(Nahl 16/43. Enbiyâ 21/7) Aşağıda geçeceği gibi, bazıları Muhammed’in (s.a.s.) insan (beşer) peygamber oluşundan şüpheleri vardır. Her ne sebeple olursa olsun böyleleri Kur’an’ın vahiy yoluyla bir insana indirildiğine kanaat edemiyorlardı. Böyleleri için ikna edici delillere, inandırıcı belegelere ihtiyaç vardır. Bu durumda olanlar, bu konuyu en iyi bilenlere, ya da tecrübesi olanlara sorabilirler. Aldıkları cevap onları tatmin edebilir, kafalarındaki şüpheleri dağıtabilir.
Söz konusu âyetler her ne kadar Mekkeli müşriklerin “beşerden peygamber mi olurmuş” iddiasından hareketle Hz. Muhammed’in risâlet (peygamberlik) görevine itiraz konusunda gelse de; bazı müfessirlere göre genel bir mana taşır ve ilim ve gerçeği öğrenme konusunda bir ahlâka/tavra işaret etmektedirler. Bir konuyu bilmeyenler, o konuyu en iyi bilenlere sorup öğrenmeleri mümkündür. Vahiy bunun önünü açıyor ve iman edenlere bunun metodunu öğretiyor.
Burada iki kelimeden oluşan bir terkip (kalıp) kavramla karşı karşıyayız. ‘Ehil’ ve ‘zikir’. Öncelikle bunların hangi manaya geldiğine bakalım.
Sözlükte Ehil:
Kişinin ehli, kendisiyle birlikte aynı meskende bir arada bulunanlardır. Bunun çoğulu el-ehlûne veya el-ahâli’dir. ‘Ehlu’l-emr’; bir kimsenin bakımını üslenme, ehl-i beyt; bir evde oturanlar, ev halkı, ehl-i mezheb; her hangi bir dini benimseyen demektir.
Bir kimse misafir olarak gelirse ona; ‘Merhaban ve ehlen veya ehlen ehlen’, yani merhaba, bizim yanımızda senin için rahat edeceğin bir yer var, bu evin halkı (ehl-i beyt’i) sana iyilikle muamele edecektir’ denir.[i]
Ehil aynı zamanda bir şeye mensup olmayı, layık olmayı, bir şeyi hak etmeyi de anlatır. Bu anlamda Kur’an’da ‘ehl-i kitap, ehl-i incil, ehl-i zikr, ehl-i takva, ehl-i mağfirah, ehl-i karye, ehl-i Medyen, ehl-i Medine/Yesrib’ gibi terkipler yer almaktadır.
Ehil kelimesi Kur’an’da yüzaltmış kadarâyette kullanılıyor.
Ehil sözcüğünün pek çok hadiste kişinin hanımı, ev halkı veya bir şeye ehil olma anlamında kullanıldığını görüyoruz.[ii]
Sözlükte Zikir
Zikir sözlükte bir şeyi hayır olsun şer olsun, hıfzetmek, unutmamak veya bir şeyin dile dökülmesi demektir.[iii] Zikir aynı zamanda; anmak, hatırlamak, bir şeyi zihinde hazır etmek, hatırlatmak demektir . Şeref, yücelik, övme, dua, din hükümlerini açıklayan Kitap manasını da ifade eden zikir, hem kalp hem de dil ile ilgili bir iştir.[iv]
Kişinin marifet (bilgi) olarak elde ettiği şeyi korumasını sağlayan bir faaliyettir ki, bu; zihne aittir.‘Zikir’ aslında kalbin, anılan kimseye dikkat kesilmesi ve ona karşı uyanık olmasıdır. Bunu dil ile ifade etmeye zikir denilmesinin sebebi, kalpteki zikre (hatırlamaya) işaret etmesindendir.[v]
Kur’an’da Zikr’in Anlamları
Kur’an’ın bir ismi: Kur’an baştanbaşa bir öğüttür, hatırlatmadır, ilahi bildiridir. O, aynı zamanda sürekli Allah’ı hatırlatan âyetlerden meydana gelmektedir. (Enbiyâ 21/50. Hicr 15/9)
-Şeref ve şan: “Sâd. Zikir dolu Kur’an’a andolsun.” (Sâd, 38/1-2) En yüce şeref ve şan ona aittir. Nitekim bir başka âyette buna işaret edilmektedir. (Zuhruf, 43/44)
-Şeriat hükümleri: Sad 2. âyetteki zikrin hatırlatmanın yanında şeriat ve hükümleri, va’ad ve vaid, geçmiş ümmetlerin kıssalarından alınacak ders ve ibretler, yüce değerler şeklinde de anlaşılmıştır.
