Mültecilere Hicret Yurdu
           ya da
Muhacire Ensar Olmak
“Allah yolunda hicret edip de sonra öldürülen veya ölenlere, Allah elbette güzel bir rızık verecektir. Rızık verenlerin en hayırlısı yalnız Allah’tır. O onları hoşnut olacakları bir yere koyacaktır. Şüphesiz Allah bilendir, halimdir.” (Hac, 22/58-59.)
12/06/2015


Zulme maruz kaldığı, harem-i ismetine el uzatıldığı, kutsalının çiğnendiği, kutsiyetinin yok edildiği, onurunun ayaklar altına alındığı, değerlerine dil uzatıldığı; inançlarının yaşanmasına mani olunduğu için yurdundan, sılasından, ailesinden, alışkanlıklarından uzaklaşarak “muhacir konumuna düşen insanlar, İslam nokta-i nazarından son derece değerli kabul edilmişlerdir. Onların bu hicretleri Kur’an tarafından Allah’a yapılan bir yolculuk olarak tesmiye edilmiş ve onlara her iki cihanda da üstün bir derece, yüce bir mertebe mükâfat olarak vaat edilmiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerim İslam tarihinin ilk muhacirlerinin çıktıkları kutsal yolculuklarını makbul gördüğünü ifade etmek amacıyla şöyle demektedir.



“Allah yolunda hicret edip de sonra öldürülen veya ölenlere, Allah elbette güzel bir rızık verecektir. Rızık verenlerin en hayırlısı yalnız Allah’tır. O onları hoşnut olacakları bir yere koyacaktır. Şüphesiz Allah bilendir, halimdir.” (Hac, 22/58-59.)



Tarihî bir olgu olarak “muhacir ve ensar” kavramları Hz.Peygamber’in Medine’ye hicret etmesiyle başlayan ve Mekke’nin fethiyle biten zaman diliminde kutlu yurda yani Medine’ye göç edenler ile onlara kucak açan yiğit insanlara verilen bir isim olsa da günümüzde bu ilk kutlu müjdeyle müşerref olanlarınkine benzeyen onlarca hadise yaşanmaktadır. Arakan’da onurları ayaklar altına alınmasın diye kaçanlar veya zorla yurtlarından sökülüp atılanlar; Bosna’da Müslüman oldukları için yakılan binlerce akrabasını geride bırakmak zorunda kalanlar; Mısır’da tek amaçları Müslüman gibi yaşamak olduğu için meydanlarda kurşuna dizilenlerin yakını olduklarından dolayı derdest edileceklerini bildiklerinden sılalarından uzaklaşanlar, Çeçenistan’da Müslüman onurunu korumaya çabaladıkları için yok edilenlerin hatıralarını yaşatmak amacıyla dünyanın muhtelif yerlerine dağılanlar; Çin’in Uygur bölgesinde İslam’ı temsil ettikleri için dar ağaçlarına çekilenleri anlatmak amacıyla yurtlarını terk edenler; Suriye’de zulme dur demek istedikleri için her gün binlercesi öldürülenlerin arkada kalanlarından yaşam mücadelesi verenler… Evet bütün bunların tamamının o ilk muhacirlere verilen kutlu muştudan nasiplenmeyeceklerini kim bilebilir? Ya bunlara kucak açan, kol kanat geren, yurt sağlayan, kendi evlerinde ağırlayan, onur ve iffetlerini muhafaza eden, harem-i ismetini en kutsi değerlerden biri olarak kabul eden, bırak yan bakmayı onu kendi harem-i ismetlerinden ayırmaksızın mücadele edenlerin ilk ensar nesline verilen muştudan nasiplenmeyeceklerini kim bilebilir?



Kur’an ilk ensar nesli üzerinden her dönem o kutlu hatırayı yeniden inşa edenlere hitaben şöyle demektedir:



“Onlardan önce oraya [Medine] ve imana yerleşmiş olanlar, kendilerine göç edip gelenleri severler; onlara verilenlere içlerinde bir arzu duymazlar, kendileri zorluk içerisinde bulunsalar bile onları kendilerinden önce tutarlar. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa ulaşanlardır. Onlardan sonra gelenler: Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla; kalbimizde müminlere karşı kin bırakma. Rabbimiz! Şüphesiz sen çok şefkatlisin. Çok merhametlisin derler.” (Haşir, 59/9-10.)



“İslam’ı ilk önce kabul eden muhacirler ve ensar ile iyilikle onlara uyanlar var ya, Allah onlardan razı olmuş; onlar da O’ndan razı olmuşlardır. Allah onlara içinden ırmaklar akan ve içinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük başarıdır.” (Tevbe,9/100.)



Kur’an, bu iki kıymete şayan insanı birbirlerinin velileri olarak tesmiye etmektedir. Hatta bunları birbirinin mütemmim cüzü olarak görmektedir.



“İnanıp hicret eden; canları ve mallarıyla Allah yolunda cihat edenlerle onları barındırıp yardım edenler, işte bunlar birbirlerinin velileridirler…” (Enfal, 8/72.)



