Ramazan-ı şerifin son günleriydi. Rasuli Ekrem her yıl olduğu gibi mescitte itikâfa çekilmiş, kendini ibadete vermişti ki bir gece vakti Safiyye (r.a.) kendisini ziyarete geldi. Bir müddet sohbet ettikten sonra Safiyye validemiz, Usame b. Zeyd mahallesindeki evine dönmek üzere ayağa kalktığında, Allah Rasulü de kendisini uğurlamak için onunla birlikte kalktı. Mescidin kapısına vardıklarında, yanlarından geçmekte olan iki kişi Rasulüllah’a selam vererek adımlarını hızlandırdılar. Yanı başında hanımı varken Allah Rasulü’nü oyalayıp rahatsız etmek istememiş olmalıydılar. Fakat bu durumdan rahatsızlık duyan Allah Rasulü, Medineli iki adama “Ağır olun” diye seslendikten sonra hiç beklemedikleri bir açıklamada bulundu: “Bu yanımda bulunan (kadın yabancı değil, eşim) Safiyye binti Huyey’dir.” Bir ağızdan “Sübhanallah” diyerek şaşkınlıklarını dile getiren iki adam, “Hâşâ biz senin hakkında başka türlü nasıl düşünebiliriz ey Allah’ın Rasulü!” diyerek Efendimizin açıklama ihtiyacı duymasına biraz da içerlediklerini ifade ettiler. Oysaki Rabbimizin ümmetine düşkünlüğüyle andığı o merhametli elçi, şeytanın olur olmaz telkinlerle bu iki müminin imanına zarar vermesine engel olmak istiyordu. Sözlerine şu çarpıcı ifadelerle açıklık getirdi: “Muhakkak ki şeytan, insanın vücudunda kanın dolaştığı gibi dolaşır. Ben, şeytanın sizin kalplerinize kötü bir şüphe atmasından endişe ettim.” (Müslim, Selam, 24; Buhari, Farzu’l-humus, 4.)
Yüce Allah’ın seçilmiş bir kulu olarak insanlığa en güzel örnek olarak takdim edilen Peygamber Efendimiz, ne O’nun katındaki bu yüksek mertebeye ne de “Anam babam sana feda olsun” diyerek etrafında pervane olan sahabe arasındaki eşsiz konumuna güvenmiş, tedbiri elden bırakmamıştı. En üstün vasıflarla donanmış olmasına rağmen Rasulüllah’ın mescitte karşılaştığı iki sahabiye, yanlış bir harekette bulunmadığını beyan etme gayreti, bu davranışının nedenini izah kabilinden söylediği sözlerin ne denli önemli olduğunu göstermektedir: “Muhakkak ki şeytan, insanın vücudunda kanın dolaştığı gibi dolaşır.”
Hadis-i şerifte şeytanın insanla ilişkisini harikulade bir benzetmeyle ifade eden Rasulüllah, sinsice hareket eden şeytana karşı her an teyakkuzda olmak gerektiğine dikkatleri çekmektedir. Vücudu baştanbaşa kaplayan kanın damarlarda sessiz sedasız ama daimi deveranı gibi şeytan da bin bir türlü hilesi ve vesvesesiyle insanı çepeçevre kuşatır ve onu mütemadiyen kötülüğe çağırır. Zira o, kibrine yenik düşüp Rahman’a asi olduğu ve böylece huzuru ilahiden kovulduğu gün, lanetlenmesine sebep olarak gördüğü insana düşman kesilmiştir. Onun da kendisi gibi ilahî rahmetten uzak kalması için bütün yolları denemeyi kendine görev kabul etmiş ve Allah’a şöyle yemin etmiştir: “…Andolsun ben de onları (insanları) saptırmak için muhakkak senin dosdoğru yolunun üzerinde oturacağım. Sonra onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım ve sen onların çoğunu şükreden kimseler bulamayacaksın.” (Araf, 7/16-17.) Bu doğrultuda insana çok çeşitli yollardan yaklaşarak onu günaha davet eden şeytan, onun Rabbinin koyduğu sınırları aşması için elinden geleni yapar. En büyük yardımcıları, insanın nefsani arzuları ve zaaflarıdır. Zira nefsin azgınlaştığı, zaafların