Enbiyâ Sûresinin 51. âyetinde þöyle buyuruluyor:
( و لقد آتينا إبراهيم رشـده من قبل و كنا بـه عالمين.)
“Biz daha önceden Ýbrahim’e dini ve dünyasý için hayýrlý, doðru ne varsa onu bulabilecek, hidâyet ve salâha yönelebilecek olgun bir akýl verdik. Biz onun buna layýk olduðunu biliyor, her yönüyle onu tanýyorduk…”
Bu âyet-i kerîmeden Ýbrahim (a.s.)’ýn fazîlet ve kadrini, yüceliðini, ilâhî lütfa nâiliyyetini öðrendiðimiz gibi, genç yaþta olgun düþünce, hidâyet, salah ve hayrý bulabilen bir akla ve idrake sahip olmanýn da ne derece bir meziyet olduðunu öðreniyoruz.
Þimdi Rabbimizin küçük yaþta “rüþd” lutfettiði Ýbrahim (a.s.)’ýn putperest olan babasý ve kavmine karþý münazara ve mücâdelelerine kulak veriyoruz:
“O, babasýÂzer’e ve kavmine; önünde yere kapanýp kulluk ettiðiniz, taptýðýnýz þu heykeller, putlar da ne oluyor!?” dedi.
Cevap verdiler: Biz babalarýmýzý, atalarýmýzý onlara tapar bulduk. (Enbiyâ, 21/ 52-53)
Delilleri buydu. Heykel yapmayý, puta tapmayý babalarýnda, atalarýnda görmüþlerdi. Bundan öte bir delilleri yoktu. Araþtýrma, doðruyu bulma gayreti taþýmýyorlardý. Artýk çoðunluk bu yoldaydý, onlar yaþanýlanlarý doðru kabul ediyordu. O halde doðru buydu… Ancak gerçek doðru bu deðildi:
“Ýbrahim (a.s.)onlara; – Doðrusu siz de, babalarýnýz da açýk bir sapýklýk içindesiniz, dedi.”
Onlar ise; – Sen bize hakký mý getirdin? Ciddî olarak doðruluðuna inandýðýn bir gerçeði mi haber veriyorsun; yoksa bizimle oynuyor, þaka mý yapýyorsun?” (Enbiyâ, 21/ 54-55)
Ýbrahim (a.s.)’ýn sözlerini çok aðýr bulmuþlar, ciddiyetine inanamamýþlar, onlarý bütünüyle þaka da kabul edememiþlerdi. Bu genç, içinde yaþadýðý milletin deðerlerini hiçe sayýyor, babalarýný da, kendilerini de sapýklýk içinde görüyordu. Bu güne kadar böyle bir sözle karþýlaþmamýþlardý. Duyduklarý ciddî olamazdý. Bu kadar aðýr þaka da yapýlmazdý…
Ýbrahim (a.s.) ise ciddî idi. Hem de çok ciddî. Onlarýn; “Bizimle oynuyor, þaka mý yapýyorsun?” sorusunun cevabýný verirken bu ciddiyetini daha da perçinliyordu:
“Hayýr! dedi. – Sizin Rabbiniz, göklerin ve yeryüzünün Rabb’idir. Onlarý yaratandýr. Ve ben buna inanan, þahidlik edenlerdenim.” (Enbiyâ, 21/ 56)
Sonra da yemin ediyordu:
“Allah’a yemin olsun ki; siz ayrýlýp gittikten sonra putlarýnýza bir oyun oynayacaðým.” (Enbiyâ, 21/ 57) Hem de putlarý kýrmaya yemin…
Müfessirlerin naklettiðine göre, bütün Bâbil Halký yýllýk bayramlarý için þehir dýþýna çýkmýþlardý. Hatta babasý, gelmesi için Ýbrâhim’e de ýsrar etmiþ, bayram yerindeki toplu coþkuyu görürse o zaman dinlerini beðeneceðini söylemiþti. Ancak Ýbrahim (a.s.), rahatsýz olduðunu söyleyerek þehirde kalmayý tercih etti. Aradýðý fýrsatý þimdi yakalamýþtý.
