PARALEL DİNLERİ KİMLER SEVER
“Şüphesiz Allah katında din İslâm’dır. Kitap verilmiş olanlar, kendilerine ilim geldikten sonra sırf, aralarındaki ihtiras ve aşırılık yüzünden ayrılığa düştüler.” (Âl-i İmran,3/19)
17/02/2017


İnhirafya da Parelel Din


 


Hangi sebepten olursa olsun, tarihten beri hak dinden olan sapmalara, asıl özden kopuşlara, inhiraf diyoruz. Bu inhiraflar neticesinde ortaya çıkan, inanç sistemlerine uydurma din, şimdilerde paralel din deniyor.


 


İnhiraf’ın aslı “ha-re-fe”dir. Bunun masdarı harf (çoğulu; huruf, ahruf); bir nesnenin ucu kenarı demektir. Gramerde (nahiv’de) kelimeleri birbirine bağlayan uç, bildiğimiz harf demektir. 


 


Aynı kökten gelen tahrif; bir nesneyi bir tarafa eğmek manasındadır. Tahrifu’l-kelâm; bir sözün manasını, ihtimalin bir ucuna koymak, hamletmek demektir.1(bkz: Nisâ 4/46. Mâide 5/41. Bakara 2/75)


 


İnhiraf; bir şeyden sapma, başka bir tarafa meyletme (münharif olma), dönme, doğru yoldan çıkma, değişme, bozulma, kırıklık anlamlarına gelir.2


 


Biz bununla burada Vahyin ilk nuzûlünden itibaren ana gövdeden, Tevhid inancı ve anlayışından, Kur’an’dan ve sahih Sünnet’ten sapmaları kasdediyoruz. Siz buna “kopuş” da diyebilirsiniz.


 


İlk Dinden Sapmalar (İnhiraf)


 


İslâm inancına göre dini vahiy yoluyla bildiren Allah'tır; bütün gerçek dinler Allah'tan gelmiş ve safiyetlerini korudukları sürece yürürlükte kalmıştır. İlk insan aynı zamanda ilk peygamberdir ve kendisine bildirilen din de tevhid dinidir. Bundan dolayı Hz. Âdem'den Hz. Muhammed'e kadar bütün peygamberlerin getirdiği hak dinlerin ortak adı İslâm'dır.


 


Kur’an şöyle buyuruyor:


 


“İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere kitapları hak olarak indirdi.” (Bakara, 2/213)


 


Sosyolojik araştırmalar insanlığın ilk dîninin tevhid dîni olduğunu isbatlar mahiyettedir.3Müslümanların hazırladığı dinler tarihi ilminin amaçlarından bir tanesi de insanlığını ilk inancının Tevhid olduğunu isbat etmektir. İlk insanlardan beri ortaya çıkan sayısız dinin, ya da dine benzeyen hayat anlayışlarının aslı Âdem’e  ve daha sonraki peygamberlere indirilen İslâm idi.


 


Peygamberlerin öğrettiği hak dini unutanlar veya beğenmeyenler kendileri din uydurdular, ya da uydurulmuş dinlerden birine tabi oldular.Bu olgu bugün de değişmemiştir. Nitekim Hz. Nuh (a.s.) peygamber olarak gönderilmesinden anlıyoruz ki âdemoğulları babalarının öğrettiği Tevhid dininden uzaklaşmışlar, başka inançlar, başka ibadetler uydurmuşlar, âlemlerin Rabbi yerine uydurma ilahlara tapar hâle gelmişler.


 


Kur’an’a göre Allah (c.c.) insanlığa peygamberler aracılığıyla tek bir din göndermiştir. Bunu muhtelif âyetlerde haber veriyor. (bkz: Âl-i İmran, 3/19. Şûrâ 42/13)


 


Ancak birileri kendilerine “İlim”, yani vahiy gelmesine rağmen, dini anlama konusunda tefrikaya düştüler. Sonra herkes kendi anladığını din zannetti. (Bakara, 2/213)


 


