İnsan Dünyaya Emanet

“Ey insanlar! Allah’ın (kıyamet ve dirilişle ilgili) vaadi mutlaka gerçekleşecektir, öyleyse sakın dünya hayatı sizi aldatmasın.” (Fatır, 35/5.)
07/06/2016


İnsanı bu dünyaya bağlayan güçlü arzu ve güdüler vardır. Bunlar, ifade yerinde ise insan tabiatına nakşedilmiştir. Onun bütün hayatını bunlar şekillendirir. Gücü ve sağlığı yerinde olduğu müddetçe, insan bu duygu ve dürtülerin peşinden koşar durur.



İnsanın hayatını, neslini devam ettirme arzusu, zararlardan kendini koruma gayreti, açlık, susuzluk ve cinsellik bu dürtülerden bazılarıdır. Yine dünya malına ve metaına sahip olma, kendini ispatlama, gösteriş ve şöhret, başkalarını etkileme, onları yönetme, başarı ve üstünlük elde etme, saygınlık ve takdir görme güdüleri de diğer bazısıdır.



İnsanlarda bu duygu ve dürtüler, farklı şekillerde tezahür eder. Mesela kimi insanın gayesi servettir; mal-mülk kazanmak onun en büyük davasıdır. Kimisinin gayesi, şandır, şöhrettir; ömrünü bu uğurda tüketir. Kimisinin de makamdır, mevkidir; bunlara ulaşmak onun en büyük ihtirasıdır. Kimisinin gayesi de, eş ve çocuktur; bunların ötesinde bir hayali ve ideali yoktur. Bazen de bir insanda bu dürtülerden bir kaçı beraber bulunur.



Bu duygu ve dürtülerle insan bu dünyada imtihan edilir (bk. Âl-i İmran, 3/14;  Tevbe, 9/24; Teğabun, 64/15.) Manevi tekâmülünde o, bunları bir araç mı yoksa bir amaç haline mi getirmektedir?



Yine insan, bu duygu ve dürtülerini denetleyebilmekte midir? (Naziat, 79/40.) Yoksa bütünüyle bunların güdümüne girerek helal-haram demeden bir hayat mı sürmektedir? (bk. Meryem, 19/59.)



Eğer insandaki bu dürtü ve duygular, gayelerin gayesi haline gelirse, Rabbine karşı olan kulluk görevinin önünde en büyük engeli oluştururlar. Nitekim Kur’an bu durumu, insanın kendi arzu ve isteklerini tanrılaştırması şeklinde ifade eder. (Casiye, 45/23.) Bu, insanın düşüşe geçmesi ve alçalması demektir. Ancak insan, Allah rızasını kazanma yolunda bunları bir araç olarak kullanırsa, bu durumda da yücelir ve yükselir.



Kur’an, nefsani arzu ve heveslerine mağlup olan toplulukların durumlarını Hz. Peygambere hitaben şöyle anlatır: “Bırak onları, yesin içsinler, zevklerini yaşasınlar, arzu ve emelleri kendilerini oyalayadursun. Yakında bilecekler!” (Hicr, 15/3; ayrıca bk. Tevbe, 9/69.)



İnsanoğlu, çoğunlukla geçmiş topluluklardan ibret almaz. Oysa ilk insandan itibaren, kendisi gibi milyarlarca insan bu toprakları yurt edinmişti. Onlar da doymak bilmeyen bir hırs ve tamahla dünyaya bağlanmışlardı. Ama sonunda dünya değirmeni onları da öğütmüştü. Toprak olup gitmekten kurtulamamışlardı.



Şimdi, onların yaşadıkları topraklarda yeller esmektedir. Artık isimleri unutulmuş, adları sanları tarihin derinliklerinde kaybolup gitmişti. Geriye, sadece korunmak için savaştıkları kalelerin duvarları yahut sefa sürdükleri sarayların sütunları kalmıştı.



Kur’an, geçmiş milletlerden bahseder. Onlar da medeniyetler inşa etmişlerdi. Kayaları oymuş, oralarda muhkem sığınaklar ve barınaklar yapmışlardı. (Şuara, 26/26.) Böylece hayatlarını sağlama aldıklarını düşünmüşlerdi. Heyhat! Hepsi boşuna idi. Çünkü topraktan gelmişlerdi, sonunda yine toprak olup gitmekten kurtulamamışlardı.



