Putlar ve Putçuluk Zihniyetiyle Mücâdele Eden Genç
İbrahim (a.s.)’ın hak dâvâ uğruna mücâdeleleri, münâzaraları, duâları… gerçekten incelenmesi ve ibret alınması gereken mücâdeleler, münâzaralar ve duâlardır. Ahlâkî yapısı, davranışları, hoş hasletleri apayrı bir güzellik taşır. Konumuzla bağlantılı olarak bunun güzel örneklerini göreceğimiz kanaatindeyiz.
07/04/2014 - 15:46

Enbiyâ Sûresinin 51. âyetinde şöyle buyuruluyor:
 
( و لقد آتينا إبراهيم رشـده من قبل و كنا بـه عالمين.)
 
“Biz daha önceden İbrahim’e dini ve dünyası için hayırlı, doğru ne varsa onu bulabilecek, hidâyet ve salâha yönelebilecek olgun bir akıl verdik. Biz onun buna layık olduğunu biliyor, her yönüyle onu tanıyorduk…”
 
Bu âyet-i kerîmeden İbrahim (a.s.)’ın fazîlet ve kadrini, yüceliğini, ilâhî lütfa nâiliyyetini öğrendiğimiz gibi, genç yaşta olgun düşünce, hidâyet, salah ve hayrı bulabilen bir akla ve idrake sahip olmanın da ne derece bir meziyet olduğunu öğreniyoruz.
 
Şimdi Rabbimizin küçük yaşta “rüşd” lutfettiği İbrahim (a.s.)’ın putperest olan babası ve kavmine karşı münazara ve mücâdelelerine kulak veriyoruz:
 
“O, babasıÂzer’e ve kavmine; önünde yere kapanıp kulluk ettiğiniz, taptığınız şu heykeller, putlar da ne oluyor!?” dedi.
 
Cevap verdiler: Biz babalarımızı, atalarımızı onlara tapar bulduk. (Enbiyâ, 21/ 52-53) 
 
Delilleri buydu. Heykel yapmayı, puta tapmayı babalarında, atalarında görmüşlerdi. Bundan öte bir delilleri yoktu. Araştırma, doğruyu bulma gayreti taşımıyorlardı. Artık çoğunluk bu yoldaydı, onlar yaşanılanları doğru kabul ediyordu. O halde doğru buydu… Ancak gerçek doğru bu değildi:
 
“İbrahim (a.s.)onlara; – Doğrusu siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz, dedi.”
 
Onlar ise; – Sen bize hakkı mı getirdin? Ciddî olarak doğruluğuna inandığın bir gerçeği mi haber veriyorsun; yoksa bizimle oynuyor, şaka mı yapıyorsun?” (Enbiyâ, 21/ 54-55)
 
İbrahim (a.s.)’ın sözlerini çok ağır bulmuşlar, ciddiyetine inanamamışlar, onları bütünüyle şaka da kabul edememişlerdi. Bu genç, içinde yaşadığı milletin değerlerini hiçe sayıyor,  babalarını da, kendilerini de sapıklık içinde görüyordu. Bu güne kadar böyle bir sözle karşılaşmamışlardı. Duydukları ciddî olamazdı. Bu kadar ağır şaka da yapılmazdı…
 
İbrahim (a.s.) ise ciddî idi. Hem de çok ciddî. Onların; “Bizimle oynuyor, şaka mı yapıyorsun?” sorusunun cevabını verirken bu ciddiyetini daha da perçinliyordu:
 
“Hayır! dedi. – Sizin Rabbiniz, göklerin ve yeryüzünün Rabb’idir. Onları yaratandır. Ve ben buna inanan, şahidlik edenlerdenim.” (Enbiyâ, 21/ 56)
 
Sonra da yemin ediyordu:
 
“Allah’a yemin olsun ki; siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım.” (Enbiyâ, 21/ 57) Hem de putları kırmaya yemin…
 
Müfessirlerin naklettiğine göre, bütün Bâbil Halkı yıllık bayramları için şehir dışına çıkmışlardı. Hatta babası, gelmesi için İbrâhim’e de ısrar etmiş, bayram yerindeki toplu coşkuyu görürse o zaman dinlerini beğeneceğini söylemişti. Ancak İbrahim (a.s.), rahatsız olduğunu söyleyerek şehirde kalmayı tercih etti. Aradığı fırsatı şimdi yakalamıştı.
 
