Tarihî seyir ve tekâmülü içinde, dinin kuvvet merkezi olduğu eğitim ve öğretim, İslam kültür ve medeniyetinin gelişip yayılmasında büyük bir rol oynamıştır. Bilindiği gibi eğitim, yetişkinlerin bir plan çerçevesinde ve belli bir gayeye göre yetişmekte olan nesillerin gelişmesini sağlamak için yaptığı çalışmalardır. Bu bakımdan eğitim ve öğretim faaliyetleri, yeni kuşakların yetişmesi için bir plan dahilinde yapılan bütün faaliyetleri içine almaktadır. Bunun içindir ki eğitim ve öğretim sadece bir kültürün nesilden nesile intikalini değil, aynı zamanda bunun sonucu olarak toplumun devamlılığını (bekasını) da sağlayan bir vâsıta olmaktadır. Buna göre İslami eğitimin gayesi iyi ve dengeli insan (insan-ı kâmil) yetiştirmektir. Bu anlayış, sınır, zaman, mekân ve coğrafî bölge ile kayıtlanmış değildir. Zira bu dinin kitabı olan Kur’an, ilk ayeti ile okumayı, başka bir ifade ile öğrenmeyi emretmektedir. Kitabın kendisine gönderildiği peygamber de buna uygun emirler veriyordu.
Eğitim ve öğretim açısından değerlendirildiği zaman İslam dünyasında camiler, uzun süre birçok fonksiyonu yerine getiren mekân olma özelliğini koruyorlardı. Buna bağlı olarak eğitim ve öğretim faaliyetleri bakımından da birçok alanda vazife görüyorlardı. Nitekim camilerde, kuruluşundan itibaren, tedrici bir gelişme ile hemen hemen bilinen bütün ilimlerin tedris edildiği anlaşılmaktadır. Kur’an ilimleri, dil (bütün kısımları ve dalları ile Arapça), hadis, fıkıh ve usulü, kelam ve buna bağlı olarak cedel ile mezhepler bilgisi gibi dinî ilimler daha ilk hicri asırdan itibaren camilerde okunmaya başlanmış, iki ve üçüncü asırlarda da olgunluk derecesine ulaşmışlardı. Yine bu asırlarda tercüme faaliyetleri ve dolayısıyla eskilerin kültür mirası diyebileceğimiz felsefe, matematik, tıp, tarih, astronomi, aruz ve kimya gibi ilimlerin tedris edildiği yerler de camilerdi. Bu bakımdan gerek dinî, gerekse tabii ilimlerin gelişmesinde camilerin büyük bir rolü olduğu anlaşılmaktadır.
Medrese öncesi ve hatta sonrasında bile camilerde dönemin bilinen bütün ilimleri tedris edilirdi. Böylece cami bir mektep, bir akademi ve hatta bir üniversite özelliğini taşıyordu. Nitekim Süyuti, Kahire’deki Tulunoğlu Camii’nde bilinen bütün ilimlerin okutulduğunu, Abdullatif el-Bağdadi de el-Ezher Camii’nde her gün öğle üzeri tıp dersinin okutulduğunu anlatır. (Bu konuda daha geniş bilgi ve kaynaklar için bk. Ziya Kazıcı, İslâm Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi, İstanbul 2016, s. 338 – 343.)
Peygamber Mescidi ve Suffa mektebi
İslam kültür ve medeniyetinin yayılıp gelişmesinde fevkalade rolü bulunan camilerin, eğitim ve öğretim tarihi ile de yakından ilgisi bulunmaktadır. Bu bakımdan İslam eğitim tarihinden bahsederken camilerden de söz etmek gerekir. Esasen İslam’ın ilk devirlerinden itibaren mescitlerde ders halkaları teşekkül etmeye başlamıştı. Bu durum günümüzde dahi bazı İslam ülkelerinde devam etmektedir. Gerçekten meseleye eğitim açısından bakıldığı zaman İslam’da ilk eğitim ve öğretim müessesesinin cami olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira böyle bir eğitim daha Hz. Peygamber zamanında ve Medine’de inşa edilen ilk cami (Mescidü’n-Nebi)’de verilmeye başlandı. Bu anlamda İslam dünyasındaki ilk mektep (okul, akademi, üniversite) camidir diyebiliriz. Aslında camilerin bu görevleri –pek farkında olmasak bile- günümüzde de devam ede gelmektedir. Bu arada şunu da belirtelim ki, Müslümanlar tarafından daha sonra feth edilen yerlerde inşa edilen camiler, gerek ibadet merkezi olarak, gerekse İslam’ın öğretilmesi ve buna bağlı olarak bir eğitim kurumu olarak büyük bir hizmet ifa ediyorlardı.