-Hz. Peygamber: Talak 10. âyette geçen zikr’i bazı müfessirler Hz. Muhammed’in bir özelliği olarak yorumlarlar. Bazı tefsirciler ise bu âyetteki zikr’in Kur’an olduğunu, bazıları ise ‘uyarı’ anlamına geldiğini söylemişlerdir
.
-İlim ve marifet: Bu yazıda söz konusu ettiğimiz Nahl 43. âyetteki zikri bazı âlimler ilim ve ma’rifet diye anlamışlardır.
-Unutmadan sonra hatırlama: Daha önce bilinen bir şey unutulduktan sonra, hatırlamak ve bu hatırlamayı ifade etmek manasında. (Kehf 18/63)
-Kalb ve dil ile Allah’ı anma: Kur’an’da mü’minler Allah’ı zikretmeleri emrediliyor.(Bakınız: Bakara 2/200. Ayrıca: Bakara 2/152, 198, 203, 239. Nisâ4/103. A’raf 7/205. Ahzab 33/41. İnsan 76/25) Buradaki zikir, hem kalb hem de çeşitli dua ve zikir sözleri okuyup dil ile Allah’ı anmaktır.
-Tevrat:“Andolsun Zikir'den sonra Zebur'da da: “Yeryüzüne iyi kullarım varis olacaktır” diye yazmıştık.” (Enbiyâ 21/105) Buradaki zikri âlimler Tavrat diye anladılar. Zira ondan sonra indirilen ilâhi kitap Zebur’dur.
-Vahiy veya Rasul (elçi):“Rablerinden kendilerine ne zaman yeni bir zikir gelse, onlar bunu, hep alaya alarak dinlerler.” (Enbiyâ 21/2) Aslında burada ihtar, uyarı, hatırlatma manasında olan zikri kimileri vahiy veya elçi olarak yorumladılar.
-Şeriat ve ilâhi metod (menhec):(Enbiyâ 21/24)
Kur’an’da ‘ehl-i zikir’
Bu kalıp kavram, Kur’an’da iki yerde risâlet veya nübüvvet gerçeğinden bahseden bir bağlamda geçiyor. Allah’ın insanlara vahiy yoluyla, nebi/resûl (elçi) göndermesi ve bu elçilerin kendi cinslerinden biri, yani beşer olması bir hakikattir. Nitekim Kur’an, Allah’ın gönderdiği elçilerin kendilerinden olduğunu ve bunun kendileri için bir lütuf olduğunu söylüyor. (Bakınız: Âli İmran 3/164. Bekara 2/151. Mü’minun 23/32. Müzemmil 73/15)
Kur’an farklı yerlerde peygamberlerin otontik yapısına vurgu yapıyor, onların melek olmadıklarını, beşer olduklarını tekrar ediyor. Mesela: “(Resûlüm!) Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de hiç şüphesiz yemek yerler, çarşılarda dolaşırlardı…” (Furkan 25/20. Ayrıca bakınız: Mâide 5/75. Enbiyâ 21/8. Furkan 25/7. Mü’minun 23/33)
Bunda iki önemli gerçeğe işaret ediliyor: Birincisi; Allah (c.c.) örnek alınabilmesi, itaat edilebilmesi, peşinden gidilebilmesi için beşerden elçiler seçmiştir. İkincisi; Peygamberler insandır. Diğer insanların sahip oldukları biyolojik özelliklere sahiptirler. Ölümlüdürler ve asla olağanüstü becerileri yoktur. Ama Allah tarafından seçilmiş üstün ahlâka sahip örnek şahsiyetlerdir.