İnsanlar tamamıyla şehri terk edince harekete geçti. Gizlice putların olduğu yere girdi. İçerisi ibret için görülmeye değerdi. Putların önü yiyeceklerle doluydu. İbrahim (a.s.), rengarenk meyvelere, diğer yiyeceklere ve hareketsiz duran putlara baktı. Selim düşünebilen birisi için ne garip bir manzaraydı. Sonra putlara döndü: “Yemiyorsunuz!?.dedi. Neden konuşmuyorsunuz?” (Saffât, 37/ 91-92)
 
Sonra elindeki baltayı sıkıca kavradı. Balta inip kalkmaya, o indikçe putlar parçalanmaya, parçalar tapınağın dört bir yanına dağılmaya başladı…
 
“Sonunda putları paramparça etti. Yalnız büyükleri olan putu bıraktı. Belki, ona müracaat ederler, ona danışırlardı.” (Enbiyâ, 21/ 58)
 
Babilliler geri döndüklerinde dehşete düşmüşlerdi. Bütün putları kırılmış, parçalanmış, sağlam olarak geride sadece en büyükleri kalmıştı.
 
Yine müfessirlerin naklettiğine göre İbrahim (a.s.) putları parçaladıktan sonra suç âleti(!) baltayı büyük putun eline tutuşturmuştu.
 
Şimdi manzara, daha da bir garip hale gelmişti. Sanki büyük put diğer putları kıskanmış, kendisisine rakip görmüş ve kıskançlık krizine kapılarak hepsini parçalamıştı. Görüntü buydu. Ne var ki, buna kimse inanmazdı. Sağlam kalan put, diğerlerinden ne kadar büyük olursa olsun sonuçta cansız bir heykeldi. Bir heykel, bir put bunu yapamazdı.  Çünkü o sağır, dilsiz, hareketsiz ve her neyi temsil ederse etsin akılsızdı… Acizdi. Nitekim Bâbilliler de büyük putun bu işi yaptığına inanmadılar ve yapanı araştırmaya başladılar:
 
“İlahlarımıza bunu kim yaptı? Kesinlikle o zâlimlerdendir.” (Enbiyâ, 21/ 59)
 
Onlar, olayı böyle değerlendiriyorlardı. Yapan zâlimdi. Son derce hürmet ettikleri, karşılarında el-pençe divan durdukları, hediyeler sundukları putlara bunu yapan ancak saygısız, zâlim biri olabilirdi.
 
Dikkatler İbrahim’e yöneldi. O’nun zanlı olması bu konuda yadırganacak bir şey değildi. Putlara karşı duygularını gizlemiyordu. Abdullah İbn Mesud’dan (r.a.) yapılan rivayete göre İbrahim (a.s.); Allah’a yemin olsun ki; siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım.”derken kendisini duyanlar olmuştu. Bu da durumu kuvvetlendiriyordu.
 
Dediler ki; Putlarımız hakkında bu tür sözler söyleyen bir genç duyduk. O’na İbrahim denir…” (Enbiyâ, 21/ 60)
 
Bu sözler üzerine, birinci derecede zanlı olan İbrâhim’in, kalabalığın gözleri önünde huzura getirilmesi emredildi. Sorgulama ve sorgulamanın sonucuna herkesin şahit olması isteniyordu. İbrahim getirildi ve sorulması artık kaçınılmaz hale gelen soru, kendisine soruldu:
 
“Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın ey İbrahim!” (Enbiyâ, 21/ 62)
 
İbrahim (a.s.) eninde-sonunda bu sorunun sorulacağını biliyordu. Cevabı da hazırdı:
 
“Bu işi belki de şu büyükleri yapmıştır. Eğer ilâh saydığınız putlar konuşabiliyorsa, ona sorun! dedi.” (Enbiyâ, 21/ 63)
 
