Peygamberler, beşer olmakla beraber, Allah Teala katında özel makamları olan ve O’ndan vahiy alan seçkin kimselerdir. Onların beşerî ve ilahî konumları bizzat vahiy tarafından net bir şekilde belirlenmiştir.
Mesela Kur’an, bir beşer olarak tıpkı diğer insanlar gibi olduğunu muhataplarına bildir mesini Hz. Peygambere tekrarlar. (Kehf, 18/110; Fussılet, 41/6.)
Ayrıca Kur’an, kendi elinde Allah’ın nimet hazinleri bulunmadığını, geçmiş ve geleceği bilmediğini ve bir melek olmadığını insanlara tebliğ etmesini Peygamberden ister. (Enam, 6/50.)
Bu ayette bahsedilen kutsal niteliklere sahip olmadığı peygambere söyletilmektedir? Çünkü Cahiliye Arapları normal bir beşer olmayı peygambere yakıştıramıyorlardı. (Furkan, 25/7.) Mutlaka onda olağanüstü, harika özellikler görmek istiyorlardı.
Aslında dinler tarihine bakıldığında, halk muhayyilesinin daima dinî önderlere çeşitli olağanüstü özellikler izafe ettiği görülür. İnsanın bu noktada ölçüyü kaçırdığı ve ilahî birtakım sıfatları onlara yakıştırdığı görülür. İşte bu durum, şirkin ortaya çıkmasının önemli nedenlerinden biridir.
Bu olgunun, peygamberler tarihi açısından en dikkat çekici örneği Hz. İsa’dır. O, büyük peygamberlerden biriydi ve tabii ki insanlara öncelikle tevhidi tebliğ etmek için gönderilmişti.
Ne var ki vefatından sonra gelişen hadiseler sebebiyle o, Tanrı’nın kendisine hulul ettiğine inanılan kutsal bir varlığa dönüşmüştür. Hatta bu dine inananlar Hz. İsa’nın Allah olduğunu iddia edecek kadar ileri gitmişlerdir.
Bu sapma, sadece peygamberlerle ilgili değildir. Onların dışında aziz, ermiş, yatır, gavs, kutup, mürşit vb. din büyükleri için de söz konusudur. Kimi daha yaşarken kimi de vefatından sonra beşer üstü niteliklere haiz kimseler olarak görülmüş, kendilerine sığınılıp himmet, keramet ve şefaatleri niyaz edilmiştir.
Tarih boyunca tevhit çizgisine bağlı, muttaki ve veli insanlar ve bunları izleyen topluluklar daima var olmuştur. Ne var ki bağlıları tarafından kendilerine insanüstü nitelikler yakış tırılan ve böylece kutsallaştırılan kimseler de eksik olmamıştır.
Kur’an, Vedd, Suva’, Yağûs, Yeûk ve Nesr putlarından bahseder. (Nuh, 71/23.) Tefsir kitaplarında bu ayetle ilgili yapılan açıklamalar, Salih insanların zamanla nasıl putlaştırıldıklarını göstermek açısından dikkat çekicidir.
Ayette bahsedilen put isimleri, daha önceleri yaşayan salih insanların isimleriydi. Bu kimseler vefat edince, hatıralarına saygı göstermek ve şefaatlerine nail olmak amacıyla heykelleri yapılmıştır. Ne var ki zamanla bunların asıl yapılış amaçları unutulmuş ve kutsal tanınan bu heykellere tanrı gözüyle bakılır olmuştur.
Yine Kur’an bizlere, Yahudi ve Hristiyanların kendi din adamlarını tanrılaştırdıklarını söyler. Bu, aslında ciddi bir sapmaya işaret etmektedir. Bununla, sadece bir tespit yapılmamış; aksine tevhidin son temsilcileri olarak bize de önemli bir uyarıda bulunulmuştur.
İnsanlara aşırı hürmet göstermek, onları tazim etmek şirk çeşitlerinden biridir. Nitekim Allah Rasulü kendi şahsına dahi aşırı saygı gösterilmesine razı olmamış ve bu konuda insanları şöyle uyarmıştır:
“Hristiyanların Meryem oğlu İsa’yı aşırı bir şekilde övdüğü gibi siz de beni övmeyin. Ben sadece Allah’ın kuluyum. Bu sebeple ‘Allah’ın kulu ve elçisi deyin.” (Buhari, Enbiya, 48.)