Kur’an, özellikle meleklerden elçi bekleyen şüphecilere, ya da Hz. Muhammed’in son elçi olduğunu kabul etmemek için yan çizen kimselere hitaben şöyle buyuruyor:
“(Ey Peygamber!) Biz, senden önce de, kendilerine vahiy verdiğimiz kişilerden başkasını peygamber olarak göndermedik. Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun.
Biz onları (peygamberleri), yemek yemez birer (cansız) ceset olarak yaratmadık. Onlar (bu dünyada) ebedi de değillerdir.” (Enbiyâ, 21/1-8)
“(Ey Peygamber!)Senden önce gönderdiklerimiz de kendilerine vahyettiğimiz (Ademoğullarına mensup) adamlardan başkası değildi. Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun.
(Biz onları) hakikatın açık belgeleri ve hikmet yüklü sayfalarla (göndermiştik). İşte sana da bu uyarıcı vahyi indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın ve belki onlar da bu sayede düşünürler.” (Nahl, 16/43-44)
Bu pasajın işaret etmek istediği iki husus vardır: İlki, 36. âyette beyan edilen ifadeyle bağlantılı olarak, Allah'ın şu ya da bu dönemde her ümmete, her uygarlığa peygamber gönderdiği ve dolayısıyla belli başlı hiçbir insan topluluğunun, hiçbir ümmetin ilahî yol gösterme rahmetinden yoksun kalmadığı hususu. İkincisi ise, inkârcıların, Muhammed (s.a.s.)'in, “ölümlü bir insan” olduğu için Allah'ın elçisi olamayacağı yolunda sıkça dile getirdikleri itiraza cevap olarak Allah'ın bütün peygamberlerini ölümlü insanlardan seçmiş olduğu hususu.”[vi]
Pek çok yorumcu bu ayetlerdeki ‘rical’ kelimesini erkek olarak anlayıp, peygamberlerin erkekler arasından seçildiğini kabul ediyorlar. Ancak bu iki âyet peygamberlerin ölümlü birer insan olduklarıyla ilgilidir.[vii] Bu sûrenin 3. 7. ve 8. âyetleri bununla ilgilidir. Çünkü âyet melek peygamber talep edenlere bir cevap olarak gelmiştir. Bir başka âyette buna işaret ediliyor. (Yûsuf 12/109)[viii]
Bu Ayetin Nüzul Sebebi
Bu âyet Hz. Muhammed’in peygamber olarak gönderilmesini inkâr eden Mekke müşrikleri hakkında indi.[ix]
İbn Abbas’ın şöyle dediği rivayet edliyor:
Allah (cc) Muhammed’i peygamber olarak gönderdiği zaman (o zamanki) araplar bunu inkâr ettiler. “Allah (cc) bir beşeri elçi olarak gönderme (basitliğinden) çok yücedir. Bunun üzerine Allah (cc) Nahl 43. ve Yûnus 2. âyetlerini gönderdi. (Yûnus 10/2)[x]
Ehl-i Zikir Kimdir?
Bu iki âyette geçen ‘ehl-i zikir’ hakkında Kur’an yorumcularının ittifak ettiklerini söylemek mümkün değil. Âyetlerin bağlamına baktığımız zaman bu kalıp ifadenin daha çok geçmiş ümmetlere indirilen kitaplara samimiyetle inanan kimselerden alimlerinin kasdedildiği söylenebilir. Ancak bu ifadeyi farklı ve genel anlamda anlayanlar da olmuştur. Bu konudaki görüşlerden bazılarını şöyle sıralamak mümkündür.