Ýnsanlar tamamýyla þehri terk edince harekete geçti. Gizlice putlarýn olduðu yere girdi. Ýçerisi ibret için görülmeye deðerdi. Putlarýn önü yiyeceklerle doluydu. Ýbrahim (a.s.), rengarenk meyvelere, diðer yiyeceklere ve hareketsiz duran putlara baktý. Selim düþünebilen birisi için ne garip bir manzaraydý. Sonra putlara döndü: “Yemiyorsunuz!?.dedi. Neden konuþmuyorsunuz?” (Saffât, 37/ 91-92)
Sonra elindeki baltayý sýkýca kavradý. Balta inip kalkmaya, o indikçe putlar parçalanmaya, parçalar tapýnaðýn dört bir yanýna daðýlmaya baþladý…
“Sonunda putlarý paramparça etti. Yalnýz büyükleri olan putu býraktý. Belki, ona müracaat ederler, ona danýþýrlardý.” (Enbiyâ, 21/ 58)
Babilliler geri döndüklerinde dehþete düþmüþlerdi. Bütün putlarý kýrýlmýþ, parçalanmýþ, saðlam olarak geride sadece en büyükleri kalmýþtý.
Yine müfessirlerin naklettiðine göre Ýbrahim (a.s.) putlarý parçaladýktan sonra suç âleti(!) baltayý büyük putun eline tutuþturmuþtu.
Þimdi manzara, daha da bir garip hale gelmiþti. Sanki büyük put diðer putlarý kýskanmýþ, kendisisine rakip görmüþ ve kýskançlýk krizine kapýlarak hepsini parçalamýþtý. Görüntü buydu. Ne var ki, buna kimse inanmazdý. Saðlam kalan put, diðerlerinden ne kadar büyük olursa olsun sonuçta cansýz bir heykeldi. Bir heykel, bir put bunu yapamazdý. Çünkü o saðýr, dilsiz, hareketsiz ve her neyi temsil ederse etsin akýlsýzdý… Acizdi. Nitekim Bâbilliler de büyük putun bu iþi yaptýðýna inanmadýlar ve yapaný araþtýrmaya baþladýlar:
“Ýlahlarýmýza bunu kim yaptý? Kesinlikle o zâlimlerdendir.” (Enbiyâ, 21/ 59)
Onlar, olayý böyle deðerlendiriyorlardý. Yapan zâlimdi. Son derce hürmet ettikleri, karþýlarýnda el-pençe divan durduklarý, hediyeler sunduklarý putlara bunu yapan ancak saygýsýz, zâlim biri olabilirdi.
Dikkatler Ýbrahim’e yöneldi. O’nun zanlý olmasý bu konuda yadýrganacak bir þey deðildi. Putlara karþý duygularýný gizlemiyordu. Abdullah Ýbn Mesud’dan (r.a.) yapýlan rivayete göre Ýbrahim (a.s.); Allah’a yemin olsun ki; siz ayrýlýp gittikten sonra putlarýnýza bir oyun oynayacaðým.”derken kendisini duyanlar olmuþtu. Bu da durumu kuvvetlendiriyordu.
Dediler ki; Putlarýmýz hakkýnda bu tür sözler söyleyen bir genç duyduk. O’na Ýbrahim denir…” (Enbiyâ, 21/ 60)
Bu sözler üzerine, birinci derecede zanlý olan Ýbrâhim’in, kalabalýðýn gözleri önünde huzura getirilmesi emredildi. Sorgulama ve sorgulamanýn sonucuna herkesin þahit olmasý isteniyordu. Ýbrahim getirildi ve sorulmasý artýk kaçýnýlmaz hale gelen soru, kendisine soruldu:
“Bunu ilâhlarýmýza sen mi yaptýn ey Ýbrahim!” (Enbiyâ, 21/ 62)
Ýbrahim (a.s.) eninde-sonunda bu sorunun sorulacaðýný biliyordu. Cevabý da hazýrdý:
“Bu iþi belki de þu büyükleri yapmýþtýr. Eðer ilâh saydýðýnýz putlar konuþabiliyorsa, ona sorun! dedi.” (Enbiyâ, 21/ 63)
Þaþkýnlýk baþlamýþtý… Ýbrahim’in kimi, neyi kastettiði, sözlerinin hedefi belliydi. Herkesin rahatlýkla anlayýp kavrayabileceði delilleri kullanýyordu. Putlarý parçalanmýþ bir durumdaydý. Bu onlarýn ne kadar aciz ve zavallý olduðunu gösteriyordu. Kendilerini koruyamamýþlar, gelen balta darbelerini engelleyememiþlerdi. Kendilerini bu hale getirene de herhangi bir zarar verememiþler, onu cezalandýramamýþlardý. Bu manzaranýn baþka türlü izahý yoktu. Bâbilliler içleri buruk, gözleri öfkeyle dolu iken þimdi de Ýbrahim (a.s.) tarafýndan baþka bir düþüncenin eþiðine getirilmiþlerdi: Geriye kalan iri put bu iþi yapabilir miydi? O, hareket edebilir mi? Fayda veya zarar verebilir miydi?.. Bu sorular hep cevap istiyordu.