Şaşkınlık başlamıştı… İbrahim’in kimi, neyi kastettiği, sözlerinin hedefi belliydi. Herkesin rahatlıkla anlayıp kavrayabileceği delilleri kullanıyordu. Putları parçalanmış bir durumdaydı. Bu onların ne kadar aciz ve zavallı olduğunu gösteriyordu. Kendilerini koruyamamışlar, gelen balta darbelerini engelleyememişlerdi. Kendilerini bu hale getirene de herhangi bir zarar verememişler, onu cezalandıramamışlardı. Bu manzaranın başka türlü izahı yoktu. Bâbilliler içleri buruk, gözleri öfkeyle dolu iken şimdi de İbrahim (a.s.) tarafından başka bir düşüncenin eşiğine getirilmişlerdi: Geriye kalan iri put bu işi yapabilir miydi? O, hareket edebilir mi? Fayda veya zarar verebilir miydi?.. Bu sorular hep cevap istiyordu.
 
Sonra cevap isteyen başka sorular da vardı: Kendini koruyamayan, ağzı dili olmayan, yerinden kıpırdayamayan, önüne konulanı yiyemeyen, içemeyen.. taştan ve ağaçtan yontulan putlar, ne işe yarardı?.. Daha bir dizi soru…
 
Normalde bu düşüncelerden çıkışın iki yolu vardı: Ya bu putların hiçbir şey yapamayacağını kabul etmek, ya da büyüğün diğerlerini parçaladığını varsaymak. İkisinin kabulü de mümkün değildi. Doğrusu bu yol, çıkmaz yoldu.
 
Putların karşısında el-pençe divan duranlar, ümitlerini, yarınlarını… onlara bağlayanlar, çocuklarını da bu duygularla yetiştirenler, babalarını, dedelerini onlara taparken görmüşlerdi. Şimdi de onlar tapıyordu. İşte işin özeti bu kadardı. Ondan öteye, “Neden?” ve “Niçin ?” sorularının cevaplarına akıl sarmıyor, düzgün mantık işlemiyordu…
 
Karışık düşünceler ve şaşkınlık içinde kendi kendilerine konuşmaya başladılar. Zikr-i Hakîm’e kulak veriyoruz:
 
“Kendi iç dünyalarına döndüler; akıllarına danışıyor, kalplerini yokluyorlardı. Kapıldıkları düşünceler içinde kendi kendilerine; – Şüphesiz zâlim sizlersiniz, sizler, dediler. (Enbiyâ, 21/ 64)
 
Sarsılmıştılar. Ancak İblis de boş durmuyordu. Yine beyinlerine girmiş, damarlarında dolaşmaya başlamış, putlara bağlı yaşantılarını onlara güzel göstermeyi başarmıştı.
 
“Sonra tekrar eski zihniyetlerine, kibir ve inatlarına döndüler. İbrahim’e; Sen onların konuşmadığını pekâlâ biliyorsun, dediler.” (Enbiyâ, 21/ 65)
 
İbrâhim (a.s.), kısa bir sarsıntıdan sonra eski sapıklıklarına dönenlerin bu sözüne karşı da hazırlıklıydı. Derhal cevap verdi:
 
“Dedi ki; o halde Allah’ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar veremeyen âciz şeylere mi tapıyorsunuz? (Enbiyâ, 21/ 66)
 
İbrâhim (a.s.), onların inat ve dalâletinden bıkmıştı. Sözüne şöyle devam etti:
 
“Size de yazıklar olsun, Allah’ı bırakıp da taptığınız putlara da yazıklar, yuhlar olsun! Siz akıllanmaz mısınız?  (Enbiyâ, 21/ 67)
 
Kullandığı kelimeler öfkesini açığa vuruyordu. “Bu kadar inat, bu kadar düşüncesizlik, bu kadar sapıklık ve akılsızlık yeter! Artık kendinize gelin, akıllanın!” der gibiydi.
 
İbrâhim (a.s.)’ın söylediği sözlerin her kelimesi doğruydu ve gerçeği anlatıyordu.  Bâbilliler ona cevap vermekten âcizdiler. Cevaptan âciz olan, zihniyeti bozuk, temelleri çürük, davranışları çirkef olan ve elinde güç, kuvvet bulunduran her topluluk gibi, onlar da ellerindeki kaba gücü kullanmak için harekete geçtiler.
 