1-Ehl-i kitap (yahudi ve hırıstiyanlar): Yani önceden vahyedilmiş kitapların bağlıları, onlara inananlardır.[xi]
Zikir ehlini yalnızca ehl-i Kitab'ın alimleri olarak da anlamak mümkün. Onlardan bazıları, tamamen olmasa da diğer semavi kitaplara vakıf olanlar ve daha önceki peygamberlerin kıssalarını bilenler vardı.[xii]
Nahl suresi indiği zaman Mekke’de kayde değer bir ehl-i kitap yoktu. Ancak Mekkeliler ticaret sebebiyle ehl-i kitabı yaşadıkları yerlere gitmeleri, onlarla karşılaşmaları ve onlardan bilgi almaları mümkündü. Nitekim Kehf sûresinin nüzul sebebiyle ilgili rivâyetlerde müslümanların sayısının artması üzerine, müşriklerin içlerinden bazılarını Medine’ye oradaki yahudi din bilginlerinden bilgi almak üzere gönderdikleri geçiyor.[xiii]
Nahl 43-44. âyetlerde Hz.Muhammed’in peygamberliğini kabul etmeyip, “Allah elçi gönderse melek gönderir” diyenlere cavap olarak, Allah’ın daha önce gönderdiği elçilerin kendilerine vahyettiği erkekler olduğu, onları açık delillerle (beyyinat), mucize ve kitaplarla kavimlerine gönderdiği açıklanıyor. İnsanlara indirileni açıklaması için Hz. Muhammed’e de bu zikrin, yani Kur’an’ın vahyediliği belirtiliyor.
Anlaşılan o ki müşrikler bunu biliyorlardı. “Bilmiyorsanız zikir ehline sorun” cümlesinde müşriklerin, kitap ehli dedikleri yahudi ve hırıstiyanlara itibar ettiklerini gösterir. Çünkü onlar arasında okur yazarlar vardı, ellerinde bulunan Kitabı okur, bir şeyler öğrenirlerdi. Müşriklere göre daha bilgili idiler.[xiv]
Kur’an müşriklere hitaben; “… Bilmiyorsanız zikir ehline sorun” yani, ehl-i tevrata ve ehl-i incile, ehl-i kitabın alimlerine sorun. Zira onlar Hz. Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliğini inkâr etseler de peygamberlerin beşer olduğunu kabul ediyorlardı. Bu konuda müslüman olmayan birini şahitliği, müşrikler için daha inandıcı olabilir.[xv]
Peygamberlik görevinin kime verileceği konusunda tereddütü olanlar isterlerse zikir ehline, yani ehl-i kitaba sorabilirler. Kendilerine gönderilen elçiler beşer mi idi, melek mi? Onlara melekten elçi gönderilseydi bu sefer de biz melek değiliz diye kabul etmezlerdi. Hz. Muhammed de onlar gibi insan olduğuna göre onun elçiliğini kabul etmeleri doğal bir şeydi.
Bu âyetin maksadı önceden gönderilen elçilerin beşer olduğu gibi Muhammed’in de beşer olduğunu haber vermektir. Bazı âyetler bunu tekrar tekrar hatırlatıyor.[xvi]
2-Zikir ehli ilahi kitaplardır. Çünkü onlar da peygamberleri ve vahyi hatırlatırlar.
3-Kendilerine vahiy tebliğ edildiği zaman öncelikle iman etmiş mü’minlerdir. Çünkü onlar ‘zikr’i anlayan, ne olduğunu bilen kimselerdir.[xvii]
4-Tevrat ehli. Yani Tevrat’ı iyi bilen yahudi alimleri. Üstelik hz. Muhammed’in özellikleri ve peygamber olarak geleceği tahrif olmamış
İncilve Tevrat’ta vardı.[xviii]
5-Kur’an’ı bilen mü’min alimler. Çünkü onlar vahyi ve onun maksatlarını kendi diliyle anlayanlardır.[xix] İbnu Zeyd adlı alim; “Zikir ehli Kuran ehlidir. Zira Kur’an’a göre zikir Kur’an’dır” dedi ve arkasından da Hicr 9. ve Fussilet 41. âyetleri okudu.[xx]
6-Kur’an ehli. Zira Kur’an kendisini zikir olarak da isimlendiriyor. Kur’an ehli de Nebi, onun sahabeleri ve özellikle mü’minlerdir. Kur’an’ın zikir olması ona iman edenlerin de onun ehli olmasını gerektirir.[xxi]
7-Selefin alimleri.
8-Geçmiş olayları derinlemesine bilen bilginler.
9-İlim ve ma’rifet ehli. Bunlar önceki kitapların haberlerini, Tevrat, İncil ve önceki ümmetlerin haberlerini, vahyi daha iyi bilirler.[xxii]
10-Kendi konusunda uzman olan alimler.
