TAKLİDİ İMANDAN TAHKİKİ İMANA:

GELİN RABBİMİZİ DOĞRU TANIYALIM

“Onlar Allah'ı hakkıyla tanıyıp bilemediler...” (Zümer, 39/67.)
10/11/2017


Öldükten sonra bize ilk sorulacak şey, “Rabbin kimdir?” sorusudur. Çünkü İslam’a göre kişi, dünya hayatında neye veya kime inanmışsa, ahiret âleminde bütün düşünce, eylem ve tutumu ona göre değer kazanacaktır. Niyet ve gayesi dünya hayatı olanlar, bunun karşılığını bir şekilde sağlıklarında dünyevi menfaat olarak alırlar. Öte âlemde verilecek karşılık ise, niyet ve gayesi Allah rızası olan ameller içindir: “Kim dünya nimetini isterse ona ondan veririz ve kim ahiret nimetini isterse ona ondan veririz. Şükredenlerin mükâfatını vereceğiz.” (Âl-i İmran, 3/145.)



“Rabbin kimdir?” sorusunun geçerli tam cevabı, kâl diliyle yani dilimizin ucuyla vereceğimiz sözlü “Allah” ifadesi değildir. Şayet öyle olsaydı, bütün müşrikler, hatta sıkıştığında Allah’ı hatırlayan bütün inkârcılar, bu soruyu doğru cevaplardı. Hâlbuki Kur’an’da, Allah Teala, onların cevabını reddetmektedir: “Dikkat edin, halis din Allah'ındır; O'nu bırakıp da putlardan dostlar edinenler: ‘Onlara, bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz.’ derler. Doğrusu Allah ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Allah şüphesiz yalancı ve inkârcı kimseyi doğru yola eriştirmez.” (Zümer, 39/3.)



“Rabbin kimdir?” sorusunun geçerli tam cevabı, hâl diliyle; yani aklımız, kalbimiz ve diğer cümle azalarımızla vereceğimiz fiili “Allah Teala” onayıdır. Zira bütün gerçeklerin açığa çıkacağı o dehşetli günde, muhtemelen dilimiz, dünya hayatındaki alışkanlığı üzere hemen yalana başvurmaya çalışacaktır. İşte böyle bir durumda, diğer bütün uzuvlar dile gelerek onun aleyhine şahitlik edecek ve sahibinin gerçekte neye ve kime kulluk ettiğini haykıracaktır: “O gün dilleri, elleri ve ayakları kendi aleyhlerine olmak üzere bütün yaptıklarına şahitlik edecektir.” (Nur, 24/24.)



İnanç, fıtri bir ihtiyaçtır; dolayısıyla ister kabul etsin ister etmesin her insanın mutlaka bir veya birden fazla kutsalı; yani ilahı vardır. Ve her insan, bilerek bilmeyerek neyi veya kimi kutsuyorsa bütün düşünce, eylem ve tutumunu ona göre belirler ve şekillendirir: “Heva ve hevesini tanrı edinen, bilgisi olduğu hâlde Allah'ın şaşırttığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünü perdelediği kimseyi gördün mü? Onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Ey insanlar! Anlamaz mısınız?” (Casiye, 45/23.)



Bu noktada İslam dini; “İlah olsun da, ne veya kim olursa olsun, fark etmez.” demez; bilakis Kur’an’da pek çok yanlış tanrı anlayışı reddedilmiştir. Çünkü kutsalı yanlış olan bir kimseden insanı insan yapan doğru düşünce, düzgün eylem ve güzel ahlak çıkmaz: “Onlar Allah'ı gereği gibi tanımadılar. Çünkü «Allah hiçbir beşere bir şey indirmedi» dediler…” (En’am, 6/91.)



Peki, Allah Teala kimdir? Acaba bizler, onu gerçek anlamda tanıyor ve kendisine gereği üzere kulluk edebiliyor muyuz?



Allah Teala, bu evreni ve diğer bütün âlemleri yöneten bir şahıs veya kral değildir. Bizim sınırlı gözümüz O’nu doğrudan nasıl göremez, sınırlı kulağımız O’nu nasıl doğrudan duyamazsa, sınırlı aklımız da O’nu doğrudan kavrayamaz. Bu nedenle Allah Teala, bizlere kendisini bizim anlayıp algılayabileceğimiz isim ve sıfatlarıyla anlatıp tanıtmıştır. O hâlde bizlere düşen görev Rabbimizi, bu yüce isim ve sıfatlarıyla tanıyıp öğrenmektir: “En güzel isimler (el-esmâü'l-hüsnâ) Allah'ındır. O hâlde O'na o güzel isimlerle dua edin. O’nun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır.” (A’raf, 7/180.)



Allah Teala’nın yüce isim ve sıfatlarından her biri, ayrı üstün ahlaki bir değere işaret eder. Zira O, bütün aşkın ahlaki değerlerin kaynağıdır. Buna göre Allah Teala’ya inanmak, söz konusu yüce değerlere inanmayı ifade eder. Allah’ı doğru bir şekilde tanıyıp kendisine layık bir kul olabilmek de, ancak O’nun sahip olduğu güzel isim ve sıfatların delaletlerini bilip bunları düzgün bir şekilde benimsemekle mümkün olur.