Sonra cevap isteyen baþka sorular da vardý: Kendini koruyamayan, aðzý dili olmayan, yerinden kýpýrdayamayan, önüne konulaný yiyemeyen, içemeyen.. taþtan ve aðaçtan yontulan putlar, ne iþe yarardý?.. Daha bir dizi soru…
Normalde bu düþüncelerden çýkýþýn iki yolu vardý: Ya bu putlarýn hiçbir þey yapamayacaðýný kabul etmek, ya da büyüðün diðerlerini parçaladýðýný varsaymak. Ýkisinin kabulü de mümkün deðildi. Doðrusu bu yol, çýkmaz yoldu.
Putlarýn karþýsýnda el-pençe divan duranlar, ümitlerini, yarýnlarýný… onlara baðlayanlar, çocuklarýný da bu duygularla yetiþtirenler, babalarýný, dedelerini onlara taparken görmüþlerdi. Þimdi de onlar tapýyordu. Ýþte iþin özeti bu kadardý. Ondan öteye, “Neden?” ve “Niçin ?” sorularýnýn cevaplarýna akýl sarmýyor, düzgün mantýk iþlemiyordu…
Karýþýk düþünceler ve þaþkýnlýk içinde kendi kendilerine konuþmaya baþladýlar. Zikr-i Hakîm’e kulak veriyoruz:
“Kendi iç dünyalarýna döndüler; akýllarýna danýþýyor, kalplerini yokluyorlardý. Kapýldýklarý düþünceler içinde kendi kendilerine; – Þüphesiz zâlim sizlersiniz, sizler, dediler. (Enbiyâ, 21/ 64)
Sarsýlmýþtýlar. Ancak Ýblis de boþ durmuyordu. Yine beyinlerine girmiþ, damarlarýnda dolaþmaya baþlamýþ, putlara baðlý yaþantýlarýný onlara güzel göstermeyi baþarmýþtý.
“Sonra tekrar eski zihniyetlerine, kibir ve inatlarýna döndüler. Ýbrahim’e; Sen onlarýn konuþmadýðýný pekâlâ biliyorsun, dediler.” (Enbiyâ, 21/ 65)
Ýbrâhim (a.s.), kýsa bir sarsýntýdan sonra eski sapýklýklarýna dönenlerin bu sözüne karþý da hazýrlýklýydý. Derhal cevap verdi:
“Dedi ki; o halde Allah’ý býrakýp da size hiçbir fayda ve zarar veremeyen âciz þeylere mi tapýyorsunuz? (Enbiyâ, 21/ 66)
Ýbrâhim (a.s.), onlarýn inat ve dalâletinden býkmýþtý. Sözüne þöyle devam etti:
“Size de yazýklar olsun, Allah’ý býrakýp da taptýðýnýz putlara da yazýklar, yuhlar olsun! Siz akýllanmaz mýsýnýz? (Enbiyâ, 21/ 67)
Kullandýðý kelimeler öfkesini açýða vuruyordu. “Bu kadar inat, bu kadar düþüncesizlik, bu kadar sapýklýk ve akýlsýzlýk yeter! Artýk kendinize gelin, akýllanýn!” der gibiydi.
Ýbrâhim (a.s.)’ýn söylediði sözlerin her kelimesi doðruydu ve gerçeði anlatýyordu. Bâbilliler ona cevap vermekten âcizdiler. Cevaptan âciz olan, zihniyeti bozuk, temelleri çürük, davranýþlarý çirkef olan ve elinde güç, kuvvet bulunduran her topluluk gibi, onlar da ellerindeki kaba gücü kullanmak için harekete geçtiler.