Ehli Zikr’i Nasıl Anlamak Gerekiyor
Nüzûlun özel olması hükmün genel olmasına engel değildir. Kur’an bazen bilinen bir olaydan bahsederek muhataplarına ders verir, uyarır, ilke ve metod öğretir. Buna göre ehl-i zikir tabirini iki yönüyle anlamak mümkün. Özel manasıyla ve genel manasıyla.
Bu iki âyetin özel hükmü zikir ehlinin ehl-i kitap (yahudi ve hırıstiyanlar) olduğu, yukarıda geçtiği gibi özel bir durumdan dolayı Kur’an’ın onlara zikir ehl-i dediği şeklindedir. Genel hükmü ise her konuyu öncelikle o konuyu bilen uzmanlardan sorup öğrenmektir.[xxiii]
Âyetlerin bitiş cümlesine bakarak “âyet-i kerimenin mânâsı geneldir” denilebilir. Bundan dolayı ‘ehl-i zikr’i belli bazı kimselere insanlara sıfat yapmaktansa, genel anlamda anlayıp ‘işi/konuyu bilen’, ‘bir konunun uzmanı’ şeklinde açıklamak mümkündür. Ancak âyetlerin baş tarafı zikir ehli’ni ehl-i kitap olarak anlayanların görüşünü desteklemektedir.
Âyetleri genel manasıyla açıklayan görüşe göre ‘ehl-i zikir’ Kitab'ı ve Sünnet'i iyi bilen ve bildiğini yaşayan müslüman âlimlerdir.[xxiv] O zaman karşımıza şu soru çıkmaktadır. Âlim kimdir, müctehid kime denir, âlimlerin/müctehidlerin dinde otoritesi nedir, görüşleri/ictihatları ne kadar bağlayıcıdır?
Âlimler/müctehidler ehl-i zikir olduğuna göre, dini konuları bilmeyenler, onlara muhtaçtır. Öyleyse bir âlim hangi vasıfları kazanınca müçtehit olabilir? İmam Şatıbî müctehid olmanın şartlarını iki maddede topluyor: Dinin kaynaklarının dilini, yani Arapça'yı çok iyi bilmek, makâsıdü'ş-şeria'yı, yani dinin/şeriatın maksatlarını, hedefinin ve amacının ne olduğunu kavramış olmak. İşte müçtehit budur. Ama müçtehidin ortaya koyduğu görüş, yani içtihat sadece kendisini bağlar, başka müçtehitler de başka içtihatlar ortaya koyabilirler.
Esasen müslümanlar muhtaç oldukları dini bilgileri ya bizzat kendileri bilecekler, ya da yukarıdaki âyetlere uyarak gidip ehline soracaklar. Din konusunda ehil olanlar da ya alimlerdir, ya da alimlerden ictihat seviyesine yükselenlerdir. Bu da birileri tarafından verilen bir rütbe, diploma veya yetki değil, ilmi sayesinde müslüman tarafından değer verme, itibar etme sayesinde olan bir şeydir. Unutmamak gerekir ki peygamberler dışında hiç bir kimse İslâm adına resmi yetkili değildir. Ama İslâmı bilen âlimlerin ilmi sorumlulukları ve imam olma, yani ümmete önder olma görevleri vardır. Onlar ilimde peygamberlerin mirascılarıdır.[xxv]
Dinde konusunda çok alim olmayan bir müslüman ehil olan alimlerden dinini öğrenebilir, fıkhi sorularını müçtehitlerin her hangi birisine sorabilir. Kişi müçtehit değilse, soru sorduğu müctehidten aldığı cevap kendisini bağlar. Başka bir deyişle kişi kendi müçtehit olmadığı sürece mevcut müctehidlerin hepsinin fetvalarının dışına da çıkması doğru değildir. Onlardan birininin ictihadını alıp uygulaması gerekir.
Sonuç Yerine
Âyetlerden alınması gereken önemli ders, başta dini meseleler olmak üzere bir konuda yeterli bilgiye sahip olmayanların o husuta ehil olanlara, yani konunun uzmanlarına sormaları gerektiğidir. Bir konuda doğru ve yeterli bilgi edinmeden görüş ileri sürmenin veya iş yapmanın doğru olmadığıdır.[xxvi]
Zikir ehli; işinin ehli, samimi ve sorumlulukla
[i]. el-Isfehânȋ, el-Müfredât fi-Ğaribi’l-Kur’an, s: 36. İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 1/186).
