AHD ve MİSAK SORUMLULUKTUR

Kur’an’da söz verme, anlaşma yapma, bağlanma, mukavele yapma anlamlarında dört kelime kulla- nılıyor. Bunlar: Ahd/ahid (ahidleşme, söz verme), misak (sağlam söz, yemin, anlaşma), akd/akit (akdetme, anlaşma/akit yapma), biat (sözleşme, kabul etme)tir.
03/07/2017


Ahd Ne Demektir?


 


Misak kavramının anlamdaşı olan ‘ahd’; sözlükte, bir şeyi her durumda koruyup gereğini yerine getirmek, talimat vermek, söz vermek demektir.


 


‘Ahd’, isim olarak; gereği yerine getirilen şey, emir, taahhüt, yükümlülük, verilen söz demektir. “Ahd”, bir şeyi tavsiye etmek, ya da yapmaya söz vermek manasına da gelir. Bu tek yanlı olabileceği gibi ki- şiler arası karşılıklı da olabilir.


 


“Ahd”de hem yemin, hem de kesin söz verme an- lamı vardır. Bu bakımdan “yemin”, ahdin dinî tara- fını, söz verme de ahlâkî yönünü oluşturur.


 


Ahd’in en önemlisi Allah’a ait olandır. Allah’ın ahd’i ise öncelikli olarak insanların ‘kâlû belâ’da O’nunla yaptıkları anlaşmanın gereğidir. Bu an- laşmanın (mukavelenin) bazı maddelerinin olma- sı doğaldır. Kur’an bu maddeleri zaman zaman farklı âyetlerde insanlara hatırlatıyor.


 


Bu mukavele (ahd) akılla idrak edilir, ilimle (ma’rifetle) bilinir ve imanla yerine getirilir. Bu ezelî sözleşmeye uymanın sonucu da Allah’a karşı takvalı olma kazancıdır. Allah’ın ahd’i, bazen ak- lımıza koyduğu düşüncelerle, bazen Kitabı’nda ve Rasûlü’nün Sünneti aracılığıyla bize emretti- ği şeylerle, bazen de bize emredilmediği halde


 


-adak gibi- bizim onu üstlenmemizle olur.1


 


Kur’an’ın ifadesine göre insanlar, Allah’tan baş- ka rabb/ilâh tanımayacaklarına, yalnızca O’na kulluk yapacaklarına söz verdiler. Zaten insanın yaratılışının amacı da budur. Allah (c.c.) pek çok peygamber göndererek insanlara bu ahd’lerini hatırlatmış, görevlerini onlara öğretmiştir. Bunun yanında Allah (c.c.) ahd’ini yerine getirenlere üs- tün mükâfatlar söz vermiştir. Zaten verdiği sözü (ahd’i) tam anlamıyla Allah’tan başka kim yerine getirebilir ki? (Tevbe 9/111. Bakara 2/40)


 


Ahd etmek, yani bir şeyi yerine getirmeye söz vermek, sorumluluğu gerektirir. Kur’an, Allah’ın elçisine vahyedilen ve dini özü olan güzel ahlâk örneklerini sıraladıktan sonra ahidlerin yerine ge- tirilmesini emrediyor. (İsrâ, 7/34)


 


Mü’minler iman etmelerinin bir gereği olarak bi- rine söz verdikleri, anlaşma yaptıkları, vaadleştik- leri (randevü verdikleri) zaman gereğini yaparlar. (Bakara, 2/177)


 


Ahd’e bağlılık açısından insanlar Allah’ın huzu- runda iki kısma ayrılırlar.


 


Birinci grupta olanlar verdikleri ahd’i yerine geti- rirler. Birine ahd (söz) verdikleri zaman buna uyar- lar. Bu ahd’in Allah’a ve insanlara verilmesi açı- sından farkı yoktur. “... Söz söylediğiniz zaman, yakınlarınız dahi olsa adaletli olun, Allah'a verdiğiniz sözü tutun. İşte Allah size, iyice dü- şünesiniz diye bunları emretti.” (En’am, 6/152. Ah- zab 33/23-24. Mü’minûn 23/8. Meâric 70/22-35. v.d.) Zira yapılan ahd’i (akiti) yerine getirmek tak- valı olmanın (sorumlu davranmanın) sonucudur. (Bakara 2/177. Âl-i İmran, 3/76)


 


İkinci grupta olanlar ise ahd’lerine sadâkat gös- termezler, vefalı davranmazlar. Böyleleri “kalu belâ-ezelî sözleşme”de verdikleri ahd’e uymazlar, yani fıtratlarında olan yaratılış ahd’inin gereğini de yapmazlar. Böyleleri Allah’a ve insanlara karşı verdikleri sözleri de yerine getirmezler.


