Akıl sahibi olmak, sadece dinî açıdan sorumlu tutulmak için şart değildir. Allah’ın (c.c.) razı olacağı Müslümanca bir hayat için de aklın kullanılması gerekir. Nitekim girişte verilen ayette görüldüğü gibi, Kur’an’ın iniş sebeplerinden birisi bu şekilde ortaya konmaktadır. Kur’an, bir ilim ve hikmet hazinesi olarak muhataplarını kendisini düşünmeye davet eder ve bunu değişik vesilelerle tekrarlar. Mesela bir başka surede konu şu şekilde dile getirilir: “Anlayıp kavramanız için biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik.” (Yusuf,12/2.)
Dinî tefekkür, insandaki akıl-kalp birlikteliğini sağlayacak şekilde bütün anlama vasıtalarının devreye girmesidir. Kur’an bunu bir metot olarak kullanır. Çünkü düşünce ve tefekkür dünyası zinde olmayan insanların dinî hayatı zayıf kalacaktır. Dolayısıyla bir takım değer ve davranışların kazanılabilmesi için, ayetlerin düşüncenin konusu hâline gelmesi son derece önemlidir.
Ne var ki günümüzde Müslümanların Kur’an’la olan ilişkisine baktığımızda, bunun genel olarak anlama merkezli olmadığını görüyoruz. Bu ilişki, esas itibarıyla fikri değilduygusaldır, akli değil ibadet amaçlıdır. Yine bu ilişki, İslami şahsiyeti inşa etmekten ziya de sevap kazanmayı, dünyayı imar etmekten daha çok ahirette mükâfata ermeyi hedeflemektedir.
Bahsedilen anlayışın bir neticesi olarak Kur’an’a saygı, içerdiği ilahî buyruklara saygıdan Mushaf’ın maddi varlığına saygıya ve ondan bereket ummaya dönüşmüştür.
Kur’an bir taraftan yüceltildi ama diğer taraftan hayattan uzaklaştı.
Müslümanlar, bugün bu ilahî kelamın anlaşılmasına yeterli zamanı ayırmamaktadırlar. Artık bu alışkanlıklarını değiştirmeleri ve her gün bir süre onun üzerinde imal-i fikirde bulunmaları gerekmektedir. Aksi takdirde onun itikada, ibadete, ahlaka, tarihe ve topluma dair emir ve öğretileri ihmal edilecektir. Oysa geçmiş Müslümanların ve İslam medeniyetinin ilham kaynağı vahiy kültürü değil miydi? Bugün de böyle olması gerekmiyor mu?
Müslümanlar, büyük çoğunluğu itibarıyla Kur’an’ı anlamayı ihmal ettikleri için, tabiat ayetlerini anlamayı da önemsemez olmuşlardır. Çünkü kavli ayetler, sürekli olarak kevni ayetleri anlamaya davet etmektedir. (Mesela bk. Casiye, 45/3-6.) Kur’an’ın buradaki asıl amacı, uluhiyet ve tevhit tasavvurunun oluşmasıdır. Ancak bununla evren üzerinde bir tecessüs fikrini, dolayısıyla tabiat bilimlerinin gelişmesinde oldukça önemli bir arka planı oluşturduğu açıktır.
Kur’an, tabiattaki normal işleyişi ayet olarak isimlendirdiği gibi, bu işleyişi aşan mucizeyi de ayet olarak isimlendirmektedir. Bu da ilginç bir durumdur. Bununla belki de şu husus bizlere hatırlatmaktadır: Mucizeye dikkat kesildiğiniz gibi, Kur’an ve tabiat ayetlerinde de sizi hayrete düşürecek sırlar ve hikmetler vardır. Öyle ise, neden onları tefekkür etmiyorsunuz?
Kur’an’ın dünya görüşünde bütün varlık, insanı Rabbine çağıran sayısız ayetlerle doludur. Varlık her çeşidiyle Yaratıcının sonsuz ilmine, eşsiz kudret ve yaratma gücüne delalet etmektedir. Hayvanlardan bitkilere, mantarlardan mikroskobik canlılara tüm mahlukat, insanı hayrete düşüren bir mükemmellikte yaratılmıştır. Bu anlamda bütün varlık, anlaşılmayı bekleyen sırlarla dolu bir kitap gibi insanın önünde durmaktadır.