“Ýçlerinden þöyle diyenler oldu: Eðer iþ yapacaksanýz, onu yakýn da tanrýlarýnýzýn intikamýný alýn, onlara yardým edin.” (Enbiyâ, 21/ 68)
Hz. Ýbrâhim’in kavmi bu teklifi kabul etti. Günlerce odun topladýlar. Çok geniþ bir çukur kazdýlar. Toplanan odunlarý yanmaya uygun bir þekilde, açtýklarý çukura yerleþtirdiler. Sonra dað gibi yýðýlan odunlarý tutuþturdular. Çok geçmeden alevler gökyüzüne yükselmeye baþladý. Ateþ, o güne kadar benzeri görülmemiþ þerâreler atarak yanýyordu. Tam anlamýyla dehþetli bir ateþ, büyük bir gürültüyle ve çýlgýnca oynayan alevlerle yanýyor, yanýyordu… Yakýnýna yaklaþýlamayacak kadar dehþetli bir sýcak oluþmuþtu. Zaman zaman aniden ne tarafa, nasýl uzanacaðý belli olmayan alevler göklere yükseliyordu. Bu alevler, ateþin çevresini saran ve dehþetli gözlerle ona bakanlara yaklaþma fýrsatý vermiyordu. Onun için, elleri ve ayaklarý baðlanan Ýbrahim (a.s.) ‘in ateþ içine uzaktan mancýnýkla atýldýðý nakledilir.
Ýbrâhim (a.s.), baðlanýp ateþe atýlýrken Rabbine duâ ediyordu:
” لا إلـه إلا أنت سبحانك رب العالمين لك الحمد و لك الملك لا شـريك لك. حسبنا الله و نعم الوكيل.”
“Senden baþka hiçbir ilah yoktur. Âlemlerin Rabbi Sensin. Seni tesbih, tenzih ederim. Hamd Sanadýr. Mülk Senindir. Senin ortaðýn yoktur.”
Rabbimiz Allah bize yeter. O, ne güzel vekildir.”
Güvenip dayandýðý, sýðýndýðý Rabbi, onu yalnýz, çaresiz býrakmýyordu.
( قلنـا يا نـار كونـى برداً و سـلاماً على إبراهيـم.)
“Ey Ateþ! Ýbrahim için serinlik, selâmet ol! dedik.” (Enbiyâ, 21/ 69) buyuruyordu.
Ýbrahim (a.s.), þimdi ateþten bir çember içinde, sanki cennet bahçelerinden bir bahçede yaþýyordu. Ýnsanlar alevler arasýndan onun bu halini görüyorlar, ancak yanýna varamýyorlardý. Dev alev dalgalarý, aralarýnda geçit vermez bir sur oluþturmuþtu.
Böyle bir mucizeyi yaþayan insanlarýn, o andaki duygularýný bütünüyle bilemiyoruz. Ancak Ebu Hureyre’den gelen bir rivâyette babasý için þöyle der: “Oðlunu bu durumda gören Ýbrahim’in babasý, ömrü boyunca söylediði kelimelerin en güzelini söyledi: Ey Ýbrahim! Senin Rabbin ne güzel Rabb imiþ!..”
Ýbn Asâkir’in Tarih’inde Ýkrime’den yapýlan bir nakil yer alýr. Bu nakle göre; Ýbrahim (a.s.)’ýn annesi oðlunun durumunu görünce gýpta etmiþ ve O’na þöyle seslenmiþti: “Oðlum! Yanýna gelmek istiyorum! Allah’a dua et; seni çevreleyen ateþten beni korusun!”
Ýbrahim (a.s.); “Evet” diyerek Rabbine yöneliyor, duâ ediyor ve annesi ateþler arasýndan yürümeye baþlýyordu. Çatýrdayarak yanan ateþin alevleri ona tesir etmiyor, alevleri yararak ilerleyen anne, bu manzarayý görmeden önce, ümidini kestiði yavrusunun yanýna, þimdi sevinç içinde varýyor, ulaþýnca onu kucaklayýp öpüyor daha sonra da geri dönüyordu.