 


Bunlar Kur’an’ın münafık, fâsık ve inkârcı dediği kimselerdir.


 


Eğer insanlar Allah’a karşı verdikleri ahd’i (kulluk yapma görevlerini) yerine getirirlerse ve insanlar arasında yaptıkları anlaşmalara uyarlarsa, verdik- leri sözlerde dururlarsa; Allah (c.c.) onlara verdi- ği ahd’i yerine getirecek, onlara hakk ettikleri mükâfatı verecektir. (Bekara 2/40) Böyleleri artık sâdık kimse olurlar.


 


İman bir ahidleşme, inkâr ise bu ahd’i bozmadır. Mü’minler Allah’ın ahd’ine vefa gösteren sadık- lar; inkârcılar, münafıklar ve fâsıklar ise bu ahd’e uymayan vefasızlar, sadâkatsizler ve döneklerdir. İnsanların hepsinin Allah’ın onları yarattığı fıtrata, içlerine konulmuş olan yaratılış bilincine, Allah’a iman ve ibadet etme kabiliyetine bağlanmaları gerekirken; kimileri bu gerçeğe ve ilâhî uyarılara rağmen doğru yoldan çıkmakta, verdikleri ahd’i bir tarafa atmaktadırlar. İşte böyleleri yoldan çık- mış fâsıklardır. “Biz onların çoğunda, sözünde durma diye bir şey bulmadık. Ama gerçek- ten onların çoklarını yoldan çıkmış kimseler bulduk.”(A’raf 7/102. Bir benzeri: Bakara 2/27)


 


Bakara Sûresi 27. âyete göre fasıklar:


 


Allah’la olan ahd’lerini bozarlar. Yaratılışlarında bulunan fıtrata yönelmezler. Allah’a söz verdikleri ve bütün benlikleri bu gerçeğe şahit olduğu hal- de O’ndan başka ilâhların peşine giderler. Sözle- rinden cayarlar. Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyleri keser- ler. Allah’la ve O’nun emirleri arasındaki bağı, pey- gamberlerle gelen ilâhî belgeler ve onlara bağlılık arasındaki bağı koparıp atarlar. Yeryüzünde bozgunculuk yaparlar, fitne çıka- rırlar. Onlar öncelikle yeryüzünün ve insan toplu- munun düzenini sağlayacak olan İslâm’la ve onun inanç sistemiyle mücadele ederler. İslâm’ın getir- diği ahlâk ölçülerinin yaşanmasına engel olurlar. Böylece Kur’an’ın fesat dediği ortamları hazırlarlar.


 


Bu özellikleri taşıyanlar ve ahd’lerine vefa göster- meyenler büyük zarara uğrayacaklar.


 


“Allah'a verdikleri sözü kuvvetle pekiştirdik- ten sonra bozanlar, Allah'ın riayet edilmesini emrettiği şeyleri (akrabalık bağlarını) terk edenler ve yeryüzünde fesat çıkaranlar; işte lânet onlar içindir. Ve kötü yurt (cehennem) onlarındır.” (Ra’d 13/25)


 


Kur’an’da Ahdin Çeşitleri


 


Kur’an’da üç türlü ‘ahd’ ile karşılaşıyoruz:


 


1-Allah ile insanlar arasındaki ahd (ilk sözleş- me)


 


Ne zaman, nerede ve nasıl gerçekleştiğini söy- lemese de, Kur'an'ın haber verdiğine göre Allah (c.c.), bütün insanlardan bir ahid (söz) almıştır.