“İçlerinden şöyle diyenler oldu: Eğer iş yapacaksanız, onu yakın da tanrılarınızın intikamını alın, onlara yardım edin.” (Enbiyâ, 21/ 68)
 
Hz. İbrâhim’in kavmi bu teklifi kabul etti. Günlerce odun topladılar. Çok geniş bir çukur kazdılar.  Toplanan odunları yanmaya uygun bir şekilde, açtıkları çukura yerleştirdiler. Sonra dağ gibi yığılan odunları tutuşturdular. Çok geçmeden alevler gökyüzüne yükselmeye başladı. Ateş, o güne kadar benzeri görülmemiş şerâreler atarak yanıyordu. Tam anlamıyla dehşetli bir ateş, büyük bir gürültüyle ve çılgınca oynayan alevlerle yanıyor, yanıyordu… Yakınına yaklaşılamayacak kadar dehşetli bir sıcak oluşmuştu. Zaman zaman aniden ne tarafa, nasıl uzanacağı belli olmayan alevler göklere yükseliyordu. Bu alevler, ateşin çevresini saran ve dehşetli gözlerle ona bakanlara yaklaşma fırsatı vermiyordu. Onun için, elleri ve ayakları bağlanan İbrahim (a.s.) ‘in ateş içine uzaktan mancınıkla atıldığı nakledilir.
 
İbrâhim (a.s.), bağlanıp ateşe atılırken Rabbine duâ ediyordu:
 
” لا إلـه إلا أنت سبحانك رب العالمين لك الحمد و لك الملك لا شـريك لك. حسبنا الله و نعم الوكيل.”
 
“Senden başka hiçbir ilah yoktur. Âlemlerin Rabbi Sensin. Seni tesbih, tenzih ederim. Hamd Sanadır. Mülk Senindir. Senin ortağın yoktur.”
 
Rabbimiz Allah bize yeter. O, ne güzel vekildir.”
 
Güvenip dayandığı, sığındığı Rabbi, onu yalnız, çaresiz bırakmıyordu.
 
( قلنـا يا نـار كونـى برداً و سـلاماً على إبراهيـم.)
 
“Ey Ateş! İbrahim için serinlik, selâmet ol! dedik.” (Enbiyâ, 21/ 69) buyuruyordu.
 
İbrahim (a.s.), şimdi ateşten bir çember içinde, sanki cennet bahçelerinden bir bahçede yaşıyordu. İnsanlar alevler arasından onun bu halini görüyorlar, ancak yanına varamıyorlardı. Dev alev dalgaları, aralarında geçit vermez bir sur oluşturmuştu.
 
Böyle bir mucizeyi yaşayan insanların, o andaki duygularını bütünüyle bilemiyoruz. Ancak Ebu Hureyre’den gelen bir rivâyette babası için şöyle der: “Oğlunu bu durumda gören İbrahim’in babası, ömrü boyunca söylediği kelimelerin en güzelini söyledi: Ey İbrahim! Senin Rabbin ne güzel Rabb imiş!..”
 
İbn Asâkir’in Tarih’inde İkrime’den yapılan bir nakil yer alır. Bu nakle göre; İbrahim (a.s.)’ın annesi oğlunun durumunu görünce gıpta etmiş ve O’na şöyle seslenmişti: “Oğlum! Yanına gelmek istiyorum! Allah’a dua et; seni çevreleyen ateşten beni korusun!”
 
İbrahim (a.s.); “Evet” diyerek Rabbine yöneliyor, duâ ediyor ve annesi ateşler arasından yürümeye başlıyordu. Çatırdayarak yanan ateşin alevleri ona tesir etmiyor, alevleri yararak ilerleyen anne, bu manzarayı görmeden önce, ümidini kestiği yavrusunun yanına, şimdi sevinç içinde varıyor, ulaşınca onu kucaklayıp öpüyor daha sonra da geri dönüyordu.
 