Susturulamayan genç, kaba kuvvetle durdurulmaya çalýþýldý, güçleri yetmedi. Ellerindeki imkanlara ve çokluklarýna güvenerek üstünlük kurmak, üst konumlarýný vurgulamak istediler, o da olmadý. Bütün bu gayretlerinden sonra daha da alçaldýlar. Onlar kazanmak istediler ama kaybettiler…
“Böylece ona tuzak kurmak istediler; fakat biz onlarý kaybeden, hüsrana uðrayanlardan ettik..” (Enbiyâ, 21/ 70)
Bu dünya hayatýnda iken uðradýklarý maðlubiyetti. Ýçinde bulunulan hayattaki zillet ve kayýptý. Ebedî hayattaki kayýplarý elbette daha büyük olacaktý. Zâlimlerin ve sapýklarýn o gün içine atýldýðý ateþ, hiçbir zaman onlar için “serinlik ve selâmet” olmayacaktý. Orada hoþ selamlarla da karþýlanmayacaklardý…
Delillerle Allah’a Yöneliþi Vurgulayan Genç
Genç Ýbrahim’in (a.s.) mücâdelesi sadece putlara ve putperestlere karþý deðildi. Ýçinde yaþadýðý topluluðun batýl inançlarýna temel teþkil eden her þeye karþý mücadele ediyordu.
Ýbrahim (a.s.)’ýn içlerinde yetiþtiði Babillilerin tek Allah inancýna sahip olmadýklarý, tevhid inancýný býrakarak putlara baðlandýklarý ve bu baðlýlýðý körü körüne bir anlayýþla nesilden nesile sürdürdükleri kesindir. Kur’ân-ý Kerîm’de bunun zikri açýkça görülmektedir.
Kaynaklarýmýz onlarýn “Sabiîlik” olarak ifade edilen bir inanç sistemine baðlý olduklarýný zikreder. “Sabiîlik” ruhlara ve meleklere ibâdet esasýndan baþlayýp, giderek yýldýzlara, gezegenlere, aya, güneþe ve sonuçta da onlar adýna yapýlan putlara tapmaya varan bir din anlayýþýydý.
Evet, gökyüzü gerçekten ibret levhalarýyla dolu bir âlemdi. Saatlerce bakýp tefekkür etmeye deðerdi. Bu kadar gezegen, bu kadar yýldýz, bu kadar uydu… fezâ boþluðunda nasýl dönüyordu. Nasýl bir nizam ve intizama sahiptiler. Bu nasýl gerçekleþiyordu. Onu gerçekleþtiren, bu kanun ve nizamý koyan kimdi?.. Bu akýl almaz boþluk nereye kadar devam ediyordu.. Bitiyor muydu? Bitiyorsa bittiði yerde ne vardý? O þey nasýldý? Baþka bir boþluk muydu? Yoksa bir duvar, bir perde miydi? Bir duvar veya perde ise o duvarýn veya perdenin kalýnlýðý ne kadardý? Onun bittiði yerde ne vardý?… Her bir gezegenin insan için ne gibi bir fonksiyonu olacaktý? Bu kadar çok yýldýz, gezegen ne iþe yarayacaktý? Bitmez, tükenmez, ardý, atrkasý kesilmez, doyurucu bir þekilde cevaplanamaz sorular…
Ancak her gören ve düþünen aklý hayran býrakan bir kubbe… Uzanýp giden boþluk ve bu boþlukta pýrýldayan yýldýzlar… Gündüzleri, hepsini ýþýk seline boðarak silen ve geri plana atan güneþ…
Rabbimiz; “Elbette göklerin ve yerin yaratýlýþýnda, gece ile gündüzün ardý ardýna geliþinde, düþünebilen, ibret alan akýl sahipleri için nice âyetler, alâmetler var.” (Âli Ýmrân, 3/ 190) buyurur. Bu inkar edilemez bir gerçektir.
Ancak yaratýlandan yaratana ulaþmak yerine, yaratýlana takýlýp kalmak, onu asýl çerçevesinden çýkartýp ilahlaþtýrmak ve hayranlýðý hayranlýk duyulan þeye kulluk boyutuna taþýmak, kýsýr akýllarýn, aklý yolda kalmýþlarýn, tefekkür boyutunda þeytanýn çelmesiyle tökezleyerek yere kapaklanmýþlarýn ve tökezlediði yerde kalmayý tercih etmiþlerin iþidir.
Ýbrâhim’in (a.s.) kavmi Bâbilliler de böyle bir milletti. Yaratýlana takýlmýþ, Yaratan’a isyan etmiþlerdi. Hakka giden yoldan çýkýnca sapkýnlýkta ilerlemeye, her geçen gün hak ve hakikatten uzaklaþmaya baþlamýþlardý. Yürüdükleri yol onlarý ebedî felâkete götürüyordu. Hidâyet rehberi olan Ýbrâhim (a.s.), gençliðin baharýnda onlara hakka ulaþmanýn, yarataný bulmanýn, doðru sonuca varmanýn bir örneðini sergiliyordu.