“Şüphesiz Allah katında din İslâm’dır. Kitap verilmiş olanlar, kendilerine ilim geldikten sonra sırf, aralarındaki ihtiras ve aşırılık yüzünden ayrılığa düştüler.” (Âl-i İmran,3/19. Ayrıca bkz: Câsiye 45/17. Beyyine 98/4-5. Şûrâ 42/14)


 


Kendilerine gelen vahye ve ilâhi kitaba, önlerinde örnek bir elçiler olmasına rağmen “kitap ehli”, bu ilâhi dinden inhiraf ettiler. Ona ekleme ve çıkarma yaptılar. Hem dinin inanç esaslarını, hem de ibadet şekillerini değiştirdiler. Yeni iman esasları ve ibadetler uydurdular. Bir müddet sonra da -her nekadar bazı izler taşısa da- peygamberlerin öğrettiği İslâm yerine insan yapısı yahudilik ve hırıstiyanlık ortaya çıktı.


 


İslâm tarihinde, özellikle ilk dönemdeki siyasi çekişmelerden sonra ortaya pek çok hizip, grup, mezhep (fırka) çıktı. Bunların bir kısmı İslâmı/Kur’an’ı veya Peygamber’in mesajını anlama, yorumlama, farklı uygulama veya siyasi faaliyet olarak kalsa da, bir kısmı Din’i kendi hevâlarına göre anladılar. İnanç ilkesi hâline getirdikleri yorumlar, dini algılama biçimleri, ne Kur’an’a uygundu, ne de Peygamberin mesajına. Öyle ki İslâm’ın bütün inanç ve ibadet ilkelerini kendilerine göre, Kur’an’a taban tabana zıd bir şekilde anladılar. Şüphesiz ki bu, İslâm’dan, vahiyden bir sapma idi.


 


Bunlar her ne kadar mezhep, cemaat, hizip adı ile anılsa da, İslâm’a nisbetle her biri bir uydurma din gibidirler. Nitekim müslümanların arasından çıktığı halde, İsmailiyye, batınîler (pek çok grub), Dürzîler, Yezidîler, Bahâîler, Kadıyânîler anlayış ve yorumları, inanç ve eylemleri ile dalâlet ehli olarak nitelendirildiler.


 


Parelel (uydurma) din anlayışı ve faaliyeti bunlarla sınırlı kalmadı. Zira parelel din bir zihniyettir. Bir grup (fırka), mezhep, tarikat, hizip veya cemaat mensubu, kendi grubunun Kur’an’a uymayan itikadî görüşlerini ve ritüelleri ibadet diye kabul eder ve yaparsa parelel din uydurmuş demektir.


 


Parelel (uydurma) din anlayışının genel özellikleri şöyledir.


 


Kendilerine Uygun Bir Din Anlayışına Sahiptirler


 


Âyetleri ve hadisleri kendi bağlamından uzak, Kur’an ve Sünnet kontekstinden uzak, Tevhidî anlayışa zıt, İslâm açısında şirk ve küfür (inkâr) sayılabilecek yorumları din zannederler. Bunlar Dinin kabına uymaları gerekirken, dini kendi kalıplarına uydururlar. Bundan dolayı fırka fırka olurlar. Sonra da şöyle derler: “Biz haktayız, başkaları bâtılda. Bir kurtulacağız, diğerleri helâk olacak.”Kendilerini Nuh’un gemisi, diğerlerini Nuh’un gemisine binmeyi akıl edemeyen zavallılar olarak görürler. Böylece her grup kendi elindeki ile, içinde bulunduğu yapı ve anlayışla övünüp durur.


 


Kur’an bu tehlikeye ve vahye zıt bu tutuma “tefrika bağlamında” işaret ediyor. Bu tutum Dini kenihevâsına, kendi mezhebine, kendi tarikatına göre anlayıp onu hak, diğer yorumları, cemaatleri din dışı sayma saplantısıdır. “Dinlerini parçalayan (ferrakû) ve bölük bölük (şiyean) olanlardan (olmayın. Bunlardan) her fırka, kendilerinde olan ile böbürlenmektedir.” (Rûm, 30/32. Bir benzeri: En’am, 6/159)


 


İslâmî Kavramları Değiştirirler 


 