Susturulamayan genç, kaba kuvvetle durdurulmaya çalışıldı, güçleri yetmedi. Ellerindeki imkanlara ve çokluklarına güvenerek üstünlük kurmak, üst konumlarını vurgulamak istediler, o da olmadı. Bütün bu gayretlerinden sonra daha da alçaldılar. Onlar kazanmak istediler ama kaybettiler…
 
“Böylece ona tuzak kurmak istediler; fakat biz onları kaybeden, hüsrana uğrayanlardan ettik..”  (Enbiyâ, 21/ 70)
 
Bu dünya hayatında iken uğradıkları mağlubiyetti. İçinde bulunulan hayattaki zillet ve kayıptı. Ebedî hayattaki kayıpları elbette daha büyük olacaktı. Zâlimlerin ve sapıkların o gün içine atıldığı ateş, hiçbir zaman onlar için “serinlik ve selâmet” olmayacaktı. Orada hoş selamlarla da karşılanmayacaklardı…
 
 
 
Delillerle Allah’a Yönelişi Vurgulayan Genç
 
Genç İbrahim’in (a.s.) mücâdelesi sadece putlara ve putperestlere karşı değildi. İçinde yaşadığı topluluğun batıl inançlarına temel teşkil eden her şeye karşı mücadele ediyordu.
 
İbrahim (a.s.)’ın içlerinde yetiştiği Babillilerin tek Allah inancına sahip olmadıkları, tevhid inancını bırakarak putlara bağlandıkları ve bu bağlılığı körü körüne bir anlayışla nesilden nesile sürdürdükleri kesindir. Kur’ân-ı Kerîm’de bunun zikri açıkça görülmektedir.
 
Kaynaklarımız onların “Sabiîlik” olarak ifade edilen bir inanç sistemine bağlı olduklarını zikreder. “Sabiîlik” ruhlara ve meleklere ibâdet esasından başlayıp, giderek yıldızlara, gezegenlere, aya, güneşe ve sonuçta da onlar adına yapılan putlara tapmaya varan bir din anlayışıydı.
 
Evet, gökyüzü gerçekten ibret levhalarıyla dolu bir âlemdi. Saatlerce bakıp tefekkür etmeye değerdi. Bu kadar gezegen, bu kadar yıldız, bu kadar uydu… fezâ boşluğunda nasıl dönüyordu. Nasıl bir nizam ve intizama sahiptiler. Bu nasıl gerçekleşiyordu. Onu gerçekleştiren, bu kanun ve nizamı koyan kimdi?.. Bu akıl almaz boşluk nereye kadar devam ediyordu.. Bitiyor muydu? Bitiyorsa bittiği yerde ne vardı? O şey nasıldı? Başka bir boşluk muydu? Yoksa bir duvar, bir perde miydi? Bir duvar veya perde ise o duvarın veya perdenin kalınlığı ne kadardı? Onun bittiği yerde ne vardı?… Her bir gezegenin insan için ne gibi bir fonksiyonu olacaktı? Bu kadar çok yıldız, gezegen ne işe yarayacaktı? Bitmez, tükenmez, ardı, atrkası kesilmez, doyurucu bir şekilde cevaplanamaz sorular…
 
Ancak her gören ve düşünen aklı hayran bırakan bir kubbe… Uzanıp giden boşluk ve bu boşlukta pırıldayan yıldızlar… Gündüzleri, hepsini ışık seline boğarak silen ve geri plana atan güneş…
 
Rabbimiz; “Elbette göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardı ardına gelişinde, düşünebilen, ibret alan akıl sahipleri için nice âyetler, alâmetler var.” (Âli İmrân, 3/ 190) buyurur. Bu inkar edilemez bir gerçektir.
 
Ancak yaratılandan yaratana ulaşmak yerine, yaratılana takılıp kalmak, onu asıl çerçevesinden çıkartıp ilahlaştırmak ve hayranlığı hayranlık duyulan şeye kulluk boyutuna taşımak, kısır akılların, aklı yolda kalmışların, tefekkür boyutunda şeytanın çelmesiyle tökezleyerek yere kapaklanmışların ve tökezlediği yerde kalmayı tercih etmişlerin işidir.
 
İbrâhim’in (a.s.) kavmi Bâbilliler de böyle bir milletti. Yaratılana takılmış, Yaratan’a isyan etmişlerdi. Hakka giden yoldan çıkınca sapkınlıkta ilerlemeye, her geçen gün hak ve hakikatten uzaklaşmaya başlamışlardı. Yürüdükleri yol onları ebedî felâkete götürüyordu. Hidâyet rehberi olan İbrâhim (a.s.), gençliğin baharında onlara hakka ulaşmanın, yaratanı bulmanın, doğru sonuca varmanın bir örneğini sergiliyordu.
 