Hz. Peygamberin bu davranışı bizlere şu ölçüyü vermektedir: Hiçbir insan peygamber seviyesinde değildir. Peygambere insanüstü bir konum verilemeyeceğine göre, diğer insanları kutsallaştırıcı davranışlardan zaten sakınmak gerekir. Dolayısıyla Allah Teala’ya gösterilecek hürmet ve tazim hiçbir insana gösterilemez.
Biz bu konularda duygu, düşünce ve davranışlarımızı daima kontrol ederiz. Hayatta olanlara karşı ölçülü davrandığımız gibi yatırlara karşı da bu duyarlılığımızı devam ettiririz. Onların türbelerini, yaşadıkları hayattan ibret almak, örnek şahsiyetlerinden istifade etmek için ziyaret ederiz. Yoksa bir beklenti içerisine girerek onlara yalvarıp yakarmayız. Onlardan şefaat etmelerini dilenmeyiz. Çünkü biz sadece Rabbimize kulluk eder ve sadece O’ndan yardım dileriz.
Yine belirtmek gerekir ki ‘Filan mürşit insanların davranışlarından haberdardır’ anlamına gelecek düşünceler de tevhit inancıyla bağdaşmaz. Bu tür yanlış itikatlarla, bilerek veya bilmeyerek gaybı Allah’ın dışındakilerin de bilebileceği kabul edilmektedir. Ne yazık ki bu tür anlayışlar, günümüzde bazı çevrelerde normal kabul edilmektedir. Oysa bu ciddi bir sapmadır. Çünkü gaybı sadece Allah bilir. O’nun bilmesi, görmesi, işitmesi sınırsızdır. Dolayısıyla müminler sadece O’nun murakabesi altında olduklarını düşünürler. Çünkü O, ‘Nerede olursanız olun ben sizinle beraberim’ diyor. (Mücadele, 58/7.)
Yine Müslümanlar, günahtan korunmuş olanların sadece peygamberler olduğuna inanırlar. Dolayısıyla bir insan takva sahibi ve erdemli bir şahsiyet olabilir. İnsanlar onun üstün ahlakından, örnek kişiliğinden istifade edebilirler. Fakat bütün bu meziyetleri, onun hatalardan, günahlardan korunmuş olduğu anlamına gelmez.
Mümin, böyle bir şahsı yüceltmede aşırı bir tutum içerisine girmez. Onun düşüncelerini, hâl ve hareketlerini hatadan korunmuş olarak görmez. Salih bir insan olsa dahi yanlış bir tercih ve içtihatta bulunabileceği ve günah işleye bileceğini göz ardı etmez.
Mümin, böyle bir şahsın düşünce ve davranışlarının arkasında her daim bir hikmet aramaz. Yine bu kimse ‘la yüsel’; itiraz edilmez, düşünce ve davranışları sorgulanamaz biri olarak görülmez. Çünkü aksi bir durum, insanın kendini inkâr etmesi anlamına gelir. Diğer taraftan, ashaptan cennetle müjdelenenler hariç, hiç kimseye ebedi kurtuluş garantisi verilmemiştir. Üstelik kullarını gerçek manada bilen sadece Allah Teala değil midir? Şu hâlde mümin bu konuda kesin bir yargıda bulunmaz. Sadece faziletine inandığı şahsın, Allah’ın sevgili bir kulu olduğunu düşünür. Onun gidişatıyla ilgili olumlu kanaat besler, örnek hayatından istifade etmeye çalışır.
Mümin bir kimse, salih bir insan olarak kabul ettiği bir şahısta Allah’ın tecelli edip göründüğü tarzında ileri sürülen batıl itikatlara onay vermez.
Yine mümin, nerede olursa olsun, darda kalmış bir kimsenin ‘ya ğavs” çağrısına cevap veren ve onu bu durumdan kurtardığına inanılan özel yetkili kimselerin bulunduğu şeklindeki inancın batıl olduğunu düşünür. Çünkü namazın her rekâtında ‘yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz’ cümleleriyle tekrarladığı tevhit ilkesinin bununla bağdaşmadığına inanır.
Prof. Dr. İbrahim Hilmi KARSLI