İslâm’ın kavramlarının anlamı, medlûlü ve maksadı Kur’an ve Sünnet’e uygun anlaşılması ve kullanılması gerekir. Zira kavramları isabetli anlamak onlarla ifade edilen mesajın da doğru anlaşılmasını sağlar. Ancak üzülerek söyleyelim ki İslâm’ın kavramlar tarihten beri, -özellikle bu inhiraf eden gruplar tarafından- bağlamından  koparıldı, yanlış anlaşıldı, içleri boşaltılıp kendi iddiaları ile dolduruldu. Üstelik geçmişte yanlış anlaşılan kavramlar, bugün de yanlış anlaşılmaya  devam ediyor.  Mesela; şehâdet/şehid, şûra, vel-evliyâ, kerâmet, seyyid, ulu’l-emr, sünnet, itaat, biat, kader, mezhep, tarikat, şefaat, cihad, âlim, hizmet, himmet, diyaloğ (teâruf), sadaka, imam, uhuvvet, nur, mezhep, mehdi, ictihad, fırka-i naciye gibi nice kavramlar bu hengâmede kurban gittiler. Yanlış anlaşıldılar, yanlış yerlerde kullanıldılar, yanlış kimselere yafta olarak yapıştırıldılar.


 


Kendilerine Kitap Verildiğini İddia Ederler


 


Bunların ya liderleri kendilerine ötelerden kitap verildiğini, peşlerine gidenlere sundukları metinlerin ve sözlerin kendilerine ait olmadığını yukarıdan aldıklarını ileri sürerler, ya da bağlıları peşlerine gittikleri liderlerinin böyle olduğuna, ilmi dokunulabilir nesnelerden değil, asıl kaynağından aldıklarına inanırlar. Öyle olunca bunların din adına söyledikleri, ya da Kur’an yorumu, olarak söyledikleri veya yazdıkları, din diye anlattıkları tartışmasız kabul görür.


 


Bu gibi liderlerin, öncülerin bağlıları onların kitaplarına kutsallık verirler. HâlbukiKur’an böylelerini yalanlıyor.(Bkz: Bakara, 2/79. En’am, 6/21, 93, 144, 156-157. A’raf 7/37 ve diğerleri)


 


Bazıları üstatlarının böyle olduğuna inanmayanları, ya da karşı gelenleri kâfirlikle, zındıklıkla suçlarlar. Onu tenkit edenleri ya kitabın kendisinin, ya da liderlerinin çarpacağına inanırlar. Tıpkı peygamberlerini ilâhlarının çarpmasıyla tehdit eden Hûd kavmi gibi. (Hûd 11/53-55)


 


Kur’an’ın dediğine göre böyleleri şeytanın evliyasıdır. Şeytan da kendi dostlarına fısıldayıp (vahyedip) duruyor.(En’am, 6/121. Şuarâ 26/221-223. Bkz: İbni Kesir, Muh. Tefsir, 1/613)


 


Lidere/İmama Kayıtsız Şartsız Teslimiyet Esastır


 


Bu gibi cemaatlerde ölmüş veya yaşayan imama, lidere, şeyhe, başkana kayıtsız şartsız, “ğassalın elindeki cenaze gibi” teslim olurlar. Her emrine uymak üzere biat ederler. Karşı gelmek, tenkit etmek, şüphe etmek veya karşı görüş beyan etmek genellikle yasaktır ve dışlanmayı gerektirir. Liderlerine bu şekilde biat edenler için artık ölçü Hak ve hakikat, Kur’an ve Sünnet, akıl ve kevnî ayetler değil; liderlerinin dedikleri ve yazdıklarıdır.


 


Kurtarıcı Bekleme Anlayışı Vardır


 


Kur’an insanların nasıl kurtulabileceklerini, dünya ve âhiret mutluluğunun nasıl kazanacaklarını göstermesine, Peygamber (s.a.s.) bunu yaşayıp ümmetine öğretmesine rağmen uydurulan dinin mensupları, kurtuluşu başka yerde ararlar. Bağlandıkları liderin kendilerini dünyada, bir kısmı da âhirette kurtaracağına inanırlar. Onların olağanüstü güçleri olduğuna, ya da Allah’a yakın olduklarını zannederler. Bu yüzden kendilerine yardımcı olmaları için onlara bağlanmayı, itaat etmeyi, onların uğruna fedakârlıkta bulunmayı, onlara hizmet etmeyi, öğretilerini yaymayı inançları açısından gerekli görürler. Bir kısmı yaşayan, bir kısmı da ölen liderlerini mehdi olarak görürler ki bir gün gelip kendilerini kurtaracağına, düşmanlarını yok edeceklerini beklerler.