Zikr-i Hakîm’e kulak veriyoruz:
 
“İşte böyle, yakinen bilenlerden olması için biz, İbrâhim’e göklerin ve yerin melekûtunu (yaratılışındaki derin incelikleri ve hikmetleri…) gösteririz. En‘âm, 6/ 75)
 
Işıklar kaybolup, gecenin karanlığı bütünüyle çökünce, o bir yıldız gördü: Yıldızı göstererek, acaba Rabbim bu mudur? dedi.
 
Çünkü gördüğü ve işaret ettiği bu yıldız, diğerlerinden daha canlı, daha parlaktı. Göze hoş görünüyor, berrak semâda pırıldıyordu. Ancak çok geçmeden pırıldayan ışık kayboldu. Tefsirlerde “Zühre” veya “Müşteri” olduğu nakledilen bu yıldız batıp yok oldu. İlah, hiç yok olur muydu? Hiç batar, son bulur muydu?..
 
Gördüğü ve “ilah olabilir mi?” dediği yıldız batınca  İbrâhim (a.s.); “Ben batanları, kaybolup son bulanları sevmem, onları ilah kabul edemem” dedi. En‘âm, 6/ 76)
 
İbrahim (a.s.) gökte yer değiştiren, sonunda batıp kaybolan bir yıldızın ilah olmayacağını vurgulamıştı. Ancak ilah o değilse kimdi, neydi?.. İstidlal devam etti. Biraz sonra ay çıkmıştı. Çok daha büyüktü. Çok daha parlak görünüyordu. Gecenin karanlığı içinde çok daha belirgindi. Görünüşü de güzeldi. Mehtabın ışıkları gönüllere sevinç ve ümit dalgaları serper gibiydi. İbrahim’in (a.s.) dikkati bu sefer ona yöneliyordu.
 
“Sonra karanlığı yarıp çıkarcasına doğan ve etrafa ışık saçan ayı gördü. Rabbim bu mu ki? dedi. Ancak o da battı, kaybolup gitti. Ay da batınca; Rabbim bana hidâyet vermezse, hakkı, doğru yolu göstermezse ben dalâlet içinde yüzen milletlerden olurum, dedi.” En‘âm, 6/ 77)
 
Evet ay da güzeldi, yükseklerdeydi, saçtığı ışık dağları, vâdîleri kuşatıyordu. Ancak onun da ilah olmadığı kesindi. O da gelip-geçici, o da fanî idi. İbrâhim, doğruyu bulmak için gerçek Rabbine sığınıyor, kendisine yol göstermesini, hakka hidayet etmesini niyaz ediyordu. Yoksa sapıtan topluluklar gibi o da dünya ve âhiretini kaybedebilirdi.
 
Ay da ilah değildi. Bu kesindi. O da yaratılmıştı, gelip-geçiciydi… Şimdi yeniden boşluk, yeniden arayış vardı…
 
Daha sonraki saatlerde fecir doğdu. Sabah olmuştu. Çok geçmeden ışıkları gecenin karanlığını ve gök yüzüne serpilen binlerce yıldızı boğmuştu. Ancak henüz onları boğan ışıkları, yeryüzüne gönderen ışık kaynağı görünmemişti. Çok geçmeden o da ufuktan yüzünü göstermeye başladı. Giderek ufuktan sıyrıldı. Yükseldikçe dünyayı ışık seline boğuyor, her geçen dakika ışığı daha da bir canlılık kazanıyordu. Onun ışığında varlıklar bütün incelikleriyle görülebiliyor, bütün netliğiyle ortaya çıkıyordu. Işığıyla birlikte ısısını da gönderiyor, bitkileri ve diğer canlıları ışığıyla beslediği gibi ısısıyla da besliyordu… O  çok başkaydı. Ancak o da doğuyor, yükseliyor ve saati geldiğinde batıyor, ortalığı yeniden karanlık kaplıyordu. O da fani idi. O halde o da ilah değildi; olamazdı. İlah ebedî, olmalıydı; ezelî olmalıydı. Zaman ve mekan da dahil, hiçbir şeye muhtaç olmamalıydı…
 