 


“Hani Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini (soylarını) almış ve onları ken- di nefislerine karşı şahidler kılmıştı: ‘Ben si- zin Rabbiniz değil miyim?’ (demişti de) onlar: ‘Evet (Rabbimizsin), şahid olduk’ demişlerdi. (Bu), Kıyamet günü: ‘Biz bundan habersizdik’ dememeniz içindir.


 


Yahut ‘(ne yapalım) daha önce babalarımız (Allah’a) ortak koştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesil olduğumuz (için öyle) yaptık. (Gerçekleri) iptal edenlerin yüzünden bizi helâk mi ediyorsun?’ demeyesiniz diye (sizin Rabbiniz olduğum hakkında sizleri şahit tut- muştum)” (A’raf , 7/172-173)


 


Rabbimiz Kur’an’da bu konu hakkında yukarıdaki âyetlerden başka bilgi vermiyor. Böyle bir misak (söz alma) olayı ne zaman ve nerede gerçekleşti? Ruhlar insanlardan önce yaratıldı da soru onlara mı yöneltildi? Bu misak olayı ilk insan olan Hz. Âdem’in şahsında bütün insanlığı içine alacak şekilde mi oldu? Hz. Âdem’in yaratılması aynı zamanda insanlığın yaratılması anlamına gelirmi? (A’raf 7/11) O’nun verdiği söz, bütün çocukları içinde mi geçerlidir? Bilmiyoruz.


 


Bu mesele aslında fıtrat ve inanç meselesidir. Kur'an bunu kendine ait bir uslupla ortaya koyu- yor. Bu eşsiz sahne gayb âleminin gizliliklerinden, Kur'an'ın birkaç cümlesiyle insanlara aktarılıyor. Görünen âleme gelmeden önce âdemoğullarının belinde gizlenmiş olan, Rabbin kudretelinde bulunan cansız zerreciklerin ortaya koyduğu bir manzara gösteriliyor.


 


İnsan, kendine ait en küçük parça olan hücreyi ve onun yapısını, içinde saklanılan hayatı, o hücre- lerin taşıdığı gizemlikleri düşündüğü zaman bu sahnenin büyüklüğünü daha iyi anlıyor. İnsanoğ- lu henüz bir zerre iken, gözle görünmeyen bir hücre halinde iken Allah'ın hitabına kavuşuyor. YüceYaratıcı, o hücreye hem ne yapacağını, yani fıtratını öğretiyor, hem de fıtratın bir gereği olarak Rabbini tanımaya söz vermesini istiyor.2


 


Bazılarına göre fıtrattan maksat Allah'ın Âdem'in neslinden, dünyaya gelmeden önce iman ettiği- ne dair aldığı ikrar ve mîsâktır.


 


İnsan belli bir zamandan önce bir hiç iken, doğal üreme yoluyla dünyaya geliyor ve gelişim göste- rerek insan halini alıyor. Bu olay tamamen kendi iradesi dışında Allah’ın takdiri, tedbiri ve kudre- tiyle oluyor. İşin bu aşamasında insan, yaratıcıya karşı itiraz edemiyor. Bu dönemde ne inkâr vardır, ne de nankörlük. Herkes bu noktada fıtrat kanuna bağlı olarak gelişir.


 


Bu gelişim süreci boyunca insan Rabbinin ka- nununa uyuyor. O'nun emrinin dışına çıkmıyor, yalnız O'ndan yardım ve destek görüyor. Bütün benliği de bunun böyle olduğuna şahitlik ediyor. Hz. Âdem'den beri bütün insanlar Rabbinin ken- dilerine verdiği bu fıtratı, bu doğal gelişimi kabul etmekle, Rabbi ile kendi arasındaki fıtri sözleşme- yi yapmış olurlar. Bir anlamda herkes bu doğal sözleşmeye imza atmış olarak doğar.3


 


