Sorumluyu Başka Yerde Aramak

“Bir toplum sahip olduğu (iman, itaat, adalet gibi güzel) değerleri (kötü yönde) değiştirmedikçe Allah da o toplumu(n iyi hâlini) durduk yerde değiştirmez.” (Ra’d, 13/11.)
21/03/2014


Allah Teala, Kur’an’la insanlığa son çağrısını yaptı. İslam sayesinde insanlık tarihinin en önemli medeniyetlerinden biri kuruldu.Müslümanlar bilim, sanat ve kültür alanlarında önemli gelişmeler kaydettiler. Bilim felsefeyi diğer milletlere öğrettiler. Batı medeniyetinin inşası katkı sağladılar. Ahlak ve fazilette örnek teşkil ettiler. Hak ve adaletin bir gereği olarak mazlumların elinden tutup zalimlere engel oldular.



Müslüman topluluklar son asırlara kadar sömürgeleştirilemediler. Bağımsız ve onurlu bir hayat sürdüler. Bugün olduğu gibi kültür emperyalizmine yenik düşmediler. Ne olduysa son iki yüzyılda oldu. Bu dönem, ifade yerinde ise hüzün asırları olmuştur. Baskıcı rejimlerin etkin olduğu, acı, gözyaşı ve kanın durmadığı bir süreç yaşanmıştır. Yaşanmaya da devam etmektedir.



Tabii ki bütün bunlar durup dururken olmadı. Çünkü varlık âleminde tabiat olayları gibi sosyal olaylar da kanunlara bağlıdır. Dolayısıyla milletlerin yaşadığı gelişmeler, tarihte olup bitenler, tesadüflerle izah edilemez. Bunun belirli kanunları vardır. (bk. Necm, 53/39.)



Kısaca bizler, ümmet olarak, özümüzde olanı, kafamızda, kalbimizde olanı değiştirdik. Kendi değerlerimize yabancılaştık. Kişilik bölünmesi, zihniyet parçalanması yaşadık. Bedenimiz bu coğrafyada idi, ancak ruhumuz, kalbimiz başka taraflarda idi. Ne yazık ki şerefi, izzeti ve kurtuluşu başka kapılarda aradık.



İşte bütün bu sapma ve yozlaşmaların bir neticesi olarak bize olan ilahî tavır da farklılaştı. Allah Teala’nın bize olan lütfu, nimeti ve ihsanı değişti. Çünkü ayette belirtildiği gibi kim Rabbinden uzaklaşırsa, hayat ona dar gelir, zorlu ve sıkıntılı bir hayata maruz kalır. (Taha, 20/124.) Bu ayeti toplumsal planda da düşünebiliriz. Çünkü bu tür insanların meydana getirdiği topluluklar doğal olarak aynı akıbeti yaşayacaklardır.



İnsanlar, yaşanan toplumsal musibetler karşısında farklı izahlar getirirler. Kimisi, başlarına gelen belaların sorumluluğunu başkalarına yükler. Düşmanları yüzünden bu hâle geldiklerini düşünürler. Komplo teorileri ile olayları izah ederler. Böylece milletlerin tarihî seyrini izah ederken musibetlerin kaynağını yanlış yerde görürler.



Kimi insanlar da kötü gidişattan dolayı zamanı suçlarlar. “Ahir zamandır, zaten böyle olacaktı.” derler. “Yaşadıklarımız ahir zaman alametleridir, peygamberlerde bunları haber vermemiş miydi” gerekçesine dayanırlar.



Bazen de insanlar yanlış bir inançla, kötü gidişatı Allah’a bağlarlar. “Allah böyle dilemiştir, ne yapalım, O dilemeseydi bu hâle gelmezdik.” derler. Bu yaklaşımları ile “Yapacağımız pek bir şey yoktur.” demek isterler.



Bu yaklaşımlar bazı yönleri ile doğrudur. Ancak burada insanın sorumluluğu, kendini ve toplumu değiştirme yeteneği göz ardı edilmemelidir. Aksi takdirde bu tür insanlardan oluşan toplumların kendilerini toparlaması, ayağa kalkması zordur. Çünkü kendilerini aklamakta ve kötü gidişatın sebebini yanlış yerlerde aramaktadırlar.



Bu yaklaşımlar, Kur’an’ın temel bir ilkesiyle de çelişmektedir. O da, insanın gerek bu dünyada gerekse ahirette göreceği mükâfat ve cezanın kendi yapıp etmelerinin bir sonucu olduğu hususudur. Bunu açıkça ifade eden ayetlerden biri şudur: “Allah insanlara zerre kadar haksızlık etmez, aksine insanlar kendilerine zulüm ve haksızlık ederler.”(Yunus, 10/44.)