Allah Teala, külli irade sahibi; yani her şeyi mutlak iradesiyle dilediği şekilde yaratan ve yönetendir. Allah’a inanmak, her şeyin Onun bilgisi, dilemesi ve kudretiyle var olduğuna inanmaktır. Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan insan da cüzi irade sahibidir. Buna göre Allah’a inanmanın gereği, sahip olduğumuz cüz-î iradeye hakkını vermek suretiyle onu Rabbimizin rızası doğrultunda kullanmaktır. Şayet biz, irademizin farkında değil veya ona hâkim değilsek, bu durumda Allah’a gerçek anlamda iman etmiş olmayız: “Biz, bir şeyin olmasını istediğimiz zaman, ona (söyleyecek) sözümüz sadece ‘ol’ dememizdir. Hemen oluverir.” (Nahl, 16/40.)



Allah Teala, “mutlak adalet” sahibi; yani yaratmış olduğu maddi-manevi bütün varlıklara haklarını tam olarak verendir. Buna göre Allah’a inanmak, üstün ahlaki bir değer olarak adalete inanmaktır. Bunun gereği ise, bütün düşünce, söz, fiil ve davranışlarımızda adalet üzere olmaktır. Şayet biz, adaletten uzak zalim bir kimseysek, bu durumda bir yandan Rabbimizi doğru tanımamış, diğer yandan da Ona layık bir kul olamamış oluruz: “Rabbinin sözü, doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır. O'nun sözlerini değiştirecek kimse yoktur. O işitendir, bilendir.” (En’am, 6/115.)



Allah Teala “Hakîm” yani her yaptığı iş yerli yerinde olandır. Bu durumda Allah’a inanmak, hikmete inanmayı gerekli kılar. Bunun gereği ise, bizim bütün tutum ve eylemlerimizi bilinçsiz bir şekilde gelişigüzel değil, bilakis araştırıp, ölçüp biçerek yerli yerinde yapmamızı gerekli kılar. Şayet biz, hikmetten uzak bir şekilde gelişigüzel yaşıyorsak, bu durumda Rabbimizi tanımamış ve Ona layık bir kul olamamış oluruz: “O mutlak güç ve hikmet sahibidir.” (Âl-i İmran, 3/6.)



Allah Teala “Semi’, Basir ve Alîm” yani her şeyi işiten, gören ve mutlak ilmiyle olduğu gibi bilendir. Buna göre Allah’a inanmak, duyularımız, doğru kullanmak suretiyle etrafımızda olup bitenleri araştırıp gözlemlemeye ve okuyup yazmak suretiyle ilim elde etmeye inanmaktır. Bunun gereği ise, yaşam boyu okuyup araştırarak daima ilim peşinde olmaktır. Şayet biz, cahil bir kimseysek, bu durumda Rabbimizi doğru bir şekilde tanıyıp Ona layık bir kul değiliz demektir: “Şüphesiz Allah her şeyi işiten ve her şeyi görendir.” (Nisa, 4/58.)



Allah Teala “Rahman, Rahîm Tevvab, Afüvv ve Rauf” yani yaratmış olduğu bütün varlıklara sonsuz rahmetiyle merhamet edip kol kanat geren, onların hata ve günahlarını bağışlayan, eksik ve kusurlarını giderendir. Buna göre Allah’a inanmak, rahmete inanıp çevremizdeki her şeye acıyıp merhamet etmektir. Şayet biz, merhametten yoksun ve affetmekten uzak bir kimseysek, bu durumda ne Rabbimizi doğru tanımış, ne de Ona layık bir kul olmuş oluruz: “Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla.” (Fatiha, 1/1.)



Allah Teala, “Vehhab, Razzak ve Fettah” yani yaratmış olduğu bütün varlıklara sayısız nimet, rızık ve ferahlık verendir. Buna göre Allah’a inanmak, iyilikte bulunmaya, muhtaçların ihtiyaçlarını müşkilde olanların sorunlarını gidermeye inanmaktır. Bunun gereği ise, etrafımızdaki bütün varlıklara güzel davranıp onların ihtiyaç ve sorunlarını gidermeye çalışmaktır. Şayet sen, kimseye bir iyilikte bulunmuyor, açları doyurmuyor ve zorda olanların sorunlarını gidermiyorsan, bu durumda maalesef Rabbini doğru tanımamış ve Ona layık bir kul olamamışsın demektir: “Lütfu en bol olan sensin.” (Âl-i İmran, 3/8.)



Allah’a inanmak, bu dünyada veya ahirette ilahî adaletin tecellisine inanmak demektir. Netice itibarıyla biz insanoğluna düşen görev ve sorumluluk, öncelikle Rabbimizi onun yüce isim ve sıfatlarıyla tanımak, ardından da bunların bizim üzerimize düşen gerek ve sorumluluklarını layıkıyla yerine getirmektir.



Prof. Dr. Muammer ERBAŞ / Diyanet Aylık Dergi