Zikr-i Hakîm’e kulak veriyoruz:
“Ýþte böyle, yakinen bilenlerden olmasý için biz, Ýbrâhim’e göklerin ve yerin melekûtunu (yaratýlýþýndaki derin incelikleri ve hikmetleri…) gösteririz. En‘âm, 6/ 75)
Iþýklar kaybolup, gecenin karanlýðý bütünüyle çökünce, o bir yýldýz gördü: Yýldýzý göstererek, acaba Rabbim bu mudur? dedi.
Çünkü gördüðü ve iþaret ettiði bu yýldýz, diðerlerinden daha canlý, daha parlaktý. Göze hoþ görünüyor, berrak semâda pýrýldýyordu. Ancak çok geçmeden pýrýldayan ýþýk kayboldu. Tefsirlerde “Zühre” veya “Müþteri” olduðu nakledilen bu yýldýz batýp yok oldu. Ýlah, hiç yok olur muydu? Hiç batar, son bulur muydu?..
Gördüðü ve “ilah olabilir mi?” dediði yýldýz batýnca Ýbrâhim (a.s.); “Ben batanlarý, kaybolup son bulanlarý sevmem, onlarý ilah kabul edemem” dedi. En‘âm, 6/ 76)
Ýbrahim (a.s.) gökte yer deðiþtiren, sonunda batýp kaybolan bir yýldýzýn ilah olmayacaðýný vurgulamýþtý. Ancak ilah o deðilse kimdi, neydi?.. Ýstidlal devam etti. Biraz sonra ay çýkmýþtý. Çok daha büyüktü. Çok daha parlak görünüyordu. Gecenin karanlýðý içinde çok daha belirgindi. Görünüþü de güzeldi. Mehtabýn ýþýklarý gönüllere sevinç ve ümit dalgalarý serper gibiydi. Ýbrahim’in (a.s.) dikkati bu sefer ona yöneliyordu.
“Sonra karanlýðý yarýp çýkarcasýna doðan ve etrafa ýþýk saçan ayý gördü. Rabbim bu mu ki? dedi. Ancak o da battý, kaybolup gitti. Ay da batýnca; Rabbim bana hidâyet vermezse, hakký, doðru yolu göstermezse ben dalâlet içinde yüzen milletlerden olurum, dedi.” En‘âm, 6/ 77)
Evet ay da güzeldi, yükseklerdeydi, saçtýðý ýþýk daðlarý, vâdîleri kuþatýyordu. Ancak onun da ilah olmadýðý kesindi. O da gelip-geçici, o da fanî idi. Ýbrâhim, doðruyu bulmak için gerçek Rabbine sýðýnýyor, kendisine yol göstermesini, hakka hidayet etmesini niyaz ediyordu. Yoksa sapýtan topluluklar gibi o da dünya ve âhiretini kaybedebilirdi.
Ay da ilah deðildi. Bu kesindi. O da yaratýlmýþtý, gelip-geçiciydi… Þimdi yeniden boþluk, yeniden arayýþ vardý…
Daha sonraki saatlerde fecir doðdu. Sabah olmuþtu. Çok geçmeden ýþýklarý gecenin karanlýðýný ve gök yüzüne serpilen binlerce yýldýzý boðmuþtu. Ancak henüz onlarý boðan ýþýklarý, yeryüzüne gönderen ýþýk kaynaðý görünmemiþti. Çok geçmeden o da ufuktan yüzünü göstermeye baþladý. Giderek ufuktan sýyrýldý. Yükseldikçe dünyayý ýþýk seline boðuyor, her geçen dakika ýþýðý daha da bir canlýlýk kazanýyordu. Onun ýþýðýnda varlýklar bütün incelikleriyle görülebiliyor, bütün netliðiyle ortaya çýkýyordu. Iþýðýyla birlikte ýsýsýný da gönderiyor, bitkileri ve diðer canlýlarý ýþýðýyla beslediði gibi ýsýsýyla da besliyordu… O çok baþkaydý. Ancak o da doðuyor, yükseliyor ve saati geldiðinde batýyor, ortalýðý yeniden karanlýk kaplýyordu. O da fani idi. O halde o da ilah deðildi; olamazdý. Ýlah ebedî, olmalýydý; ezelî olmalýydý. Zaman ve mekan da dahil, hiçbir þeye muhtaç olmamalýydý…
Kur’ân-ý Kerîm’in öz ifadesine dönüyoruz:
“Sonra ufuktan doðan ve dünyaya ýþýk saçan güneþi gördü. Rabbim bu mu ki? Bu daha büyük. Ancak güneþ de battý. O da kaybolup gitti…
Güneþin ýþýklarý ufukta sönüp, kaybolup gidince Ýbrâhim(a.s.); “Ey Kavmim! Ben sizin þirk koþtuðunuz þeylerden berîyim. Bütün varlýðýmla böyle bir inanýþtan uzaðým.” dedi. (En‘âm, 6/ 78)
Ýbrahim (a.s.), yýldýzlara, gezegenlere tapan milletine, dolayýsýyla onlar gibi, asýrlar boyu gelip-geçecek ve hakký bulmaya muhtaç olan her insana doðruyu bulmak, hakka ulaþmak için nasýl bir istidlal yolu takip edileceðini gösteriyor, ulaþýlmasý gereken gerçeði vurguluyordu.
