Müslümanlar hicret ile Mekke’de yaşadıkları zulümden kurtulup selamete ermişler ve Medine’de, hayatlarını özgürce sürdürme, inançlarını rahatça yaşama imkânına kavuşmuşlardı. Zaman içinde bu şehre uyum sağlayarak görece bir refah hâli yaşamaya başladılar. Bazı rivayetlerde belirtildiğine göre bu dönemde Müslümanların bazısında bir bıkkınlık hâli baş göstermişti. (İbn Atıyye, el-Muharraru’l-Veciz, V, 264.) Kur’an, bazı konularda mümine yaraşır bir duyarlılık içinde davranmama durumuna karşı ashabın şahsında bütün müminlere şöyle bir çağrıda bulunmaktadır: “İman edenlerin Allah'ı zikretmekten ve inen haktan dolayı kalplerinin saygı ile ürpermesinin zamanı gelmedi mi? Daha önce kendilerine kitap verilip de, üzerinden uzun zaman geçen, böylece kalpleri katılaşanlar gibi olmasınlar. Onlardan birçoğu fasık kimselerdir.” (Hadid, 57/16.)
Mümin, dinî hayatında tecrübe ettiği duygusal yoğunluğun azalmasıyla, rehavet ve bıkkınlık gibi duygularla baş başa kalabilir. Ayet, bu türden zafiyetlere karşı kalbî tutumlarını gözden geçirme konusunda müminleri uyarmaktadır. Çünkü ömür sermayesi hızla tükenmekte, hayat yolculuğu kaçınılmaz bir sona doğru süratle ilerlemektedir. Bu yolculuğun telafisi imkânsız sonuçları söz konusudur. Söz konusu gerçeği idrak etmenin kalpte uyandırdığı ürperti, “zikir” ve “inen hak” sayesinde gerçekleşecektir. “Allah'ı zikir” ve “inen hak” ifadelerinin her ikisi ile de Kur’an kastedilmiş olabilir. Çünkü Kur’an, her iki özelliği de cemetmektedir. Yapılan atıf, onu şereflendirmekte, Allah tarafından indirilişinin, hak oluşunun faydasını bildirmekte ve bu iki özelliğin farklılığına işaret etmektedir. Bazı âlimler buradan hareketle, Kur’an’ı çok okumaya önem vermekten ziyade, kalpte etki uyandıracak, hayatta iz bırakacak şekilde özenle okumaya önem vermek gerektiğini vurgulamışlardır. Diğer bir yaklaşıma göre “Allah’ı zikir” ile mutlak anlamda Allah’ı zikretmek, “inen hak” ile de Kur’an kastedilmiştir. Ayette “zikir”, “inen hakk”a takdim edilmiştir; çünkü kalplerin saygı ile ürpermesi ancak Allah’ı zikirle gerçekleşir. Kur’an sayesinde de kalpler ürperir; ancak bu, Kur’an’ın Allah’ın zikrini içermesinden dolayıdır. (Razi, Mefatihu’l-Ğayb, XXIX, 461.)
Kur’an’ın, kalbî tutumları gözden geçirmeye yönelik bu uyarısı, mümini bir sorgulama yapmaya sevk etmektedir. Ayet, bu özelliği ile Müslümanların manevi hayatını derinden etkilemiş bir ayettir. Bir defasında Halife Hz. Ebubekir’in huzurunda bu ayet okunmuş ve orada bulunan Yemâme ehlinden bir heyet ayeti dinleyince hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı. Abdullah b. Ömer, bu ayeti okuduğunda ağlar ve “Evet ya Rabbi, evet ya Rabbi” diye mukabele ederdi. Rivayet edilir ki; geçmiş zamanda bir çete başı, kötülük işlemek için şehirde yürürken yolun yanındaki evden yükselen bu ayeti işitir. Ayetten o kadar etkilenir ki ağzından “Geldi ya Rabbi, geldi ya Rabbi” sözleri dökülüverir. Hemen yapacağı işten vazgeçip orayı terk eder. Allah’a tövbe eder ve sonraki hayatını, ilim ve ibadetle meşgul olarak geçirir. Bu zat, sözleri ve yaşama tarzı ile Müslüman nesiller üzerinde derin etkiler bırakan ilk dönemin büyük mutasavvıflarından Fudayl b. Iyad’dır. (ö. 187/803) (Kurtubi, el-Cami li Ahkami’l-Kur’an, XVII, 251.)