Ne var ki günümüz Müslüman topluluklarının, tabiatı anlama, oradaki eşsiz işleyiş ve sistemleri çözme konusundaki gayretleri kifayetsizdir. Mucize ve keramet türü anlatımlar onların dikkatini daha fazla çekmekte, olağanüstülüklere ayrı bir ilgi göstermektedirler. Ama çağdaş medeniyetin sahibi batılılara baktığımızda, tabiatın işleyişinde olağanüstülük onları ilgilendirmemektedir. Onlar, mucizeyi (!) evrendeki olağan işleyişi keşfetmede ve onları teknolojiye dönüştürmede aramaktadırlar.
Ancak belirtmek gerekir ki, Batı dünya görüşünde de tabiat, insanın sadece maddi yönden istifade edeceği bir fırsat ve imkânlar bütünüdür. Onun metafizik, manevi bir anlamı yoktur.
Kanunları keşfedildikçe, teknolojiye uygulanıp insanın istifadesine sunuldukça bir değer ifade eder.
İnsanoğlu bugün varlığın sırlarını keşfetmede olağanüstü bir konuma gelmiştir. Ama Fen Bilimlerinde elde edilen onca bilgi, Yaratıcıya şükretme konusunda insana pek bir şey söylememektedir. Kâinat kitabından insan bir fazilet dersi çıkarmamaktadır. Tabiat ve insan yaratılışındaki fevkaladelikler, bu konuda ulaşılan bilgiler, manevi bir anlayışa ve tevhidi bir duyarlılığa yol açmamaktadır.
Bu tespitler, sadece gayrimüslim dünya için değil, İslam toplumları için de büyük ölçüde geçerlidir. Çünkü bugün eğitim kurumlarımızda tabiat bilimleri alanında okutulan kitaplarda, bahsedilen anlayış etkinliğini devam etmektedir. Bu da, parçalanmış bir zihin yapısından başka bir şey değildir.
Kur’an’ı, tabiatı ve tarihi (toplumu) anlamak, İslam medeniyetinin üç temel sacayağını oluşturmaktadır. Müslümanlar bu üç alanı, bilginin ve anlamanın konusu yapmadıkları müddetçe, insanlığa umut vaat eden bir kültür ve medeniyet inşa etmeleri mümkün olmayacaktır.
Kur’an’ın anlamı ve yorumu tarihte söylenmiş ve tüketilmiş değildir. Aksine Müslümanlar, Kur’an’ı, usulü çerçevesinde her çağ ve dönemde yeniden anlar ve yorumlarlar. Diğer taraftan Müslümanların tabiatı ve tarihi anlamaları, diğer medeniyetlerin anlamaları üzerinden değildir. Onlardan istifade ederler. Ama bizatihi kendileri İslam’ın temel öğretileri çerçevesinde bu alanları araştırmalarının konusu hâline getirirler.
Müslümanların Kur’an’ı anlamaya gerekli ihtimamı göstermemelerinin sonuçlarından biri de şudur: Kur’an’ın önemli bir kısmını kıssalar oluşturmaktadır. Bu anlatımlarda toplumların yükselmesi ve çöküşüne neden olan yasalardan bahsedilmektedir. Dolayısıyla Müslümanlar, buradan hareketle Kur’an’dan mülhem Sosyal Bilimlerle ilgili öğretiler geliştirebilirlerdi. Ne yazık ki bu sahadaki çalışmalar henüz yetersiz bir durumda bulunmaktadır. Kur’an bu açıdan büyük bir dikkatle anlaşılmayı ve araştırılmayı beklemektedir.
Bu sahada yapılacak çalışmalar sadece teorik değil, aynı zamanda pratiğe yönelik olmalıdır. Nitekim Kur’an buna da işaret eder ve şöyle der: “Yeryüzünde hiç gezip dolaşmazlar mı? Kendilerinden önceki toplumların başlarına gelenlere bakmazlar mı?” (Yusuf, 12/109; ayrıca bk. En’am, 6/11.)
Ayette dikkati çeken husus, geçmiş milletlerin tarihinin kitaplardan değil, bizzat gidip yerinde müşahede edilmesidir. Kazılarda elde edilen bulgulardan, müşahhas delillerden hareketle yeni bir tarih yorumunun yapılmasıdır. Ancak Müslümanların bu alanda da ihtiyaç duyulan çalışmaları yaptıklarını söylemek zordur. Çünkü hâlâ üniversitelerimizde okutulan Arkeoloji ilmi, büyük ölçüde yabancıların yaptığı çalışmalara, dolayısıyla onların ön kabul ve okumalarına dayanmaktadır.
Sonuç; yeniden ihya ve inşa için, vahiy kültürü bilginin ve hayatın kaynağı hâline gelmelidir.