Âyetler Allah’ın yüce kuvvetine dikkat çekmekte, O’nun gücünün insan fıtratına nasıl yansıdığını ortaya koymaktadır. Âyette bahsedilen‘misak ola- yı’ karşılıklı bir sözleşmeden çok, Yüce Yaratıcı’nın insanın içine yerleştirdiği fıtrattır. Yaratılışta olan inanma, kulluk, Allah’a ihtiyaç duyma, O’nun Rabliğini tanıyabilme kabiliyetidir. Allah’ı tanıma, O’na inanıp teslim olma karmakarışık, zor ve taham- mül edilmez bir şey değil, fıtratın tabii sonucudur. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.) bütün insanların İslâm fıtratıyla, yani İslâm’ı kabul edebilecek bir karakterde yaratıldığını haber vermektedir.4


 


Allah (c.c.) insana akıl ve basireti (uzak görüşlülü- ğü) doğuştan verir. Bunlar için de iç dünyasında ve insan varlığının dışında (evrende) sayısız delil- ler (âyetler) var eder. Böylece insanı mükemmel bir şekilde donatıp kendi Rabliğini bilmeye yönel- tir. İnsanlar da doğuştan sahip oldukları bu dona- nımlarla, Allah'ı tanımaya yönelirler.5


 


Nitekim Allah (c.c.):


 


“Yere ve göğe 'gelin' dediği zaman her ikisi de isteyerek veya istemeyerek emre uydular” (Fussilet 41/11) âyetinde emrini beyan etmiştir.


 


Ş. Işık, ‘fıtrat’a yüklenilen anlamları sıraladıktan sonra, bunların içerisinde en makul olanı şudur diyor: “Fıtrattan maksat Allah’ın Hz. Âdem’in neslinden, dünyaya gelmezden önce iman ettiğine dair alınan ikrar ve misaktır. Bundan dolayı insan, yaratanını tanıma eği- limi, ruh temizliği ve bunun gibi yeteneklere sahiptir.6


 


Kur’an’da anlatılan ilk ahit (ezelî sözleşme), bize hem Allah’ın yaratılışa müdahalesini, hem de insan bünyesine yerleştirilmiş olan fıtrata yani insanî özelliklere dikkat çekiyor. Burada da sünnetullah’ın işlediğini görmek mümkün. İba- det etmesi için yaratılan insanın yapısı buna göre dizayn ediliyor, diline veya özüne, ruhuna ve doğal yapısına bu görevi yerine getirebilecek kabiliyetler yerleştiriliyor, akıl, şuur ve vicdan gibi imkânlarla donatılıyor.


 


İnsan, Allah’tan başka Rabb tanımayacağına, O’ndan başkasına kulluk etmeyeceğine dair ‘ahd- misak’ vermiştir. Ya da Allah (c.c.) ona bu önemli talimatı-emri bildirmiştir.


 


Kur’an bu gerçeğe şöyle işaret etmektedir:


 


“Ey Âdemoğulları! ‘şeytana ibadet etmeyin, o 


 


sizin apaçık düşmanınızdır’, Bana ibadet edin, doğru yol budur’ diye size ‘ahd’ vermedim mi?” (Yâsîn, 36/60-61)


 


Allah ile peygamberler arasında gerçekle- şen ahd


Allah (c.c.), “Urvetü’l Vüska” olan hidâyetini an- cak peygamberler aracılığıyla insanlara ulaştırır. Allah, bütün peygamberlerden, ‘kendilerine vah- yedilenleri insanlara ulaştırmaları konusunda’ söz almıştır.


 


“Hani, Allah peygamberlerden, “Andolsun, size vereceğim her kitap ve hikmetten sonra, elinizdekini doğrulayan bir peygamber geldi- ğinde, ona mutlaka iman edeceksiniz ve ona mutlaka yardım edeceksiniz”diye söz almış ve “Bunu kabul ettiniz mi; verdiğim bu ağır gö- revi üstlendiniz mi?” demişti. Onlar, “Kabul et- tik” demişlerdi. Allah da, “Öyleyse şahid olun, ben de sizinle beraber şahit olanlardanım”de- mişti.” (Âl-i İmran, 3/81. Bir benzeri: Ahzâb 33/7)


 


Allah (c.c.), insanlara emir ve yasaklarını, yani hü- kümlerini onların arasından seçtiği elçileri aracılı- ğıyla göndermiştir. O, bu seçtiği elçilerden ‘elçilik görevinizi yerine getirecek sizin’ diye söz almıştı. Bir kaç âyette bu ahd’in örneklerini görüyoruz.