Müminler, kitap ehlinden ibret alarak kalp katılığına sevk edecek bir hayat tarzının müptelası olmaktan sakınmalıdır. Zira Allah kelamı, ilk başlarda onları şehvetlerinin esiri olmaktan koruyordu. Onu dinlediklerinde kalplerinde bir ürperti hissederler, Allah’a olan itaatleri artardı. Zaman bakımından peygamberden uzaklaştıkça vahyin aydınlığından da uzaklaşmaya başladılar. Ömürleri uzun olunca emelleri de çoğaldı.
Dünyanın geçici menfaatlerine var güçleriyle sarıldılar. Allah’ın emir ve yasaklarını terk edip sonra da; “Allah bizi affedecek” diye kendilerini avuttular. (A’raf, 7/169.) Yaşadıkları hayat tarzına yavaş yavaş alışıp âdeta onun bağımlısı hâline geldiler. Allah’ın Kitabı'nın etkisi de kalplerinde yok olmaya başladı. Artık ilahi kelamdan duydukları ürpertiyi duymaz hâle gelmişlerdi. İşte bu uzun süren gafletin ardından, kalpleri katılaştı. Çünkü şerlerin başı olarak görülen kalp katılığı, Allah’a karşı uzun süren gafletin sonunda ortaya çıkmaktadır. (Alusi, Ruhu’l-Meani, XIV, 181.) Kitap ehli, kalpleri katılaştığında arzularını gerçekleştirebilmek için Allah’ın kitabını keyfî olarak yorumlamaya, onu tahrif etmeye başladılar. Kalp katılığının onları kitabı tahrife sevk ettiği Kur’an’da şöyle ifade edilir: “Sözlerini bozmaları sebebiyle onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler (kitaplarını tahrif ederler). Kendilerine öğretilen ahkâmın (Tevrat'ın) önemli bir bölümünü de unuttular…” (Maide, 5/13.) Sonraki aşamada kitaba ihtiyaç hissetmemeleri, onları, kitabın içindeki hakikatleri reddetmeye kadar götürdü. Kitabı arkalarına atıp terk ettiklerinde kalplerindeki katılık, artık onları öğüt kabul etmez hâle getirmişti. Ne bir tehdit, ne bir vaat! Hiçbir şey onların kalplerini yumuşatmaya yetmiyordu. Bu arada, onları bir arada tutacak kitabı da tahrif edince her biri kendi heva ve hevesinin peşinden gitti. Yolları ayrıldı, birlikleri dağıldı, aralarında kin ve düşmanlık tohumları yeşerdi. Bu kin ve düşmanlık, onları uzun süren şiddetli savaşlara sürükledi. (Maide, 5/64.)
Mümin, kendisini Allah’tan uzaklaştıran kalp katılığına saplanmış bir hayat tarzından kurtulup O’nu zikretmeye yöneldiğinde, kalbini ıslah etme yoluna da girmiş olur. Nefse ağır gelen bu yürüyüşte ümitsizliğe düşmek her zaman mümkündür. Bu yüzden, sonrasında gelen; “Bilin ki Allah, ölümünden sonra yeryüzünü canlandırıyor…” (Hadid, 57/17.) ayeti, bu ümitsizlik duygusunu ortadan kaldırmaktadır. Yani Allah, ölümünden sonra bahar mevsiminde yeryüzünü diriltmeye muktedir olduğu gibi, katılaştıktan sonra kalpleri yumuşatmaya da muktedirdir. Ölü ve kurak topraklar yağmurla diriliyorsa, kasvetinden dolayı âdeta ölüme mahkûm olmuş kalpler de zikir ve Kur’an ile dirilir. Yeter ki kul O’na yönelsin. O takdirde zikir, kalpleri dirilten bir iksir olur.
Dr. Abdülkadir ERKUT DİYANET AYLIK DERGİ
|