Arapça “savb” kökünden türeyen ve “ulaşmak”, “isabet etmek”, “bela gelmek” gibi anlamları olan “esâbe” fiilinin ism-i failidir. Ansızın ve şiddetle gelen felaket, bela, sıkıntı, kısacası insana ve çevresine yönelik her türlü nahoş olayları niteler. “Musibet” kelimesi Kur’an’da 10 ayrı ayette geçmektedir. Dinî literatürde genelde şerri tanımlayan bir kavram olarak kullanılsa da Kur’an ecel-i müsemma ile gelen “ölüm” için de musibet ifadesine yer verir. (Maide, 5/106.) Bununla birlikte musibetle ilişkilendirildiği anlamda şer kavramına Kur’an bir mutlaklık atfetmez, çünkü Kur’an hoşa gitmeyen bir olayda (musibet) “hayır” da olabileceğine işaret eder. (mesela bk. Bakara, 2/216.)
Tarih boyunca insanoğlu çeşitli felaketleri işlenen günahlara karşı veya günahlardan pişmanlık duymak için gönderilen birer musibet olarak algılamıştır. Bu algı şeklini ortak bir tarihsel tecrübe olarak birçok din veya kültürde tespit etmek mümkündür. (mesela bk. F. Vercleyen, “Bizans Döneminde İstanbul’da Depremler: Halk Üzerinde Etki”, 302; M. Bayka, “Roussea, Voltaire ve 1755 Lizbon Depremi”, s. 27-31.) İslam da bu konuda dünya hayatının bir imtihan dönemi olduğu ve varlık âleminin ancak Allah’ın kudreti altında hayatiyetini devam ettirdiği, dolayısıyla da insanların Allah’tan gelen müdahalelere açık oldukları inancıyla, yaşanan bazı olumsuz olayları ilahî kaynağa atfetmektedir. İlahî kaynağa atfedilen bu olaylar dinî literatürde azap/gazap/bela/musibet gibi kavramlarla ifade edilir. İslâm’a göre asıl ceza ve mükâfat ahirette olmakla birlikte dünyada da çeşitli şekillerde cezalandırılma söz konusudur. (Nur, 24/2.) Kur’an’da ve hadislerde yer verilen Nuh, Hud, Salih, Lut, Şuayb’ın (a.s.) kavimleri ile ilgili anlatımlar bunun tarih boyunca çeşitli şekillerde gerçekleştiğini göstermektedir. Kur’an musibetlerin genelde tabiattan (yeryüzünden ve gökyüzünden) insana yönelik olarak gerçekleştiğini ifade etmekle birlikte insandan insana yönelik olarak da gerçekleştiğine işaret etmektedir. (En’âm, 6/65.)
Gerek kutsal kitaplarda zikredilen bu tarihî helak vakaları, gerekse kendi yaşantımızda veya başkaları nezdinde gerçekleştiğini müşahede ettiğimiz çeşitli menfi olaylar “kötülüklerin niçin var olduğu?” düşüncesinin zihnimizde yer etmesine neden olmaktadır. İnsanoğlunun karşılaştığı musibet veya genel anlamda kötülükler olarak değerlendirdiği ve de ilahî iradeye atfettiği bu olaylarla ilgili olarak “kullarına karşı çok merhametli ve kullarına zulmetmez” sıfatlarıyla idrak edilen Allah’ın böyle olaylara neden izin verdiği konusu din felsefesinin önemli konularından olmuş ve düşünürleri kamplara bölmüştür. Din tarafında yer alan filozoflar bu durumu “theodicy (teodise)” kavramıyla açıklayarak “en yüksek iyiliğin meydana gelebilmesi için fenalığın gerekli olduğu” şeklinde açıklamışlardır. Yine aynı mentaliteden yola çıkan bazı psikologlar ise “ruhsal yapımızın iyiliği ancak onun tam zıddı olan somut kötülükleri hissederek algılayabileceğini” savunmuşlardır. (mesela bk. David Wulff, Psychology of Religion, s. 468.)