O, kendisine tapýlan yýldýzlarýn önce küçük olanlarýndan, ancak diðerlerine göre daha fazla göze çarpanlarýndan biriyle baþlamýþ, sonuçta onun ilahlýk için uygun olmadýðý açýklamýþ; daha sonra aya geçmiþti. Zaten ayýn doðuþu, yükseliþi, görünüþü diðerini zayýf düþürüyor, siliyor, geri plana itiyordu. Çünkü güçlünün karþýsýndaki zayýf, zaten ilah olamazdý. Ýlah olamayacaðý anlaþýlan yýldýz da diðer yýldýzlardan daha parlak göründüðüne göre bütün yýldýzlar silinmiþti. Evet, onlar güzeldiler ama güzellik ve parlaklýk ilah olmak için yeterli þeyler deðildi.
Ancak ay da, ne kadar parlak olursa olsun, ne kadar güzel görünürse görünsün onlarla ayný vasýflarý taþýyordu. O da doðuyor, yükseliyor, batýyordu. Bunlar fanîlerin özelliklerindendi. O da ilah olamazdý.
Zaten güneþin doðuþu onu da gözden düþürmüþ, ýþýðý onu boðduðu gibi, onun ilah olma ihtimalini de boðmuþ, yok etmiþti. Geriye þimdi kendisi kalmýþtý. Ne var ki o da diðerleri gibi gelip-geçiciydi. O da semâda bir yerden bir baþka yere intikal ediyor, sonunda kayboluyordu. Üstelik bu intikal ediþ de üzerinde durulmasý gereken bir konuydu. Ne kadar büyük ve ne kadar parlak olursa olsun, onun da sýnýrlý bir hacmi vardý ve kendisinden daha büyük olan semâda yol alýyordu. Sanki onun kucaðýnda yaþýyordu. Doðuþunu, yükseliþini takip eden her selim akýl sahibi insanýn fark edebileceði gibi, her gün kendisine çizilen bir hat üzerinde seyrediyordu. Onun dýþýndaki kâinât mahluk (yaratýlmýþ) ise, o bu yaratýlana muhtaç ve her an onunla çevrili idi. Hiç yaratan, yaratýlana muhtaç olur muydu?..
Genç Ýbrahim (a.s.), içinde yaþadýðý toplumun yapýsýna, inançlarýna, kültür seviyesine uygun ve hedefi net bir istidlal yolu takip ediyor ve son noktayý koyuyordu: “Ey Kavmim! Ben sizin þirk koþtuðunuz þeylerden berîyim. Bütün varlýðýmla böyle bir inanýþtan uzaðým.”
Sonra da kendi inandýðý, gönülden baðlandýðý, uðruna her þeye katlandýðý, Rasûlü olduðu Rabbine yöneliþini dile getiriyor, O’nun her þeyin yaratýcýsý ve Rabbi olduðunu vurguluyor ve dikkatleri O’na çeviriyordu:
“Elbette ki ben, tevhid inancýna sahip biri olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ancak ve ancak O’na yönelirim ve ben müþriklerden deðilim.” (En‘âm, 6/ 79)
O, yeri ve gökleri, onlarýn taptýklarý yýldýzlarý, gezegenleri, doðup batan, kendilerine çizilen hattý terk etmeyen, dâima belli bir hat, belli bir nizam ve intizam içinde seyreden bütün gök cisimlerini ve kâinattaki diðer varlýklarý yaratandý, âlemlerin Rabbiydi… Her þeyimiz O’nun için olmalýydý.