çoğaldığı, akıl ve vicdanın sesini duyuramadığı bir bedende onun telkinleri eyleme dönüşmekte çok gecikmeyecektir. Bu nedenle şeytan bir yandan insana yeme, içme, şehvet gibi dünyevi arzulara düşkünlüğü emrederken bir yandan da açlık, fakirlik gibi korkularla onu paylaşmaktan, hayır hasenattan ve infaktan alıkoyar. Bir yandan kibir ve gurur telkiniyle benliğini güçlendirirken bir yandan da onu diğer insanlara karşı menfi düşünceler ve tavırlar içerisinde olmaya sevk eder. Daima “haklı” olduğunu söyler insana, yaptığı tüm kötülükleri süslü gösterir (Enam, 6/43.) ve dahası onu sahte vaatleriyle kandı rır. (Nisa, 4/120.) Böylece onun sevgi, kardeşlik, sabır, dürüstlük, dayanışma, fedakârlık ve isar gibi ahlaki erdemlerle latif bir varlık olmak yerine süfli arzular, kin, nefret, öfke, haset gibi düşmanca duyguların esaretinde olan, dünyaya düşkün, açgözlü, haris, cimri ve/veya bencil bir varlığa dönüşmesi için çabalayıp durur. Kulun tövbe etmesine, dua, zikir ve ibadet gibi güzel amellerle günahlarından arınıp Allah’a yaklaşmasına asla razı olamaz. Bu yüzden onu salih amellerden uzaklaştırmaya çalıştığı gibi Rabbine karşı görevlerinde gevşeklik göstermeye de teşvik eder. İbadete başladığında ise kişiyi bu ibadetin ruhundan uzaklaştırıp sevabından mahrum etmeyi hedefleyerek vesveselerini daha da artırır. Tıpkı “Şunu hatırla, bunu hatırla…” diyerek hiç aklında olmayan düşüncelerle namaz kılan kimsenin zihnini bulandırdığı ve nihayetinde kaç rekât kıldığını dahi bilmez hâle getirdiği gibi. (Buhari, Ezan, 4.)
Hz. Âdem’in cennetten çıkarılmasından Kabil’in kardeşi Habil’i öldürmesine; Firavunların ilahlık iddialarından Müslümanlar arasında yaşanan fitne olaylarına kadar, tarihte yaşanan her olumsuz olayda şeytanın yıkıcı izlerini sürmek mümkündür. Onun telkinlerine kapılan nice masum insan günah çukurlarına yuvarlanmış, ona uyarak âdeta suç makinesine dönmüş; tüyler ürperten katliamlara ve kıyımlara imza atmış, kısacası onun saçtığı nifak tohumlarıyla ailelerden devletlere nice bütünler parçalanmıştır. Oysaki şeytanın inanan ve Rabbine sığınan, O’na güvenip dayanan kulları üzerinde hiçbir gücü yoktur. (Nahl, 16/99.) İnsan iradesini iyiye ya da kötüye kullanmakta ve şeytana uyup uymamakta özgürdür. İşte bu yüzden şeytanın “insanın vücudunda kanın dolaştığı gibi dolaştığı”nı söyleyen Allah Rasulü, her şeyden önce inananlara şeytanın bitmek bilmeyen vesveseleri hususunda bir “farkındalık” kazandırmaya çalışmaktadır. Bu farkındalık, kişinin söz ve davranışlarında, tıpkı Rasulüllah gibi, şeytanın kışkırtmalarına fırsat vermeyecek şekilde tedbirli olmasını sağlayacaktır. Aynı zamanda bu farkındalık, kişinin başkaları hakkında hüküm verirken aceleci davranmasını önleyecek, kendisine yapılan kötülüklerde şeytanın rolünü düşünerek karşısındakine kin tutmak yerine onu affetmesini kolaylaştıracaktır. Elbette ki bu farkındalığı kazanan kişinin şeytanın telkinlerine uymama hususunda güçlü bir iradeye ve ilahi desteğe de sahip olması gerekir. İşte buna binaen Rabbimiz bizlere ilahî kelamında şöyle demektedir: “Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni ayartmaya çalışırsa, hemen Allah’a sığın.” (Fussılet, 41/36.)
Diyanet Aylık Dergi Mayıs / Elif ERDEM
|