 


Atalar Dinine Bağlıdırlar


 


Uydurulan din mensuplarının büyük bir kısmı önceki atalarından gördüklerine tabi olurlar. Onlardan kendilerine tevarüs eden ne varsa, inanç, âdet, anlayış, ahlâk, töre, duygu, düşünce, dost, düşman ve hedef. Sorgusuz sualsiz kabul ederler. Onları sorgulamayı düşünmezler. Zira doğruluklarından şüpheleri yoktur. Neden? Çünkü atalarından, yani önceki liderlerinden, efendilerinden, büyüklerinden gelmektedir. Onlara göre her şeyde ölçü Allah’tan gelen vahiy değil, atalardan intikal eden şeylerdir.


 


HâlbukiKur’an atalardan tevarüs eden şeyleri din edinenleri kınıyor. (Bakara, 2/170. Mâide, 5/104. Enbiyâ, 21/51-54. Zuhruf, 43/22-24)


 


İslâm dünyasında tarihi süreçte ortaya çıkan nice batınî (sübjektif) yorumlar, dinin kendisi zannedildi. Bu yorumlar hem yanılmaz zannedilen önderlerin görüşleri, hem uydurma hadis ve haberlerle desteklendi. Böylece ortaya din adına uydurulan bir çokbid’atler atıldı, yeni ritüeller, ibadetler icat edildi. Zamanla bunlar asıl ibadetlerin yerini aldı. Bu cemaatlere bağlananlar bunları o kadar benimsediler ki, din adına bunlardan başkasını bilmez oldular.


 


Hedef İçin Her Şeyi Meşru Görürler


 


Bu yapıların bağlıları belirledikleri hedefe varmak için her şeyi mübah bilirler. Takıyyenin en şahânesini kullanırlar, yalanın her çeşidine baş vururlar. Hile, adam kandırma, uyutma, hayalperestlik, uçuk vaadler, dünyalık ve âhiretlik cennetler, siyasi ikbal, manevi makamlar vaadleri ve benzeri her şey. Hedefe varmak için ihanet de edebilirler, gerekirse cinayet bile işleyebilirler.


 


Emperyalistler ve Diktatörler Parelel Dini Çok Severler


 


Evet, tarihte siyasîveya ferdî hakimiyet kurmak, etrafına adam toplamak, başkalarının sırtından geçinmek isteyenler parelel dinleri çok severler. Zira bu din anlayışı kullanılmaya uygun, onların hedeflerinde araç olabilecek özelliktedir.


 


Öteden beri emperyalistler; yani başka ülkeler ve kesimler üzerinde hesabı olanlar da parelel dinleri severler.


 


Onlar bugün kendilerinin Ortadoğu dedikleri coğrafyadan ellerini çekmezler, yakasını bırakmazlar. Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da oraya karışacaklar, karıştıracaklar, kontrolden çıkmaması için ellerinden geleni yapacaklar.


 


Bunun dört tane önemli sebebi vardır:


 


1-İslâm tehlikesi


 


2-Petrol


 


3-Su yolları, stratejik coğrafya olması


 


4-İsrail’in güvenliği


 


Bu sebeple onlar ya kendi hakimiyetlerine, faaliyetlerine, çıkarlarına zarar vermeyecek parelel din oluşumlarından razıdır, ya da İslâm’ın kendilerine çıkarlarına zarar vermeyecek şekilde anlaşılmasını isterler. İslâmı toptan yok edemeyeceklerine göre kontrol edilebilir bir dindarlık tercih edilir. Bunu da en fazla liderlere, şeyhlere, ağalara sıkısıkıya bağlı, biat etmiş cemaatler üzerinden yaparlar. Zira bir ülkeyi veya halkı işgal etmektense onların liderlerini teslim almak, ya da onlara kullanılabilir bir lider tayin etmek daha kestirme bir yoldur.