Musibet kavramı dinî literatürde daha çok afet ve hastalık gibi olumsuz olaylar için kullanılmaktadır. Azap kavramının bu anlamı kapsayan geniş bir kullanımı var ise de azap daha ağır bir cezalandırmayı kapsamakta, genellikle de “kâfirler”, “müşrikler” ve “zalimler” gibi kavramlarla birlikte kullanılmaktadır. Musibet kavramı ise inananlara yönelik bir cezalandırma veya imtihan çağrışımında bulunmaktadır. Azap ile musibet kavramının ayrıldıkları bir diğer nokta da musibetin dünyaya yönelik, azabın ise hem dünya hem de ahirete, daha çok da ahirete yönelik bir cezalandırma kavramı olarak kullanılmasıdır.
Kur’an’da musibete sebep olarak zikredilen eylemler şu şekilde tasnif edilebilir.
1. İnsanın kendi eylemlerinin karşılığı olarak.Şûra suresinin 30. ayetinde şöyle buyurulur: “Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Allah işlediklerinizin) birçoğunu da affediyor (bu yüzden musibetler vermiyor). (Ayrıca bk. Nisa, 4/79; Rad, 13/31.) Burada önemli olan nokta insanın irade sahibi ve kötülükleri engelleme kabiliyeti bulunan bir varlık olduğuna dikkat çekilmesidir. (bk. İ. Karagöz, Kur’an’a Göre Musibetler, s. 68.) Mesela Uhut Savaşı’nda okçuların Hz. Peygamber’in emrini tutmayarak yerlerini terk etmeleri sebebiyle Müslümanlar ağır kayıplar vermişti. Bu olayı anlatan Âl-i İmran suresinin 165. ayeti Müslümanların kayıplarını kendi kabahatlerinin sonucu gerçekleşen bir musibet olarak tanımlar: “(Bedir’de) iki katını (düşmanınızın başına) getirdiğiniz bir musibet, (Uhut’ta) kendi başınıza geldiği için mi “Bu nasıl oluyor!” dediniz? De ki, o kendi kusurunuzdandır. Şüphesiz Allah’ın her şeye gücü yeter.”
2. Bir imtihan şekli olarak.Bakara suresi 155-156. ayetlerde musibete bu anlamın yüklendiği görülmektedir: “Sizleri biraz korku, biraz açlık, biraz maldan-candan ve hasılattan eksiklikle imtihan edeceğiz. Müjdele o sabırlılara ki, başlarına bir musibet geldiği vakit ‘Biz Allah’tanız ve O’na döneceğiz’ derler.” (Ayrıca bk. Enbiya, 21/35.) Bu ve benzeri ayetlerle birlikte hadislerde de maruz kalınan sıkıntılarla mücadele etme ve onların varlık sebebini anlama çabasının kişiye Allah katında mükâfat kazandıracağı anlatılmaktadır. (Muvatta, Cenaiz, 42; Müslim, Cenaiz, 2; İbn Mace, Fiten, 23, Cenaiz 2, 55; en-Nesai, Cenaiz, 22.)
3. İnkârdan imana geçme sebebi olarak.Kur’an inkâra karşılık asıl büyük azabın ahirette olduğunu, ama “yakın azap” olarak nitelediği dünya azabının da “belki inkârdan vazgeçerler” ümidiyle insanlara verildiğini belirtir. (Secde, 32/21.)
4. Allah’ın nimetlerinden/emirlerinden yüz çevirmeye karşılık olarak.Maide suresi 49. ayette: “...Yine yüz çevirirlerse bil ki, Allah onların başlarına mutlaka bir musibet getirmek istiyor” buyurulmaktadır. (Ayrıca bk. Araf, 7/94-96.)