“Þüphesiz ki, namazým, orucum, haccým… (bütün ibadetlerim), hayatým ve ölümüm (her þeyim) âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.” (En‘âm, 6/ 162)
Bütün delillerin varýp dayandýðý gerçek iþte buydu. Gerisi boþtu, fânî idi.
Þüphesiz her fânî son bulur. Hak gelir, bâtýl zâil olur…
_________________________________
Kaynaklar
- Kur’ân-ý Kerîm
- El-Bidâye ve’n-Nihâye
Telif: Hafýz Ýsmâil Ýbn Ömer Ýbn Kesîr (Ö. 774 H. / 1372 M.)
Tahkîk: Dr. Ebu Mülhim ve Arkadaþlarý
Dâru’l-Kütübi’l-Ýlmiyye 2. Baský. Beyrut
- El-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân
Telif: Muhammed Ýbn Ahmed el- Kurtubî (Ö. 671 H. / 1272 M. )
Dâru’l-Kütübi’l-Mýsrýyye. 3. Baský. Kahire
- Ýrþâdü’l-Akli’s-Selim ilâ Mezâyâ’l-Kur’âni’l-Kerîm
Telif: Ebu’s-Suud Muhammed Ýbn Muhammed el-Ýmâdî (Ö. 951 H. / 1544 M.)
Dâru Ýhyâi’t-Türâsi’l-Arabî. Beyrut.
- Kasasü’l-Enbiyâ
Telif: Hafýz Ýsmâil Ýbn Ömer Ýbn Kesîr (Ö. 774 H. / 1372 M.)
Tahkik: Dr. Mustafa Abdülvâhid
3. Baský- 1988 / Mekke
- Kýsâs-ý Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ
Telif: Ahmed Cevdet Paþa
M.E.B. Yayýnlarý 1. Baský. 1972 / Ýstanbul
- Lisânü’l-Arab
Telif: Muhammed Ýbn Mükrim Ýbn Manzûr
Dâru Sâdýr Beyrut.
- Muhtasaru Tefsîr-i Ýbn Kesir
Telif: Hafýz Ýsmâil Ýbn Ömer Ýbn Kesîr (Ö. 774 H. / 1372 M.)
Ihtisar ve Tahkik: Muhammed Ali Es-Sâbûnî
Dâru’l-Kur’âni’l-Kerîm 1399 H. Beyrut
- Müsned-i Ahmed
Telif: Ahmed Ýbn Hanbel
El-Mektebetü’l-Ýslâmî 2. Baský. Beyrut
- Safvetü’t-Tefâsîr
Telif: Muhammed Ali Es-Sâbûnî
Dâru’l-Kurâni’l-Kerim, 4. Baský. 1981 / Beyrut
- Sahih-i Buhârî
Telif: Muhammed Ýbn Ýsmail el-Buhârî (Ö. 256 H. / 869 M.)
(Þerhi Umdetü’l-Kârî ile basýlý)
Mektebetü’l-Halebî ve Oðullarý 1. Baský. 1972 / Kahire
- Sahih-i Müslim
Telif: Müslim Ýbn el-Haccâc (Ö. 261 H. / 874 M.)
Tahkîk: Muhammed Fuâd Abdülbâkî
Dâru Ýhyâi’t-Türâsi’l-Arabî. Beyrut.
- Es-Sýhâh
Telif: Ýsmâil Ýbn Hammâd el-Cevherî
Tahkîk: Ahmet Abdülðafûr Attâr
2. Baský. 1982 / Kahire
- Umdetü’l-Kârî, Þerhu Sahihi’l-Buhârî
Telif: Bedrüddin Mahmud el- Aynî (Ö. 855 H. / 1451)
Mektebetü’l-Halebî ve Oðullarý 1. Baský. 1972 / Kahire
- Hak Dini – Kur’ân Dili
Telif: Elmalýlý Hamdi Yazýr
Diyânet Ýþleri Baþkanlýðý Yayýnlarý 1936 / Ankara
- Kur’ân-ý Kerîm Meâl-i Âlîsî ve Tefsiri
Telif: Ömer Nasûhî Bilmen
Sadeleþtirilmiþ Baský. Ýpek Yayýnevî. Ýstanbul