 


Bu yüzden -“paralel din, uydurulan din, bid’at ve hurâfelerle işgal edilmiş din” ne derseniz deyin-, yani Kur’an ve Sünnet’ten koparılmış din anlayışları, uyuşuk dindarlar onların çok işine yaradı, yarıyor. Onlar bu şekilde olan cemaatleri, yapıları desteklerler. Öyle yapıların ortaya çıkması için çok çaba gösterirler. Avrupada belki ikiyüz seneden beri gelişen oryantalizm çalışmalarının bir hedefi de budur.


 


Dindarları kontrol altında tutmak, zararlarını, azaltmak, hesaplarının önünde ayak bağı olmalarını önlemenin bir yolu da budur. Bir ülkede etkin olmak, ya da o ülkeyi işgal etmek isteyen emperyalistler, o ülkenin kralını, şefini, askeriyesini veya bürokrasisini, aydınlarını, ya da cemaatlerini ele almayı denerler. Bu sağlandıktan sonra oraya asker çıkarmaya, fiili işgale ihtiyaç kalmaz. Ğassalın elindeki meyyit gibi liderine, başkanına, şeyhine, imamına bağlanmış (biat etmiş), aklı ve iradesi devre dışı kalmış, narkozlanmış, uyuşturulmuş, köle ruhlu sürüyü gütmek daha kolaydır.


 


Öteden beri bir çok siyasetçi, diktatör ve emperyalistler bu başarı şansı yüksek metodu denediler ve denemeye de devam ediyorlar.


 


Tasavvurunu, zihnini ve hayat felsefesini, dünya görüşünü ve kişiliğini Vahy’e göre kuran kişiler; köle, uydu, uşak, hain, dönek, rezil kullanımlara alet olmazlar. Onların kişiliklerini Kur’an inşa eder, hükümleri yön verir. Kendilerini teslim almak, ülkelerini, değerlerini, zenginliklerini, hatıralarını yağmalamak isteyenlere teslim olmazlar. Görünen ve görünmeyen, kültürel, ekonomik, askeri, moral saldırılara direnirler. Kimliklerine her şartta ve ortamda sahip olurlar. Empeyalistlerin ve diktatörlerin oyunlarını işte bu gibi müslümanlar bozarlar. Onların tekerleklerine çomak sokarlar. Onlar bâtıl, sapık, uyuşturan, köleleştiren, aşağılatan anlayışlara pirim vermezler. Topraklarının ve mukaddesatlarının yılmaz savunucularıdır. Üzerlerinde oynanan oyunları, yapılan hesapları, işletilen hile ve fitneleri  ferasetleri anlar ve ona göre tedbir alırlar


 


Zira kişiliği ve dünya görüşü vahiyle inşa edilmiş bir müslüman, asla ihanetin, yağmanın, zulmün, teslimiyetçiliğin, taklitçiliğin, korkaklığın, pısırıklığın aleti olmaz, Allah’tan başka bir gücün önünde eğilmez. Ölüm korkusuyla veya dünyalık çıkar kaygısıyla yanlışlıklara eleman, şeytana asker olmaz. O her açıdan yiğit ve mücahidtir.


 


Emperyalistler ve zalimler, hainler ve sömürücüler, şeytana papucunu ters giydiren üçkağıtçılar, şeytanî işleri sevenler, vahyin öngördüğü gibi olmaya çalışan müslüman tipinden hoşlanmazlar.


 


Buna karşın ölçüsü hak ve hakikat olmayanları, aklını ve iradesini birilerine teslim edenleri, o birileri rahatlıkla güderler. Bunlar kendilerine empoze edilen din anlayışını tereddütsüz kabul ettikleri için, ağaları bunları, İslâm’ın izin vermediği, ama İslâm boyası sürülmüş yanlış hedeflere kolaylıkla sürülebilirler.