Ülkemiz son zamanlarda sadece İslam aleminin muhtelif yerlerinde zulme maruz kalan, kan ve göz yaşı ile boğuşan insanların sığınağı olmadı. Aynı zamanda dünyanın birçok yerinde yardıma muhtaç insanların yarasını sarmak için harekete geçti. Asya, Afrika, hatta Avrupa ve Amerika kıtasında birçok mağdur bu merhamete mazhar oldu. Birçok yardım kuruluşumuz bu hayırları hem topladılar, hem yerine dağıttılar. İnsanlık onurunu korumakla kalmadılar, Rabbimizin huzuruna vardığımızda bu yapılanlarla taçlanmamızı da sağladılar.



Yurt içine gelince ülkemizde birçok mülteciyi barındırmaktayız. Dünyanın değişik yerinde baskı görenler ülkemize, onun onurlu ve vakur, çilekeş ve merhametli halkına ve onların temsil ettiği devasa geçmişe ve tarihe sığınıyor. Bu da bizi ensar konumuna yükseltiyor. Peki, ensar olmak neyi icap ettiriyor? Kanaatimce bunlara kucak açmak kadar bu onuru zedelemeden götürmektir aslında “ensar” sıfatının hak edilmesini sağlayan. Bunlardan faydalanmak değil onlarla her şeyimizi paylaşmaktır aslında ensar olmayı gerektiren. Onların harem-i ismetine göz dikmek, ondan faydalanmak değil onu korumaktır “ensar” olmayı icap ettiren.



Abdurrahman b. Avf ile ensar kardeşini hatırlayalım. Medine’ye hicret eden muhacir kardeşine bir ensar olarak:



-“İşte malım, yarısını al” Abdurrahman’ın buna cevabı en az bu teklif kadar yüce ve onurluydu:



- “Malın sana mübarek olsun. Sen bana [geçimimi sağlayacağım] pazarın yolunu göster.”



İşte ensar olmak bunu gerektiriyor, bunu icap ettiriyor. Gelen muhacire sofrasını, ocağını açmak kadar ona geçimini sağlayacak olanaklar da sağlamayı gerektiriyor. Bunu sağlayanları Hz. Peygamber insanlığın yüz akı olarak değerlendiriyor ve onlar hakkında şöyle diyor:



“Ensar’ı sevenlerin mükâfatı Allah tarafından sevilmektir. Ensar’dan nefret edenlerin cezası ise Allah’ın buğzuna uğramaktır.” (Buhari, Menakıp, 4.) “Dünyanın en değerli ve makbul insanları Ensar’dır. Allah’ım sen onları ve nesillerini koru.” (Müslim, Fezailu’s-sahabe, 172-180.) Kaldı ki dinimiz bize sığınanların Müslüman olmasına da bakmamamızı, mazlumun dininin ve ırkının sorgulanamayacağını, onları himaye etmemizi bizden istemektedir. Nitekim yüce Rabbimiz Kur’an’da şöyle buyurmaktadır:



“Ey Muhammed! Eğer müşriklerden biri sana sığınmak isterse, onu himayene al ki, Allah’ın sözünü dinlesin. Sonra onu güvende olacağı yere ulaştır. Çünkü onlar bilmeyen bir topluluktur. (Tevbe,9/6.)



Yani bize sığınmak zorunda kalan insanların dinleri ne olursa olsun himaye edilmeleri icap etmekte ve şayet varsa yanlışları onlara doğru yolu gösterip yanlışlarını gidermemizi bize emretmektedir. Dahası, bize sığınanları kategorize edip dışlamamızı, ötekileştirmemizi, toplu olarak suçlu ilan etmemizi ve onları kaderlerine terk etmemizi yasaklamaktadır. Zaten Peygamber Efendimizin uygulamaları da aynen böyle olmuştur. Nitekim o bir kurban bayramı arifesinde Medine’ye gelen muhacirleri korumak amacıyla orada yaşayan Müslümanlara:



“Sizden her kim kurban keserse bayramın üçüncü gecesinden sonra evinde kurban etinden bir şey bırakmasın.” (İmam Malik, Udhiye, 2135, 2136; Buhari, Udhiye, 1886; ayrıca bkz. İbn Kayyım el-Cevziyye, II, 318.) demiştir. Böylece onları sorumluluklarını müdrik olmaya davet etmiştir. Kuşkusuz “muhacir” olmak bir sorumluluk gerektirdiği gibi “ensar” olmak da sorumluluk icap ettirir. Ensar, kendine sığınmakta olan muhacirleri gereği gibi ağırlamalı ve onlara madden ve manen kucak açmalıdır.



Kendilerine kucak açılan muhacirler de, onları bağırlarına basan, yaşamlarının bir parçası hâline getiren ensara karşı kardeşlik hukukuna uygun davranmalıdırlar. Aslında ümmet olmak da bunu gerektirmiyor mu? Hz. Peygamber İslam ümmetinden bahsederken onları bir yapının taşlarına benzeterek her iki kitlenin de sorumluluğunu yerine getirmesi gerektiğini söylemiş olmuyor mu? Öyleyse bu yapı taşlarının birbirlerine karşı sorumluluklarının olduğunu, birlikte bir aileyi teşkil ettiklerini idrak etmeliler ve bu idrakin esası içerisinde bir vücudun azaları olarak davranmalılar.



 



Prof. Dr. Mehmet Mahfuz SÖYLEMEZ