[ii]. Bakınız: Mu’cemu’l-Müfehres Li-Elfazı’n-Nebi, 1/130-132
[iii]. İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 6/36
[iv]. el-Isfehânî, el-Müfredât fi-Ğaribi’l-Kur’an, s: 259
[v]. Ece, H. K. İslâmın Temel Kavramları, Beyan Yay. İstanbul 2010, s: 789
[vi]. Esed, M. Kur’an Mesajı, İşaret Yay. İstanbul 19996, 2/537
[vii]. İbni Kesir, Muhtasar Tefsir, M. Ali es-Sâbûnî, Dâru’l-Fikr, Beyrut trh. 2/322
[viii]. İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, Düşün Yay. İstanbul 2008, 1/454 ve 1/505
[ix]. Beğavî, H. B. Mes’ud. Meâlimu’t-Tenzîl, Dâru’l-Ma’rifeh, Beyrut 1413-1992, 3/70
[x]. İbni Kesir, Muhtasar Tefsir, M. Ali es-Sâbûnî, 2/322. Zamahşerî, Omer b. Muhammed. el-Keşşaf, Dâru’l-Kütübi’l-Ilmiyye, Beyrut 1415-1995, 2/584
[xi].Taberî, Muhammed b. Cerir, Tefsiru’t-Taberî, Dâru’l-Kutubi’l-Ilmiyye, Beyrut 14206-2005, 7/586-587 ve 9/6. Beğavî, H. B. Mes’ud. Meâlimu’t-Tenzil, 3/70. Elmalılı, H. Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Dağ. İstanbul Trh. 5/239
[xii]. Mevdudî, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yay. İstanbul 1991, 3/29
[xiii]. Komisyon, Kur’an Yolu, DİB Yay. Ankara 2002, 3/357
[xiv]. Ateş, S. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neş. Yer yok, Tarih yok. 5/108
[xv]. Beğavî, H. B. Mes’ud. Meâlimu’t-Tenzil, 3/239
[xvi]. Taberî, Muhammed B. Cerir, Tefsiru’t-Taberî, 7/586-587. İbni Kesir, Muhtasar Tefsir, M. Ali es-Sâbûnî, 2/322
[xvii]. Zamahşerî, Omer b. Muhammed. el-Keşşaf, Dâru’l-Kütübi’l-Ilmiyye, Beyrut 1415-1995, 2/584. Muh. İbni Kesir Tefsiri, 2/332.Kutub, S. fi-Zilali’l-Kur’an, 4/2173
[xviii]. Taberî, Muhammed B. Cerir, Tefsiru’t-Taberî, 7/586. Şevkânî, M. Ali B. Muhammed. Fethu’l-Kadir, Mektebetü’r-Rüşd, Rıyad 1422-2011 s: 922
[xix]. Beğavi, H. B. Mes’ud. Meâlimu’t-Tenzil, 3/239
[xx]. Taberî, Muhammed B. Cerir, Tefsiru’t-Taberî, 7/587
[xxi]. Kurtubî, M. b. Ahmed. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Dâru İbn Hazm, Beyrut 1425-2004, s: 1770. Tabatabâî, M. Huseyin. el-Mizân fi-Tefsiri’l-Kur’an, Dârul’l-Kütübi’l-İslamiyye, Tahran 1361, 12/274
[xxii]. en-Neâl, M. Fevzi. Mevsuâtu’l-Elfâzı’l-Kur’aniyye, el-Yemâme Dımeşk 1423-2003, s: 120-121
[xxiii]. Kurtubî, M. B. Ahmed. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, s: 1770. Ateş, S. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 5/108
[xxiv]. Beşer. F. Fıkıh, Içtihat, Fetva Ve Kaza, 15.11.2015, Yeni Şafak
[xxv]. Buharî, İlim/10
[xxvi]. Komisyon, Kur’an Yolu, DİB Yay., 3/357
Hüseyin K. Ece / Vuslatdergisi