Hz. Peygamber döneminde cami, en önemli eğitim ve öğretim merkezi idi. Medine (Yesrib)’ye hicretten sonra Hz. Peygamber, burada bir mescidin yapılmasına karar verir. Bunda, hem günlük namazlar eda edilecek, hem de dinin öğretilmesi sağlanacaktı. Bu sebeple bir arazi satın alındı. Bu arazi üzerinde tuğladan mamul bir bina inşa edildi. Böylece caminin ilk şekli Araplarda ortaya çıkmış oldu. Diğer Müslüman milletler o şekli memleketlerindeki yerli mimarinin tesiri ve iklimin icaplarına göre az çok değiştirdiler.
Müslümanlar, daha Medine döneminden itibaren ”Mescidin Vazifesi” anlayışını çok geniş tuttular. Binaenaleyh cami, ibadet yeri, eğitim mahalli, kaza dairesi, ordu karargâhı, yabancı elçilerin kabul yeri, meşveret mahalli vs. gibi hizmetler ifa ediyordu. Bu hizmetleri ile cami, İslam müesseseleri arasında önemli bir yer işgal eder oldu.
Bugün, Mescidü’n-Nebi adı ile anılan Medine’deki ilk camide, birbirinden ayrı üç bölüm bulunuyordu. Bunlar, namazın kılınması için büyük bir salon, mektep vazifesi görmek üzere bir Suffa ve Hz. Peygamber’in aile efradı için birkaç ayrı küçük oda. Medine’deki Hz. Peygamber Camii’nde bulunan Suffa, gerçek anlamda İslam’ın ilk üniversitesi olmuştur. Burada bizzat Hz. Peygamber dersler veriyordu. Fakat okuma-yazma sanatını öğretmek, Kur’an vs. tedris etmek üzere diğer öğretmenlerin de kendisine yardımcı olduklarını biliyoruz. Nitekim Ubade b. Samit, Mus’ab b. Umeyr, Ebban b. Said b. As ve Ebu Ubeyde b. Cerrah Kur’an öğretiyorlardı. Ayrıca Said b. As hattat idi. Hz. Peygamber tarafından “hikmet muallimi” olarak tayin edilmişti. Bundan kısa bir müddet sonra Suffa kifayet etmemeye başladı. Bunun üzerine Hz. Peygamber izdihamı önlemek için Medine’nin muhtelif mahalle ve semtlerinde ilk yahut hazırlık okulları diyebileceğimiz birçok mektep kurdu. Daha hicretin ikinci yılında Medine’de Mehremetü İbn Nevfel’in evinde tesis edilen ve “Dâru’l-Kurra” adını taşıyan bir Kur’an mektebinden bahsedilmektedir. Keza Medine’nin güneyinde ve yakın bir yerde bulunan Kuba Camii’nden bahsedilir ki, Hz. Peygamber buraya sık sık gelip eğitim ve öğretim işlerine nezaret ederdi. Belazuri, Medine’de Mescid-i Nebevi’den başka Hz. Peygamber’in sağlığında daha dokuz camiin mevcudiyetinden bahs eder. Sahabenin, kendilerine komşu ve yakın olan bu camileri aynı zamanda mektep olarak kullandıklarını da açıklar. (Daha geniş bilgi ve kaynaklar için bk. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, trc. M. Said Kutlu – Salih Tuğ, İstanbul 1969, II, 75 77.)
Gerek Hz. Peygamber, gerekse ashap, camide oturup etraflarına toplanan halkı bilgi bakımından aydınlatmaya çalışırlardı. Hz. Peygamber’i dinleyenler, işittikleri hadisleri üç defa tekrarlayarak ezberlerdi. Bu toplantılarda ilmin önemi üzerinde de durulurdu. Nitekim Abdullah b. Amr’ın naklettiğine göre Hz. Peygamber bir gün mescide girer. Burada iki ayrı grubun mevcudiyetini görür. Bunlardan bir kısmı ibadet, diğer kısmı da ilimle meşguldü. Bunun üzerine o şu hususa dikkati çekti: “Her ikisi de iyi yapıyor, şu kadar var ki, Allah’tan (ibadetleriyle) bir şey niyaz eden kimsenin talep ve niyazlarını yerine getirmek tamamen Allah’a ait bir iştir. Hâlbuki diğerleri, ilim sahibi olurlar ve cehaleti kovarlar. Bana gelince ben, Allah tarafından bir muallim olarak gönderildim” diyerek ilimle meşgul olan grubun arasına girip oturur. (İbn Mace, Sünen, Mukaddime, 17, 229.)
