Buhranlarımız günahlarımızdandır

“İnsanların kendi işledikleri (kötülükler) sebebiyle karada ve denizde fitne ve fesat ortaya çıkmıştır. Dönmeleri için Allah, yaptıklarının bazı (kötü) sonuçlarını (dünyada) onlara tattıracaktır.” (Rûm, 30/41.)
22/11/2012


Ne hazindir ki, son asırlarda, İslam dünyasında acı, gözyaşı ve kan hiç eksik olmadı. Tarihte de Moğol istilası, Endülüs yıkımı vb. durumlar yaşanmıştı. Ancak bu sefer durum farklı olmuştur. Çünkü Müslümanların içerisinde yaşadığı siyasi, ekonomik ve kültürel krizler, tedavisi zor yaralar açmıştır.



Müslüman ülkelerde son dönemlerde yaşanan etnik ve mezhep çatışmaları vicdanımızı sızlatmaya devam etmektedir. Şu sorular, bundan yüzyıl önce olduğu gibi bugün de cevabı aranan sorulardır. İslam alemi, kendi içinde yaşadığı bu kaos ve kargaşadan ne zaman kurtulacaktır? Hak-hukuk, adalet ve fazilette insanlığa rehberlik yapma sorumluluğunu ne zaman üstlenecektir?



Bugün İslam dünyası, maalesef, geçmişteki başarılarla övünmenin ötesine geçememekte; bilim, sanat ve teknolojide çağdaş dünyanın kendine yüklediği sorumluluğun gereğini yerine getirememektedir. Yaşantıda cihat, ilimde içtihat ruhu zayıflamıştır. Yetişen nesiller, ne yazık ki, kendi kökünden kopuk; bize yabancı dünyaların, moda akımların taklitçisi olmaya devam etmektedirler. Bizden olanı hafife alan, hariçten gelene hayranlık duyan ruh hâli, düşünce ve yaşantılara yön vermektedir.



Kendi kültür ve geleneğinden habersiz yetişen genç kuşaklar, çareyi yabancı ideoloji ve felsefi cereyanlarda aramaktadır. Toplumsal hayatın her kesiminde insanlar arasındaki bağlar zayıflamakta, ancak bağımlılıklar gittikçe artmaktadır. Yaratıcısı ile rabıtası olmayan kuşaklar, kendilerini teskin edip rahatlatmak için kumar, içki, uyuşturucu vb. birçok alışkanlığın tuzağına düşmektedirler.



Ailede, sporda, işyerinde, sokakta kısaca hayatın her alanında şiddet gittikçe yaygınlaşmaktadır. Şefkat ve rahmet peygamberinin ümmeti, nasıl da şiddet ve acımasızlığın pençesine bu denli kendisini kaptırmıştır? Diğer taraftan ibadetler çoğunlukla ihmal edilir olmuş, ticari hayatta helal-haram bilinci zayıflamıştır. Yine edep, hayâ ve iffet duyguları yerini şeytani ve nefsani arzulara bırakmıştır.



Toplumların ilerlemesi veya geri kalmasında sosyal, ekonomik, politik ve askeri faktörlerden, iç ve dış nedenlerden bahsetmek mümkündür. Zaten sosyoloji, tarih ve siyaset bilimi de konuyu bu yönleri ile ele alır ve değerlendirir. Ancak Kur’an açısından konuya yaklaştığımızda, bütün bunların arkasındaki temel özneye yani insan faktörüne dikkat çekildiği görülür. Onun inancı, ibadet hayatı, ahlaki değerlere bağlı olup olmaması burada belirleyici bir rol oynar. Diğer bir ifadeyle toplumların kaderi, maddi faktörlerle ilgili değil, insanın manevi duruşu ve yönelişleri ile irtibatlı olarak değerlendirilir.