 


“… Ev’imi (Kâbe’yi) tavaf edenler, itikâfa çeki- lenler, rükû’ ve secde edenler için temizleyin’ diye (İbrahim’e ve İsmail’e) ahd verdik.” (Baka- ra 2/125. Ayrıca bkz: A’raf 7/134. Tâhâ 20/115) Bu âyetlerdeki ‘ahd’, emir, buyruk ulaştırma veya tali- mat şeklinde anlaşılmıştır.


 


Allah ile İsrailoğulları arasında gerçekleşen ahd


İsrailoğulları Allah’ın emirlerine uyacaklarına, Peygamberi dinleyeceklerine dair, Allah’a söz ver- mişlerdi. Ancak sözlerinde durmadılar ve ahidle- rini bozdular.


 


“Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimeti hatırla- yın. Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki ben de size verdiğim sözü yerine getireyim. Yalnız benden korkun.” (Bakara 2/40)


 


Allah’ın İsrailoğullarından itaat etmeleri, namazı kılıp zekâtı vermeleri, iyiliği emredip kötülükten alıkoyma, Peygamberlere, özellikle Tevrat’ta gele- ceği haber verilen Ümmi Peygamber’e ve ona in- dirilen Nur’a iman konusunda söz aldığını, buna karşılık da onların geçmiş günahlarını affetmeyi, dünya ve âhiret mutluluğu vermeyi vaad ettiğini Kur’an haber veriyor.7


 


Ahd-Misak İlişkisi


 


Misak, ‘vesika’ veya ‘vesüka’ fiilinden türemiş bir kelimedir. Fiil kökü, güvenmek, sağlam olmak, sağlam tutmak, sağlama bağlamak anlamlarına gelir.


 


Türkçede, belgeledi, sağlamlaştırdı, sağlama bağ- ladı anlamına gelen ‘tevsik etmek’ kelimesi ile belge, isbat anlamına gelen ‘vesika’ aynı kökten türemiştir.


 


Yine aynı kökten gelen‘sika’; güvenmek, inanmak, güvenilir, ‘vüska’; sağlam, güvenilir demektir.


 


‘Misak’: kendisiyle bağlanılan söz, yeminle pekiş- tirilmiş, yapılan ve mutlaka yerine getirilmesi ge- reken andlaşma (akit) demektir. Bu bir çeşit, sözü, anlaşmayı sağlam bir bağla bağlamaktır. Yemin ve taahhüt (söz verme) ile pekiştirilmiş anlaşmadır.


 


Misak Kur’an’da, Allah ile kulları arasındaki anlaş- mayı (ahidleşmeyi) ifade etmek üzere kullanıl- maktadır.


 


Allah (c.c.)’ın insanla ‘misaklaşması-ahidleşmesi’ iki şekilde olur:


 


Misak konusu olan şeyi, bir yaratılış gereği ola- rak fıtratımıza yerleştirmesi şeklinde.


Vahy ve peygamberler aracılığıyla, misak yapı- lan konuları bildirmesi şeklinde.


Allah ile “misak” yapan insan, dünya hayatında verdiği sözün arkasında durursa, ahdine sâdık olursa kazanır. Aksi halde kaybedenlerden olur.


 


Kur’an, misaklarına uymayanları şöyle tehdit ediyor:


 


“Onlar ki, misakla bağlandıktan sonra Allah’a verdikleri ahd’i (sözü) bozarlar. Allah’ın bitişti- rilmesini emrettiği şeyi keserler ve yeryüzün- de bozgunculuk yaparlar (fesat çıkarırlar). İşte zarara uğrayanlar bunlardır.” (Bakara, 2/27)


 


Kur’an İsrailoğullarından alınan sözü Bakara 4. âyette ahd ile anlatırken beş âyette ‘misak’ ile an- latıyor. Mesela:


 


“Vaktiyle biz, İsrailoğullarından: Yalnızca Allah'a kulluk edeceksiniz, ana-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik edecek- siniz diye söz (misak) almış ve ‘İnsanlara güzel söz söyleyin, namazı kılın, zekâtı verin’ diye de emretmiştik. Sonunda azınız müstesna, yüz çevirerek dönüp gittiniz.”