Osmanlı döneminde camiler
Yapı olarak dinî mimari grubunun başında gelen cami, özellikle Osmanlılarda mahallenin idare merkezi ve imamların karargâhı idi. Kendisine verilen Arapça isimden de anlaşılacağı gibi cami, halkı toplayan veya halkın toplandığı yer manalarına gelmektedir. Bu yüzden sosyal kurumlarımızın başında gelen camiler, hem ibadet yeri, hem hutbe ve vaazlarla halkı eğitip irşat eden bir okul (mektep), hem de cemaatin toplu bulunması sebebiyle memleket, muhit ve mahalleye ait işlerin görüşülüp karara bağlandığı yerlerdi. Bu durum ona, sosyal bir yapı olma özelliğini kazandırıyordu. Bunun içindir ki Osmanlılarda cami, bir mahallenin odak noktasını teşkil ediyordu. Camilerin etrafında bazen geometrik bir düzen içinde, bazen da yerin özelliğine göre çok defa belli bir estetik dikkate alınarak evler serpiştiriliyordu. Bu evlerden başka en önemli bina medrese idi. Medreseler özel mimari tarzı olan açık bir avlu etrafında ve kare şeklinde dizilen küçük kubbeli odalardan oluşan zarif ve ağırbaşlı eserlerdir. Bu binalardan birkaçı bir cami etrafında sıralanınca bunlara kütüphane gibi yardımcı tesisler de ekleniyordu. Bu da mahallede bir lise, bir yüksekokul ve hatta üniversite kampüsüne benzer bir ortamın meydana gelmesine sebep oluyordu.
Şu bir gerçek ki, Osmanlı döne minde bir şehir, ister fethedilmiş olsun, ister yeni kurulmuş olsun, ona Türk ve Müslüman damgasını vuran en önemli yapı cami idi. Camilerin, tarih boyunca üstlendikleri bu rolü, her yerde görmek mümkündür. Nitekim Bosna Sancağı’ndaki vakıf hizmetlerden bahsedilirken bu konuya temasla şöyle denilmektedir: “XVI. yüzyılın sonlarında, en sık ve iyi inşa edilen binalar cami ve mescitlerdir. Dua, manevi eğitim ve halkı yakından ilgilendiren konuların ilanı bu binalarda yapılırdı. Bu yapılar, Yakın Doğu ve İslâmî kentleşmenin giriş noktalarıdır. Cami ve mescitler, bu döneme ait sosyal yaşamın tüm temel bileşenlerini sarmalamakta idi.” (Hatıdza Car-Drinda, “XVII. Yüzyıl Bosna Sancağında Vakıf Müesseseleri” Osmanlı, Ankara 1999, V, 94.)
Hz. Peygamber zamanından itibaren bir mektep vazifesi gören camide elbette bu mektepte vazife görecek öğretmenlere (hocalar) ihtiyaç olacaktır. Bu görevi yerine getirecek olanlara da genellikle “İmam” adı verilmektedir. Önemli bir vazife olduğu ve bütün toplumu ilgilendirdiği için bunların çok iyi seçilmeleri ve görevlerini hakkıyla yerine getirebilecek özelliklere sahip olmaları gerekir. Günümüz İslam dünyasının birçok ülkesinde camilerde hem namaz kıldırmak, hem de yaygın eğitim diyebileceğimiz hutbe ve vaazlarla Müslümanları eğiten kimselere imam denilmektedir. Özellikle günümüz Türkiye’sinde vazifesi mihrap ile minber arasına sıkışmış gibi görünen imamın yetki ve salahiyetleri başlangıçta bu kadar kısıtlı değildi. O, sosyal hayatın en önemli unsurlarından biri olduğu için daha geniş yetkilere sahipti. Gerçekten cami görevlileri arasında en büyük sorumluluk, imam adı verilen görevliye aittir. İmam, sosyal hayatın en önemli unsurlarından biri idi. O, Osmanlı dönemi şehrinin toplum hayatında çok önemli bir yere sahiptir. Mahallenin her şeyi ondan sorulur. (Bu konuda daha geniş bilgi ve kaynaklar için bk. Ziya Kazıcı, Osmanlı Vakıf Medeniyeti, İstanbul 2014, s. 142-154.) Zira Osmanlı cemiyetinde mahalle imamı aynı zamanda kadının vazife ve temsilciliğini yapardı. Mekâna göre bir görev taksimi yapıldığında kadı – naip – imam hiyerarşisi görülmektedir. Memleketimizde 1245 (1829) senesinde muhtarlık teşkilâtı kurulana kadar mahallelerin mülkî ve beledî âmiri yani yöneticisi olan imamlar, aynı zamanda kadının bir nevi temsilciliğini de yapıyorlardı. (İlber Ortaylı, Tanzimattan Sonra Mahallî İdareler, Ankara 1974, s. 109.) İmamların bu durumu, yabancıların da gözünden kaçmamış olacak ki, XVII. asrın ortalarında Osmanlı ülkesinde bulunan Jean Thevenot da imamların toplum nezdinde sahip oldukları değeri anlattıktan sonra şöyle der: “Ayrıca yaşlı, dürüst, Kur’an’ı iyi bilen, dünya işlerinin bilirkişisi hocalar vardır. Bizim hukukçular gibidirler. Önemli işler için çoğu zaman bu hocalara başvurulurdu. Onlar, kendilerine saygı gösteren halk arasında büyük nüfuza sahiptirler.” (Jean Thevenot, L’Empire du Grand Turc, Paris 1965, s. 149.)
