Sosyal bir varlık olan insan, aynı zamanda mekânla kayıtlıdır. Buna göre her insanın önce içine sığınacak bir ocağa, ardından da üzerinde yaşayacak bir yurda ihtiyacı vardır. Bu noktada önemli olan husus, herhangi bir ocak veya yurt değil, bilakis Allah’ın rızasına uygun; yani İslam üzere tüten bir ocak ve yine içinde İslam üzere yaşanan bir yurt edinmektir: “Ve şöyle niyaz et: Rabbim! Gireceğim yere dürüstlükle girmemi sağla; çıkacağım yerden de dürüstlükle çıkmamı sağla. Bana tarafından, hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver.” (İsra, 17/80.)
Allah Teala, insanoğlu için yeryüzünde ilk kutsal ocak olarak Kâbe’yi, yurt olarak da Mekke’yi belirlemiştir: “Doğrusu insanlar için ilk kurulan ev, Mekke'de, dünyalar için mübarek ve doğru yol gösteren Kâbe'dir.” (Âl-i İmran, 3/96.)
Mekke-i Mükerreme, Hz. İbrahim’le birlikte insanlık için tevhide; yani Allah’ın varlığı ve birliğine dayalı İslami yaşamın merkez üssü ilan edilmiştir. Nitekim Allah Teala, Hz. İbrahim’den Mekke’de tevhit ocağı olan Kâbe’yi yeniden tüttürmesini istemiş ve o da oğluyla birlikte bu kutsal görevi başarıyla yerine getirmiştir: “Bir zamanlar İbrahim, İsmail ile beraber Beytullah'ın temellerini yükseltiyor, (şöyle diyorlardı:) Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz sen işitensin, bilensin.” (Bakara, 2/127.)
Tarih boyunca peygamberler ve onların güzide dava arkadaşları, bu kutlu görev ve misyonun; yani gönderildikleri beldelerin İslamlaştırılmasının öncü akıncıları olmuşlardır. Onlar, İslam bayrağını sadece gönderildikleri beldeye değil, bilakis adım adım ulaşabildikleri her yere taşımaya gayret etmişlerdir. Zira Yüce Rabbimizin çağrısı, sadece Mekke’nin değil, yeryüzünün bütün yerleşim merkezlerinin asli hâline yani İslam’a geri döndürülmesi doğrultusundadır. Çünkü doğusu ve batısıyla bütün yeryüzü Allah’a ait olup, her yerde daima onun adı yüceltilmelidir: “Doğu da Allah'ındır batı da. Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (zatı) oradadır. Şüphesiz Allah'(ın rahmeti ve nimeti) geniştir, O her şeyi bilendir.” (Bakara, 2/115.)
Bu bağlamda üstlendikleri İslam davasını Hz. Âdem, Hz. Salih, Hz. İsmail, Hz. İlyas ve Hz. Muhammed Hicaz bölgesinde, Hz. İdris, Hz. İshak, Hz. Davud, Hz. Süleyman, Hz. Zekeriya, Hz. Yahya ve Hz. İsa Filistin’de, Hz. Lut Ürdün’de, Hz. Hud Yemen’de, Hz. Yakup, Hz. Yusuf, Hz. Şuayp, Hz.Musa ve Hz. Harun Mısır’da, Hz. Yunus ise Irak’ta, Hz. Nuh, Hz. İbrahim ve Hz. Eyüp ise Anadolu’da tebliğ edip yaymaya gayret etmişlerdir: “Andolsun, biz Nuh'u kavmine elçi gönderdik. Onlara: «Ben (dedi), sizin için apaçık bir uyarıcıyım… (Nihayet) su çekildi; iş bitirildi; (gemi de) Cûdî (dağının) üzerine yerleşti…” (Hud, 11/25, 44.)
Aradan asırlar geçmiş ve maalesef tevhidin sembolü olan Kâbe yeniden putlarla dolmuş ve Mekke İslam diyarı olmaktan çıkıp putperest bir cahiliye yurduna dönüşmüştür. Bunun üzerine Allah Teala, son elçisi Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.)’yı görevlen direrek sönmeye yüz tutan Kâbe’deki tevhit nurunu tekrar parlatmasını ve onu başta Mekke olmak üzere ulaştığı bütün beldelere adım adım yaymasını emretmiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, bu hususa, şöyle işaret edilir: “Bu beldeye yemin olsun ki, sen bu beldede ikamet etmektesin.” (Beled, 90/1-2.)
Bu ayet-i kerimede özelde kastedilen, Hz. Peygamber ile onun içinde yaşadığı kutsal Mekke şehri, genelde kastedilen ise her bir Müslüman ile onun içinde ikamet ettiği her bir beldedir. Çünkü Müslüman, yeryüzünde Allah ve Rasulü’nün şerefli temsilcisidir. Bu nedenle her Müslümanın yaşadığı yeri İslam; yani barış ve huzur diyarı hâline getirmeye çalışması, onun en temel görev ve sorumluluğudur: “Hatırla ki Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, dedi…” (Bakara, 2/30.)
