým faaliyetlerin devam ettiði gözlenmektedir. Bu çerçevede, âyetlerin sonlarýna duraklar konulmuþtur. Bu duraklar, ilk önce daireye benzer çizgilerden oluþurken, daha sonralarý tam daire þeklinde gösterilmiþ ve zamanla gül þeklini almýþtýr. Bilindiði gibi bugün basýlan Mushaflarda sözü edilen bu duraklarýn içinde âyet numaralarý yer almaktadýr.
Hicrî altýncý asra gelindiðinde ise Muhammed b. Tayfûr es-Secâvendî (ö. 560/1165) tarafýndan Kur’ân’a, âyetlerin manasý göz önünde bulundurularak geliþtirilen ve “secâvend” adý verilen birtakým iþaretler konulmuþtur. Bunlardan baþka sûre ve cüz baþlýklarý, hizib ve secde iþaretleri ihtiyaca binaen Kur’ân’a daha sonra resmedilmiþtir.
Dipnot
--------------------------------------------------------------------------------
* M.Ü. Ýlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalý Baþkaný
(1)-- Bkz. Zerkeþî, el-Burhân fî ulûmi’l-Kur’ân, (Muhammed Ebu’l-Fadl Ýbrahim), Mýsýr 1972,
(2) I, 229; Zerkânî, Menâhilu’l-irfân fî ulûmi’l-Kur’ân, Mýsýr ts, I, 47.
(3)- Zerkânî,Menâhil, I, 48.
(4)- Zerkeþî,Burhân, I, 228; Cerrahoðlu, Ýsmail, Tefsir Usulü, Ankara 1993, s. 43.
(5)- Zerkeþî,Burhân, I, 228.
(6)- Heysemî, Nûruddîn, Mecmeu’z-zevâid, Beyrut 1967, I, 152; VIII, 257.
(7)- Ýbn Hiþâm, es-Sîretü’n-nebeviyye, (thk. Mustafa es-Saka-Ýbrahim el-Ebyâri-Abdulhâiz eþ-Þelebî) Mýsýr 1355/1936, I, 368.
(8)- Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, Beyrut ts, I, 57.
(9)- Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II, 6, 10, 55, 63, 76.
(10)- Zerkânî,Menâhil, I, 247; Ebû Þuhbe, el-Medhal li dirâsâti’l-Kur’âni’l-Kerîm, Mýsýr ts, s. 267.
(11)- Hamidullah,Kur’ân-ý Kerîm Tarihi Ders Notlarý, (trc. Suat Yýldýrým), Erzurum 1975, s. 19.
(12)- Hamidullah,Ýslâm Peygamberi, Ýstanbul 1990, II, 700-701.
(13)- Yýldýrým, Suat, Kur’ân-ý Kerim ve Kur’ân Ýlimlerine Giriþ, Ýstanbýl 1993, s. 63-64.
(14)- Kevserî, Muhammed Zâhid, Makâlâtu’l-Kevserî, yy., ts.,s. 9.
(15)- Zerkânî,Menâhil, I, 252.
(16)- Buhârî, Fezâilu’l-Kur’an, 3; Ýbn Ebî Dâvûd, Kitâbu’l-mesâhif, (nþr. Arthur Jeffery), Leiden 1937, s. 30.
(17)- Geniþ bilgi için bkz. Muhsin Demirci, Tefsir Usûlü, Ýstanbul 2012, s. 95 vd.
(18)- Mushafýn harekelenmesi ve noktalanmasý hakkýnda bkz. Dânî, el-Muhkem fî nakti’l-mesâhif, Dýmaþk 1379/1960, s. 3 vd; Zencânî, Ebû Abdillah, Târîhu’l-Kur'ân, Beyrut 1388/1969, s. 87-88; Zerkânî, Menâhil, I, 408.
(19)- Corci Zeydân, Medeniyyet-i Ýslâmiyye Târihi, (trc. Zeki Megamiz), Ýstanbul 1329, III, 109 vd.
|