İnsanlık tarihinde, kimi zaman toplumlardan birinin, kimi zaman da diğerinin yüzü gülmüştür. Bazen bir millet, bazen de diğeri yükselmiş ve yücelmiştir. (Âl-i İmran, 3/140.) Ancak toplulukların bu dünyadaki izzeti veya zilleti tesadüf değildir. Diğer bir ifadeyle insanlar durup dururken izzet sahibi olmuyor veya zillete maruz kalmıyorlar. Aksine yücelen topluluklar gerekli şartları yerine getirdikleri için yüceliyor, çökenler de bunları ihmal ettikleri için çöküyor.



Elbette ki insanların kaderiyle, toplumların kaderiyle ilgili Allah Teala’nın bir planı vardır. Ancak bu da gene onların yapıp ettikleri ve yönelişleri ile alakalıdır. Şu hâlde bizler, fert fert nefsimizde olanı değiştirmezsek yaşadığımız şartlar da değişmeyecektir. (Ra’d, 13/11.)



Bizler, fert fert iman, ibadet ve ahlakımızı düzeltmedikçe, toplum ahlaklı bir toplum olamayacaktır. Gidişat düzelmeyecektir. Kaosların, kargaşaların, toplumsal buhranların sonu gelmeyecektir. Çünkü toplumlar fertlerden meydana gelir. Dolayısıyla fertler manevi yönden hasta olursa, toplum da hasta olur.



Kuvveden fiile geçmeyen bir din, topluma pek bir şey kazandırmaz. İyiliklerin yaygınlaşması sadece temennilerle gerçekleşmez. Erdemin, faziletin sohbetlerin konusu olması güzel bir şeydir. Dolayısıyla ahlaklı bir toplumun oluşması için bu gerekli ancak yeterli değildir. (Bakara, 2/44.)



Şu hâlde imanın kalplere yerleşmesi, duygulara, düşüncelere hükmetmesi lazımdır. İnsanın iç dünyasında tevhit şuurunun yerleşmesi gerekir. Aksi takdirde Allah’a yürekten bağlı hayır ve hasenat için yarışan bir toplum oluşmaz. (Mü’minûn, 23/60-61.) Yine insanın kalbinde hesap şuurunun kökleşmesi gerekir. Yoksa toplumda hak ve hukuka riayet edilmez. Şiddetin, acımasızlığın ve toplumsal dramların ardı arkası kesilmez.



Öncelikle duyguların, düşüncelerin, ideallerin değişmesi gerekmektedir. Çünkü batıla, şerre kapılan fertlerin, bir merhamet toplumu oluşturması düşünülemez. Günaha batan insanların, bir hayır toplumu meydana getirmeleri gerçekçi olmaz. İç dünyalarında sulh ve sükûneti hâkim kılamayanların, toplumlarında sulh ve selameti ikame etmeleri mümkün değildir. Yine nefislerini fitne ve fesattan temizleyemeyenlerin, toplumlarını kaostan ve kargaşadan temizlemeleri beklenemez. Çünkü toplumu bizler meydana getiriyoruz. Dolayısıyla değişmeye öncelikle bizim talip olmamız gerekir.



Kur’an önce bizim nefsimize buyruğumuzu geçirmemizi, onu arındırmamızı emreder. Bu, bizim manevi kurtuluşumuzun temel şartıdır. İçsel disiplinin sağlanması her toplum için geçerli önemli bir ilkeyi de ortaya koyar. Çünkü iç dünyasını ve iradesini disipline eden topluluklar gelişmekte ve kalkınmaktadırlar. Dolayısıyla nefsine hâkim olamayan insan ve toplulukların başkalarına yol ve yöntem öğretmesi mümkün değildir. Yine iç dünyasına egemen olamayan insan ve toplumların dış dünyada etkinlik ve egemenliklerinden bahsedemeyiz.



Şu hâlde önce iç dünyamızda bir bahar iklimine ihtiyacımız vardır. Bir gül mevsiminin şartlarını hazırlamalıyız. Vahyin bahar yağmurları ile gönlümüz ıslanmalıdır. Nefisteki dikenleri, zararlı, zehirli otları temizlemeliyiz. Sonra titiz bir bahçıvan gibi gönlümüzün verimli topraklarını işlemeliyiz. Orada rengârenk çiçekler, mis kokulu güller yetiştirmeliyiz. Çünkü iç dünyalarını imar edemeyenlerin dış dünyalarında umranı/medeniyeti inşa etmeleri mümkün değildir.