5. Haksızlık/zulüm edenlere bu davranışlarının karşılığı olarak.Araf suresinin 162. ayetinde “... Zulmü âdet etmeleri sebebiyle biz de üzerlerine semadan bir azap salıverdik.” buyrulmaktadır. Kur’an haksız yere azap edilmeyeceğini (bk. En’âm, 6/131; Hûd, 11/117; Şuarâ, 26/208-9.), ama azap edildiği takdirde de bunun alçaltıcı ve aşağılayıcı olacağını ifade eder (Bakara, 2/90; Nisa, 4/37; Maide, 5/36; En’âm, 6/70.)
Musibet veya azap gerçekleşme şekli açısından değerlendirildiğinde ise Kur’an’ın belli bir süre tanınmasından sonra (bk. Yunus, 10/11; Nahl, 16/61; Hac, 22/48; Fatır, 35/45.) veya aniden gerçekleşen (bk. Araf, 7/4-5; En’âm 6/42-47; Ankebut, 29/53.)
iki şekilden söz ettiği görülmektedir. Musibet karşısında insanların tavırlarına gelince Kur’an üç türlü davranış biçimi belirlemektedir.
1. Sabretme.(Bakara, 2/155-156; Al-i İmran, 3/186, Hadid 57/22-23.)
2. Önce Allah’a sığınma, ama daha sonra vazgeçme. (Yunus, 10/12 2223; Nahl, 16/53-55.)
3. Ümitsizlik.(İsra, 17/83; Rum, 30/51.)
Kur’an’ın musibet veya azap ile ilgili ifadeleri dikkate alındığında herhalde üzerinde durulması gereken nokta musibetin var olup olmadığı değil, neyin musibet olup olmadığıdır. Bir olayın musibet olup olmadığı konusu elbette görecelidir. Bazıları için felaket olarak değerlendirilebilecek bir olay başkaları için o kadar olumsuz bir anlam ifade etmeyebilir. Mesela şiddeti fazla olmayan bir deprem Japonya’daki çocuklar için bir eğlence anlamı taşırken aynı şiddetteki bir sarsıntı, sağlıklı yapılaşmanın olmadığı bir başka ülke çocukları için felaket anlamı taşıyabilir. Günlük yaşantıdaki sıradan olaylar da bu şekilde algılanabilir. Kur’an-ı Kerim de “hayır zannettiğiniz şeylerde şer, şer zannettiğiniz şeylerde hayır olabilir” öğretisiyle bu algının değişkenliğine işaret etmektedir. Dolayısıyla, olayların algılanmasında, yani neyin musibet olup olmadığı konusunda bir göreceliliğin olduğu muhakkaktır. Bu da her kişi veya toplumun olayları kendi psikolojik ve sosyolojik yapısına göre değerlendirebileceği anlamını taşımaktadır.
Musibet duygusunun psikologlara göre bilinçaltından kaynaklanan nedenleri vardır. Buna göre insanlar başlarına gelen çeşitli olayları göreceli olarak musibet şeklinde değerlendirirler. Bunun nedeni insanda var olan suçluluk duygusudur. Bu duygu insanın daha önceden düşündüğü veya gerçekleştirmeyi planladığı kötü duygularının bilinçaltında yer etmesi ve orada bastırılmasından kaynaklanmaktadır. İnsan kötü olduğuna inandığı bu düşünce ve duygularından ve hatta gerçekleştirdiği eylemlerinden dolayı kendisinin cezalandırılması gerektiğine inanır. İşte bazı olayların musibet olarak değerlendirilmesinin ardında bu psikolojik duygu yatmaktadır. Kısacası, kişi bilinçaltına bastırdığı kötü duygularından dolayı psikolojik olarak cezalandırılmaya hazırdır. (Mesela Bk. S. Freud, The Psychopathology of Everyday Life, s. 323.) Bu cezalandırılma psikolojisi ruhsal yapıya “yaptığım ya da düşündüğüm kötü şeyin karşılığını ödedim” şeklinde farkında olunmayan psikolojik bir rahatlama ile de katkıda bulunabilir. Musibete kutsal bir anlam kazandırılmasının, onun ilahî kaynaklı olarak görülmesinin arka planında bu psikolojik gerçeklik vardır. Çünkü eğer kişi musibetin “kendi gerçekleştirdiği yanlış bir eylem veya düşünceden kaynaklandığına” inanmışsa, kendisine musibet gönderme yetki ve liyakatini de ancak kötülükten ârî, kâdir-i mutlak bir varlığa, yani Allah’a atfedecektir. Doğal felaketlerin musibet olarak değerlendirilmesinin ardında da yine bu atıf mantalitesi etkili olabilir. Çünkü insanoğlu tabiatla mücadelesinde XXI. yüzyılda ulaştığı noktaya rağmen tabiatın ilahî kudretin kontrolü altında olduğu inancını korumaktadır. Yaşanan toplumsal bozulmaların bizatihî kendilerinin birer musibet olarak görülmemesi ve bu konuda hep doğal felaketlerde yoğunlaşılması da bu tespiti onaylayan bir veri olarak görülebilir.