Bu bağlamda Medine, şehir olarak İslam’la daha önce şereflenme hususunda Mekke’den daha bahtiyar olmuştur. Zira Mekkeli müşrikler İslam’ı kabulde inat edip gecikince, Medine ehli bu yarışta öncülüğü ele geçirmiştir. Bunun ötesinde Medineli Müslümanlar, Mekkeli muhacir kardeşlerine kucak açarak “ensar” sıfatını almış, Kur’an’da kendilerinden övgüyle bahsedilmiş ve cennetle müjdelenmişlerdir: “İyilik yarışında önceliği kazanan muhacirler ve ensar ile onlara güzelce uyanlardan Allah hoşnut olmuştur, onlar da Allah'tan hoşnutturlar…” (Tevbe, 9/100.)
Mekke ve Medine’den sonra İslam’ın bir diğer kutlu şehri, Müslümanların ilk kıblesi olan Kudüs’tür. Hz. Peygamber (s.a.s.), Kâbe putlarla dolu olduğundan ilk namazlarını ashabıyla birlikte içinde kutsal Süleyman Mabed’i bulunan Kudüs’e yönelerek kılmış, bunun ötesinde o, Rabbine en yakın makama ulaştığı Miraç yolculuğuna buradan başlamıştır: “Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Haram'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir.” (İsra, 17/1.)
Hz. Peygamber’in ömrü Kudüs’ü İslam’la şereflendirmeye yetmemiştir. Fakat İslam sancağını Hz. Peygamber’den devralan II. Halife Hz. Ömer (r.a.), daha 15/636 yılında kutsal Kudüs şehrini fethederek orayı Allah ve Rasulü adına İslam’la şereflendirmiştir. Birkaç yüzyıl sonra büyük lider ve komutan Selahaddin Eyyubi, Kudüs’ü eline düştüğü Haçlı işgalinden tekrar kurtararak II. Kudüs Fatihi unvanını almıştır. O günden bu yana Hz. Süleyman’ın yurdu Kudüs, Müslümanlar için en önemli kutsal İslam başkentlerinden biri olagelmiştir: “Bereketli kıldığımız yere doğru, Süleyman'ın emriyle yürüyen şiddetli rüzgârı, onun buyruğuna verdik…” (Enbiya, 21/81.)
Fetih ruhu ashab-ı kiramı ve sonrasındaki Müslüman ecdadı, kısa sürede Doğu’da Azerbaycan ve Ermenistan sınırlarına, Batı’da İspanya’ya ve Viyana kapılarına ulaştırmıştır. Müslüman fatihler, Mısır’da, Yemen’de, Irak’ta, Suriye’de, İran’da, Hint’te, Anadolu’da, Afrika’da, Balkanlarda, Kafkaslarda, hatta Avrupa’da yaşayan yüzlerce-binlerce Arap’ı, Acem’i, Türk’ü, Kürt’ü, Laz’ı, Çerkez’i, Boşnak’ı…İslam’la tanıştırmak aşkına Bağdat’ı, Şam’ı, Kahire’yi, Tebriz’i, Buhara’yı, Semerkant’ı, Erzurum’u, Konya’yı, İstanbul’u, Bosna’yı, Kurtuba’yı ve daha nice beldeyi fethetmiş ve İslam medeniyetinin sağlam birer kalesi hâline getirmişlerdir: “Doğrusu biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik.” (Fetih, 48/1.)
Maalesef tarihî süreçte her biri İslam’ın sembolü olan bu kalelerden Endülüs, Bosna, vb. bir kısmı düşmüştü. Bugün ise, diğerleri büyük bir tehlike ve tehdit altında. Onlarca yıl İslam hilafetine başkentlik yapan Bağdat ve Şam, Müslümanların içine düştüğü mezhepçilik ve meşrepçilik nedeniyle bugün tanınmaz bir hâlde. Ve son olarak işgal altındaki Kudüs, bütünüyle elden gitmek üzere.
Bu durumda biz Müslümanlar, vakit çok geç olmadan kendimize gelerek üzerimize serpilen ölü toprağından silkinip yeniden bir araya gelmeli ve ecdadımızın bizlere teslim ettiği İslam sancağını yaşadığımız bütün beldelerde ait olduğu yüce arşa doğru yeniden yükseltmeliyiz: “O büyük Arş'ın sahibi olan Allah'tan başka tanrı yoktur.” (Neml, 27/26.)
Prof. Dr. Muammer ERBAŞ / DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2018