Kur’ân-ı Kerîm’in öz ifadesine dönüyoruz:
 
“Sonra ufuktan doğan ve dünyaya ışık saçan güneşi gördü. Rabbim bu mu ki? Bu daha büyük. Ancak güneş de battı. O da kaybolup gitti…
 
Güneşin ışıkları ufukta sönüp, kaybolup gidince İbrâhim(a.s.); “Ey Kavmim! Ben sizin şirk koştuğunuz şeylerden berîyim. Bütün varlığımla böyle bir inanıştan uzağım.” dedi. (En‘âm, 6/ 78)
 
 
İbrahim (a.s.), yıldızlara, gezegenlere tapan milletine, dolayısıyla onlar gibi, asırlar boyu gelip-geçecek ve hakkı bulmaya muhtaç olan her insana doğruyu bulmak, hakka ulaşmak için nasıl bir istidlal yolu takip edileceğini gösteriyor, ulaşılması gereken gerçeği vurguluyordu.
 
O, kendisine tapılan yıldızların önce küçük olanlarından, ancak diğerlerine göre daha fazla göze çarpanlarından biriyle başlamış, sonuçta onun ilahlık için uygun olmadığı açıklamış; daha sonra aya geçmişti. Zaten ayın doğuşu, yükselişi, görünüşü diğerini zayıf düşürüyor, siliyor, geri plana itiyordu. Çünkü güçlünün karşısındaki zayıf, zaten ilah olamazdı. İlah olamayacağı anlaşılan yıldız da diğer yıldızlardan daha parlak göründüğüne göre bütün yıldızlar silinmişti. Evet, onlar güzeldiler ama güzellik ve parlaklık ilah olmak için yeterli şeyler değildi.
 
Ancak ay da, ne kadar parlak olursa olsun, ne kadar güzel görünürse görünsün onlarla aynı vasıfları taşıyordu. O da doğuyor, yükseliyor, batıyordu. Bunlar fanîlerin özelliklerindendi. O da ilah olamazdı.
 
Zaten güneşin doğuşu onu da gözden düşürmüş, ışığı onu boğduğu gibi, onun ilah olma ihtimalini de boğmuş, yok etmişti. Geriye şimdi kendisi kalmıştı. Ne var ki o da diğerleri gibi gelip-geçiciydi. O da semâda bir yerden bir başka yere intikal ediyor, sonunda kayboluyordu. Üstelik bu intikal ediş de üzerinde durulması gereken bir konuydu. Ne kadar büyük ve ne kadar parlak olursa olsun, onun da sınırlı bir hacmi vardı ve kendisinden daha büyük olan semâda yol alıyordu. Sanki onun kucağında yaşıyordu. Doğuşunu, yükselişini takip eden her selim akıl sahibi insanın fark edebileceği gibi, her gün kendisine çizilen bir hat üzerinde seyrediyordu. Onun dışındaki kâinât mahluk (yaratılmış) ise, o bu yaratılana muhtaç ve her an onunla çevrili idi. Hiç yaratan, yaratılana muhtaç olur muydu?..
 
Genç İbrahim (a.s.), içinde yaşadığı toplumun yapısına, inançlarına, kültür seviyesine uygun ve hedefi net bir istidlal yolu takip ediyor ve son noktayı koyuyordu: “Ey Kavmim! Ben sizin şirk koştuğunuz şeylerden berîyim. Bütün varlığımla böyle bir inanıştan uzağım.”
 
Sonra da kendi inandığı, gönülden bağlandığı, uğruna her şeye katlandığı, Rasûlü olduğu Rabbine yönelişini dile getiriyor, O’nun her şeyin yaratıcısı ve Rabbi olduğunu vurguluyor ve dikkatleri O’na çeviriyordu:
 
“Elbette ki ben, tevhid inancına sahip biri olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ancak ve ancak O’na yönelirim ve ben müşriklerden değilim.” (En‘âm, 6/ 79)
 
O, yeri ve gökleri, onların taptıkları yıldızları, gezegenleri, doğup batan, kendilerine çizilen hattı terk etmeyen, dâima belli bir hat, belli bir nizam ve intizam içinde seyreden bütün gök cisimlerini ve kâinattaki diğer varlıkları yaratandı, âlemlerin Rabbiydi… Her şeyimiz O’nun için olmalıydı.
 