İmam, devletle toplum arasında köprüydü
Gazete, radyo, televizyon gibi iletişim araçlarının bulunmadığı bir dönemde devlet, her türlü emir ve yasaklarını imam ve cami vasıtasıyla halka ulaştırıyordu. Bu sayede devlet, memleketin her yerine aynı zamanda (yatsı namazı vakti) istediği emri ulaştırabiliyordu. Çünkü devlet, mahallede ergenlik çağına gelmiş olan bütün erkeklerin yatsı namazı vaktinde camide toplanacaklarını bilirdi. Bildirilmesi istenen bir emrin mevcudiyeti halinde imam, günün son ibadeti olan yatsı namazını müteakip “Ey cemaat, dağılmayınız, devletin emri vardır, şimdi söyleyeceğim.” Der ve kendisine verilen emri ilan ederdi. (Osman Nuri Ergin, Türkiye’de Şehirciliğin Tarihî İnkişafı, İstanbul 1936, s. 108.)
Böylece camide imamlık yapan kimse devletin emri veya yasağı gibi konularda da toplumu bilgilendiriyordu. İmamlık, Osmanlılarda, önemli bir memuriyet olduğundan vazifeye tayin edilecek imamlar, bizzat padişah beratı ile göreve getirilirlerdi. Bu konudaki tayinlerle ilgili pek çok arşiv belgesi bulunmaktadır. Bu belgelere göre imamlıkla görevlendirilen kimselerin en geç altı ay içinde beratlarını almaları gerekiyordu. (Örnek olması bakımından bk. Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA.) Mühimme Defteri, No. 6, s. 320.) Mahalle yöneticisi (buna öğretmenlik de dâhildir) olan imamlar âdeta mahallenin gören gözü ve işiten kulağı idiler. Onlar kahvede vaaz eder, camide çocuklara ders verir, cemaate yol gösterir, hasta ve fakirlerle ilgilenirlerdi. Bununla beraber onlar yalnız dinî bir kılavuz, öğrencilere ders okutan birer öğretmen, kahve ve minberlerde cemaate yol gösteren birer akıl hocaları değillerdi. Onlar mahallelerinin düzeninden, halk arasındaki ahenk ve barıştan sorumlu birer yönetici idiler. Bu sebeple resmen tayin edilmemiş olanlarla köy veya mahalle halkı tarafından gayri resmî olarak bu vazifeye getirilenlere imam ismi bile verilmemektedir. Vesikalarda bu şekilde görev yapanlara imam değil, “namazcı” adı verilmektedir. (BOA. Ali Emirî, (Kanunî) Numara 6; Belgenin tam metni için bk. Kazıcı, İslâm Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi, s. 279.)
Görüldüğü gibi İslam dünyasında Hz. Peygamber döneminden itibaren günümüze kadar camiler, birer mektep, imam ve diğer görevliler de bu mekteplerin öğretmenleri olarak görev ifa ediyorlardı. Gerçekten de sadece Türkiye’de değil, bütün bir İslam âlemine baktığımızda imam veya caminin diğer görevlileri bu mektepte hem yaygın (hutbe, vaaz ve çeşitli sohbetler), hem de örgün (şimdilik yaz Kur’an kursları) eğitimi veren önemli şahsiyetler olarak karşımıza çıkmaktadırlar.
Prof. Dr. Ziya KAZICI
|