Geçmiş milletlerden dünyanın zevk ve keyfine kendilerini iyice kaptıranlar olmuştu. Pınar başlarında, ekinler ve salkım saçak meyve ağaçları arasında hep böyle sefa süreceklerini zannetmişlerdi. (Şuara, 26/146-148.) İşte insanı Rabbinden uzaklaştıran esas sebep de, onun bu saplantısı değil miydi?



Eski kavimlerden bazıları, Peygamberlerin çağrılarını dikkate almamışlardı. Bizim hayatımıza sen karışamazsın, istediğimiz gibi ibadet eder, istediğimiz gibi yer, içeriz demişlerdi. Kendi elimizle kazandığımız mallara helal-haram deyip müdahale edemezsin (bk. Hud, 11/87, 91.), yine cinsel hayatımıza sınırlar koyup arzu ettiğimizi yapmaktan bizi alıkoyamazsın, demişlerdi. (bk. Hud, 11/79.)



Dünya âdeta bir imtihan salonuydu. Asırlar boyunca imtihan olmak için bu salondan niceleri geldi, geçti. Kimi kazandı, kimi kaybetti. Şimdi nöbet sırası bizdedir. Dünya bize emanet, biz de dünyaya emanet edilmişiz. Allah’tan geldik, yine O’na döneceğiz.



İnsanın bu dünya hayatı adeta bir müsabaka şeklinde geçer. Tabiatına yerleştirilen duygu ve dürtüler insanı bu yarışa mecbur bırakır. Nitekim Kur’an bu noktada “tefahur” ve “tekâsür” kavramlarını kullanır. Yani “birbirine üstünlük sağlama, övünme”, “daha çok mal mülk ve evlat sahibi olma” yarışı. (Hadid, 57/20.)



İnsanlar, bu hayatta birbirine karşı üstünlük sağlama çabası içerisinde olurlar. Sahip oldukları imkânlar, makamlar ve unvanlar sebebiyle birbirine karşı övünürler. Farklı seviyelerde de olsa, her bir insan bu duyguları kendi iç dünyasında yaşar.



Ancak insanın, bu dünya yarışına kapılıp asıl yarışı unutmaması gerekir. Bu asıl yarış da, şu ayette belirtildiği gibi, Allah’ın affına, bağışlamasına nail olmak ve sonsuz cennetlere kavuşmak için yapılır: “Rabbiniz tarafından verilecek bir mağfirete ermek ve cennete girmek için yarışın.” (Hadid, 57/21.) “Yarışacak olanlar işte bu nimetlere ulaşmak için yarışsınlar.” (Mutaffifin, 83/26.)



İnsan, bu dünyada bir şeref ve izzet arayışı içindedir. Çocukluğundan itibaren beğenilmek ve takdir edilmek ister. İtibar ve saygınlık kazanmayı arzular. Bunun için kariyerini yükseltmek, unvan sahibi olmak, yüksek makamlara gelmek, meşhur liderlerin ve üstatların yakın çevresinde bulunmak, onun arzuladığı şeylerdir.



İşte insan, bu dünyada itibar sahibi olma mücadelesi verirken, bir şeyi asla unutmamalıdır. O da; asıl itibar ve şeref Allah’a secde ve itaattedir. Evet, gerçek üstünlük ve fazilet, ilahî buyruklara teslim olmaktadır. Nitekim şu ayet bu hakikati bizlere anlatır: “Kim izzet ve şeref sahibi olmak istiyorsa, bilsin ki izzet ve şerefin hepsi Allah katındadır.” (Fatır, 35/10.)



İnsan, bu dünya hayatında hep yarınlara dönük yaşar. Gelecekle ilgili hayaller kurar, planlar yapar. Daima yarınları için bir şeyler hazırlama gayretinde olur. Böylece geleceğini teminat altına almaya çalışır. Çünkü insanın en temel güdülerinden biri, varlığını sürdürmektir.



Ancak insanın şu hakikati de aklından çıkarmaması gerekir: Yarından da öte bir “yarın” vardır. Bu yarın da, Allah’ın huzurunda hesap verme günüdür. Şu hâlde dünyanın yarınlarına hazırlanmak, ölüm sonrası “yarın”a hazırlanmanın önünde bir engel oluşturmamalıdır. Aksine dünya yarınları, ebedî yarınlar için bir sermaye olarak değerlendirilmelidir.



İşte, şu ayet de bu hakikati bizlere anlatmaktadır: “Ey iman edenler! Allah’ın azabına maruz kalmaktan korunun, herkes yarın ahireti için ne gönderdiğine baksın.” (Haşr, 59/18.)



 



Prof. Dr. İbrahim Hilmi KARSLI / DİYANET AYLIK DERGİ