Musibet veya afet olgusunun din açısından değerlendirilmesindeki en önemli nokta neyin afet olup olmadığıdır. 17 Ağustos Depremi’nden sonra geniş bir toplumsal yelpazeyi kapsayacak şekilde doğal afet ve din ilişkisi üzerine gerçekleştirilen söylem ve tartışmalarda da bu problem açık olarak görülmüştür. Kur’an-ı Kerim geçmiş kavimlerle ilgili olarak, bazı kavimlerin çeşitli hataları nedeniyle helak edildiğini bildirmektedir. Kur’an’a inanan bir kimsenin buna inanmaması düşünülemez. Onlarca ayet geçmiş kavimlerin yaşadığı benzeri olayları aktarır ve onların helak edildiğini beyan eder:
“Bizim onlardan önce nice nesilleri helak etmiş olmamız kendilerini yola getirmedi mi? Hâlbuki onların yurtlarında gezip dolaşmaktalar.
Bunda, elbette akıl sahipleri için ibretler vardır.” (Tâhâ, 20/128.)
“Nice memleketlerin halkını zulüm yaparken yok ettik. Artık çatıları çökmüş, kuyuları metruk, sarayları bomboş kalmıştır. Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, orada olanları kavrayacak kalpleri, işitecek kulakları olsun. Ama yalnız gözler kör olmaz, fakat göğüslerde olan kalpler de körleşir.” (Hac, 22/45-46.)
Bu ve benzeri ayetler, evrenin hükümranının Allah olduğuna ve Allah’ın insanları tabiatın vahşi yüzü ile cezalandırabileceğine işaret eder. Bu ayetlere inanan müminlerin böyle bir ihtimali göz ardı etmeleri mümkün değildir. Kısacası, Allah bazı hataları, zulümleri veya küfürleri nedeniyle bazı kavimleri deprem, tufan vb. vasıtalarla helak ettiğini bu ayetlerle bildirmekte dir. Ortada Allah tarafından gerçekleştirilen bir belirleme söz konusudur. Yani “falan şey nedeniyle filan olay olmuştur” şeklinde bir ilâhî tespit söz konusudur. Buradan çıkarılacak sonuç, Allah’ın yok etme, cezalandırma gücüne sahip olduğu inancıdır.
Aksi takdirde, bugün yaşanılan bir felaketin falanca olay nedeniyle Allah’ın cezası veya musibeti olduğu tespitine varmak Allah’a ait olan bu belirleme yetkisini üstlenmek anlamı taşır. Dolayısıyla, Allah’ın geçmişte hataları yüzünden kavimleri helak ettiğine inanmak ile bugün meydana gelen bir felaketin o tür bir felaket olduğunu belirlemek başka şeylerdir. Biz insanlar böyle bir ilahî belirleyicilik rolünü üstlenemeyiz. Allah’ın kullarına verdiği böyle bir yetki yoktur. Bu yetkiye talip olunarak yapılan yorumlar aslında ya psiko-sosyolojik ya da yanlış dinî motivasyonların tezahürüdür.
Prof. Dr. Ali KÖSE / DİYANET AYLIK DERGİ