“Şüphesiz ki, namazım, orucum, haccım… (bütün ibadetlerim), hayatım ve ölümüm (her şeyim) âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.” (En‘âm, 6/ 162)
 
Bütün delillerin varıp dayandığı gerçek işte buydu. Gerisi boştu, fânî idi.
 
Şüphesiz her fânî son bulur. Hak gelir, bâtıl zâil olur…
_________________________________
Kaynaklar
 
- Kur’ân-ı Kerîm
 
- El-Bidâye ve’n-Nihâye
Telif: Hafız İsmâil İbn Ömer İbn Kesîr (Ö. 774 H. / 1372 M.)
Tahkîk: Dr. Ebu Mülhim ve Arkadaşları
Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye 2. Baskı. Beyrut
 
- El-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân
Telif: Muhammed İbn Ahmed el- Kurtubî (Ö. 671 H. / 1272 M. )
Dâru’l-Kütübi’l-Mısrıyye. 3. Baskı. Kahire
 
- İrşâdü’l-Akli’s-Selim ilâ Mezâyâ’l-Kur’âni’l-Kerîm
Telif: Ebu’s-Suud Muhammed İbn Muhammed el-İmâdî (Ö. 951 H. / 1544 M.)
Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî. Beyrut.
 
- Kasasü’l-Enbiyâ
Telif: Hafız İsmâil İbn Ömer İbn Kesîr (Ö. 774 H. / 1372 M.)
Tahkik: Dr. Mustafa Abdülvâhid
3. Baskı- 1988 / Mekke
 
- Kısâs-ı Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ
Telif: Ahmed Cevdet Paşa
M.E.B. Yayınları 1. Baskı. 1972 / İstanbul
 
- Lisânü’l-Arab
Telif: Muhammed İbn Mükrim İbn Manzûr
Dâru Sâdır Beyrut.
 
- Muhtasaru Tefsîr-i İbn Kesir
Telif: Hafız İsmâil İbn Ömer İbn Kesîr (Ö. 774 H. / 1372 M.)
Ihtisar ve Tahkik: Muhammed  Ali Es-Sâbûnî
Dâru’l-Kur’âni’l-Kerîm 1399 H. Beyrut
 
- Müsned-i Ahmed
Telif: Ahmed İbn Hanbel
El-Mektebetü’l-İslâmî 2. Baskı. Beyrut
 
- Safvetü’t-Tefâsîr
Telif:  Muhammed  Ali Es-Sâbûnî
Dâru’l-Kurâni’l-Kerim, 4. Baskı. 1981 / Beyrut
 
- Sahih-i Buhârî
Telif: Muhammed İbn İsmail el-Buhârî (Ö. 256 H. / 869 M.)
(Şerhi Umdetü’l-Kârî ile basılı)
Mektebetü’l-Halebî ve Oğulları 1. Baskı. 1972 / Kahire
 
- Sahih-i Müslim
Telif: Müslim İbn el-Haccâc (Ö. 261 H. / 874 M.)
Tahkîk: Muhammed Fuâd Abdülbâkî
Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî. Beyrut.
 
- Es-Sıhâh
Telif: İsmâil İbn Hammâd el-Cevherî
Tahkîk: Ahmet Abdülğafûr Attâr
2. Baskı. 1982 / Kahire
 
- Umdetü’l-Kârî, Şerhu Sahihi’l-Buhârî
Telif: Bedrüddin Mahmud el- Aynî (Ö. 855 H. / 1451)
Mektebetü’l-Halebî ve Oğulları 1. Baskı. 1972 / Kahire
 
- Hak Dini – Kur’ân Dili
Telif: Elmalılı Hamdi Yazır
Diyânet İşleri Başkanlığı Yayınları 1936 / Ankara
 
- Kur’ân-ı Kerîm Meâl-i Âlîsî ve Tefsiri
Telif: Ömer  Nasûhî Bilmen
Sadeleştirilmiş Baskı. İpek Yayınevî. İstanbul