 


Böyle yapılanmış bir kitlenin, cemaatin başındaki elde edilirse o kitle ele geçirilmiş olmaz mı?Liderleri tarafından uyuşturulmuş bir kitlenin başındaki teslim alınırsa, o kitle doğrudan teslim alınmış olmaz mı? İslâm âleminde bu gibi yapılanmaların arttığını, çoğunluğun böyle cemaatlere biat ettiğini, gruplara bölündüğünü düşünelim, emperyalistlerin işi daha kolay olmaz mı?


 


Bunların zihinleri liderleri tarafından, liderlerinin zihni de o ülke üzerinde hesabı olanların işgaline uğrarsa; hesap, işgal, kullanma ve ihânet tamam demektir.


 


Şu örnek konu açısından dikkat çekici:Ali Şeriâti’nin “Sosyoloji” adlı kitabında okumuştum. Aklımda kaldığına göre şöyle anlatıyordu.“Pariste doktora yaparken Renault Fabrikasının sosyoloğ aradığını duydum (veya ilanını gördüm). İlgimi uyandırdı ve merak ettim, bir otomobil fabrikasının sosyoloğ ile ne işi olabilirdi? Hani teknik eleman, mühendis, pazarlamacı neyse; otomobil fabrikası ve sosyoloğ? Müracaat ettim. İş görüşmesi yaparken yetkiliye sordum. Niçin sosyoloğ? Cevap: Biz arabamızı satacak pazar arıyoyuz, değil mi? Diyelim bir ülkeye araba satmak itiyoruz, mesela bir Afrika ülkesine. Önce sosyoloji uzmanımız gider o ülkedeki toplumsal yapıyı inceler. Aşiret varsa onu, durumlarını, inançlarını, tutumlarını, geleneklerini, zevklerini vs. inceler ve bize rapor eder. Değerlendirmeden sonra biz de anlarız ki falanca kabile müşterimiz olabilir. O zaman pazarlama elemanlarımızı gönderir, önce kabile reisine arabamızı hediye ederiz. Tabi yanında arabayı kullanmayı öğretmeyi, yol yapmayı, bozulunca tamir etmeyi, eskiyince yenisini vermeyi de taahhüt ederek. Bir müddet sonra o kabile veya Afrika ülkesi pazarımız olur.” Yani kabile reisini ya da o ülkeyi yöneten diktatörü kafaya aldı mı, ya da kendilerine bağladı mı gerisi çorap söküğü gibi gelir.


 


Emperyalistlerin uydurulan dinlere, İslâma uymayan tarikat, hizip  anlayışlarına, Vahyin uzağındaki yapılanmalara, sıkı cemaatlere ve özellikle onların liderlerine neden yatırım yaptıkları daha iyi anlaşılıyor.


 


İman Edene Düşen


 


Din’i, Allah’ın vahiy yoluyla gönderdiği Kur’an’dan ve onun sevgili Peygamberi’nin (s.a.s.) öğrettiği gibi öğrenmek, onun uyguladığı gibi uygulamaktır. Bu hakikate sımsıkı yapışmak ve Hak dinin ilke ve ölçülerine mümkün olduğu kadar uymaktır. Zira Din koyma yetkisi O’naait olduğu gibi, hayat da, ölüm de, Cennet de, Cehennem de O’na aittir.


 


Kur’an iman edenlere şöyle sesleniyor:


 


“Gönülden katıksız bağlılar’ olarak, O’na yönelin ve O’ndan korkup-sakının, dosdoğru namazı kılın ve müşriklerden olmayın.” (Rûm, 30/30)


 


“Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır (teferraka). İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti.” (En’am, 6/153)


 


“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır.” (Âl-i İmran, 3/105)


 


Biz insanların doğru olmama ihtimali olan görüşlerine değil, Allah’ın dini İslâma (vahye) tabi olmakla mükellefiz.


 


 


Dipnot


 


1- el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 163)Kur’an’da bir kaç yerde geçiyor.


 


2- Devellioğlu, F. Osmanlıca Sözlük, s: 438


 


3- Tümer, G. TDV İslâm Ansiklopedisi, 9/317


 


Hüseyin Kerim ECE / Vuslat Dergisi