 


“Hani, Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız” diye de sizden kesin söz (misak) almıştık...” (Bakara 2/83-84. Ayrıca bkz: Bakara 2/63. Mâide 5/12-13. A’raf 7/169)


 


Misak, aynı zamanda belli konularda yapılan an- laşmaları da ifade eder. Bu misak, ister Allah ile, ister Peygamber ile, isterse başka insanlar ile ya- pılmış olsun, yerine getirilmesi gerekir.


 


Misak, Allah’ın insanlara bildirdiği pekiştirilmiş ahd’dir. Kur’an bazen her iki kelimeyi birlikte kul- lanmakta ve misaklarına uyanların ahlâklarından örnekler sunmaktadır. Misaklarını (verdikleri her türlü sözü) yerine getirenler aynı zamanda ‘ulü’l elbâb-akıllı ve temiz vicdanlı’dırlar.


 


“Onlar, Allah'ın ahdini yerine getirirler, (misa- kı) anlaşmayı bozmazlar. Onlar, Allah’ın riâyet edilmesini emrettiği haklara riâyet eden, Rab- lerine saygı besleyen ve kötü hesaptan kor- kanlardır.” (Ra’d, 13/20-21)


 


Ahd-Akd İlişkisi


 


“Akd (Türkçe’deki söyleyişle: akit)”, bir şeyi bir şeye sağlam bir şekilde bağlamak demektir. Kur’an’da, akd’in; bağlamak, sözleşme/anlaşma yapmak (Mâide 5/1), yeminleri bağlamak (Nisâ 4/33. Mâide 5/89), nikâhı bağlamak (Bakara 2/235, 237) gibi anlamlarda kullanılıyor.


 


“Ey iman edenler! (yaptığınız) akitleri (anlaş- maları-yeminleri) yerine getirin...” (Maide, 5/1)


 


Bu‘akit’: insanın Allah ile akdini temsil eden iman, insanın kendisiyle akdini temsil eden selim fıtrat ve vicdan, insanın yakın ve uzak çevresiyle yaptığı her türlü sözleşmeyi8, kalu belâ’yı (ilk sözleşmeyi), yeminleri, nikâhları, günlük hayatta yapılan diğer bütün anlaşmaları, verilen bütün sözleri ve vaad- leri kapsar.


 


Aynı kökten gelen“akide (çoğulu akâid)”, bağlanı- lan, ahd yapılan-söz verilen inanç demektir.


 


Kelime-i Tevhid/Şehâdet söylenerek yapılan ahde “Tevhid ahdi” diyebiliriz. Bu ahid (bir anlamda misak) mutlaka yerine getirilmesi gereken ciddi bir söz vermedir, anlaşmadır. İslâmî davete icabet edip iman olgunluğuna ulaşan mü’minlerin Pey- gamberle yaptıkları ahid de, onun Allah’tan geti- rip tebliğ ettiği her şeyi kabul etme, her konuda itaat etme, onun davasını savunma ve koruma anlamına gelir. Sahabeler bu ahd’i onun elini tu- tarak yerine getiriyorlardı. Kur’an bu ahidleşmeye ‘biat’ demektedir. Peygamber’e yapılan bu ‘biat’ aslında Allah’a yapılmaktadır. (Fetih, 48/10)


 


Sonuç Olarak


 


“... Ahd’i de yerine getirin. Doğrusu verilen ahd’de (imsakta) sorumluluk vardır.” (İsrâ 17/34)


 


İsfehânî, R. el-Müfredât, s: 523


Kutub, S. fi-Zilâli'lKur'an, 3/1392


Elmalılı H. Yazır. Hak Dini Kur'an Dili (sad.), 4/167-168


Müslim, Kader/25 no: 2658. Müstedrek, 2/320, nak. Muh. İbni Kesir, 2/64


5. Zamahşerî, el-Keşşâf, 2/169-170. Tabatabâî, H. M. el-Mizân, 12/162


 


Işık, Ş. Ilk Ahit, s: 90


İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 1/20)


8. İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 1/189


 


Hüseyin Kerim ECE /Vuslat Dergisi