Bu açıdan Kur’an’da eleştiri oklarının insanın kendisine yöneltildiği görülür. Sorumluluğun başkalarında değil, kendisinde olduğu tekrarlanır. Böylece nefsini sorgulaması, yaşadığı musibetlere ve olumsuzluklara karşı tavır alması ondan istenir. İnsanın başına hangi kötülük gelirse, bunu kendisinden bilmesi gerektiği (Nisa, 4/79.), Allah’ın hiç kimseye asla zulüm etmeyeceği, ancak insanların kendi kendilerine zulüm edeceği belirtilir. (Yunus, 10/44.) Yine insanın tekâmül yolunda kendisini özeleştiriye tabi tutması övülür. Nitekim Kıyamet suresinin girişinde kusurlarından dolayı kendini kınayan nefse yemin edilir. (Kıyame, 75/2.)



Bütün bunlar, her Müslüman bireyin üzerine düşen görevi yerine getirmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Problemin kaynağını başka yerlerde değil, kendimizde aramalıyız. Nitekim şu ilahî beyan bizlere bunu hatırlatmıyor mu? “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın, kendinizi düzletin. Siz doğru yolda olursanız, yoldan sapan kimse size zarar veremez.” (Maide, 5/105.)



Yine şu ayette manevi değerler istikametinde bir değişimin yaşanması gerekliliği ortaya konur: “Gerçek şu ki, bir toplum(u meydana getiren insanlar) kendi iç dünyalarını değiştirmedikçe, Allah o topluma karşı olan muamelesini değiştirmez.” (Ra’d, 13/11.) Görüldüğü gibi Allah Teala’nın bir topluluğa olan tavrı, lütuf ve ihsanı, o topluluğun fert fert kendi iç dünyasında olanı değiştirmesine bağlıdır. O bakımdan dönüşüme ve yozlaşmaya değil, ilahî buyruklar çerçevesinde özden bir değişime ihtiyacımız olduğu muhakkaktır.



Sorumluluğu, çoğunlukla yaptığımız gibi, başkalarına yüklemek, kendimizi aldatmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Bu bakımdan hangi konum ve seviyede bulunursa bulunsun, her Müslüman’a görev düşmektedir. Hiçbir kimsenin kendi durumunu hafife alıp sorumluluğu başkalarına atması doğru değildir. Ferden ferda her müminin elinden geleni yerine getirmesi gerekir. Zaten insan olarak, şu ayette beyan edildiği gibi, bundan sorumlu değil miyiz?: “Allah bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü tutar.” (Bakara, 2/286.)



Eğer Müslümanlar arasında sosyal, siyasi bir kaos varsa, fitne ve fesat yaygınlaşmışsa, bunun sebebini sadece sömürgeci emelleri olan ülkelere bağlamak doğru değildir. Aksi bir durum, sorumluluktan sıyrılmaya çalışmak ve kolaycılığa kaçmak olacaktır. Üstelik bu, şu ayette vurgulandığı gibi, beşerî sorumluluğu da göz ardı etmek anlamına gelecektir: “İnsanların kendi işledikleri (kötülükler) sebebiyle karada ve denizde fitne ve fesat ortaya çıkmıştır. Dönmeleri için Allah, yaptıklarının bazı (kötü) sonuçlarını (dünyada) onlara tattıracaktır.” (Rum, 30/41.)



Görüldüğü gibi, insanın ilahî buyrukları ciddiye almaması, bir ceza olarak gerek sosyal hayatta gerekse doğal ve ekolojik dengede fitne ve fesadın, yozlaşma ve bozulmanın ortaya çıkmasıyla yine kendisine dönmektedir. Üstelik bu yozlaşma ve fesat, sadece zulmeden, hak ve adaletten sapanlara mahsus da kalmamakta; aksine olumsuz gidişata ses çıkarmayan, ona engel olmaya çalışmayanları da kapsayacak bir hâle gelmektedir. (Enfal, 8/25.)



Bugün sosyal ve siyasi bir kaos yaşanıyorsa, şu ayetin beyanıyla bunun en temel sebebi, Müslümanlar arasında velayetin, dayanışma ve yardımlaşmanın, birlik ve beraberliğin bulunmamasıdır: “Dini inkâr edenler birbirlerine sahip çıkarlar. Eğer siz birbirinize yardımcı olmazsanız, dünyada fitne kopar, müthiş bir bozulma ve fesat ortaya çıkar.” (Enfal, 8/73.)



Müslümanların temel problemlerinden biri tefrika, diğeri cehalet, bir başkası da geri kalmışlıktır. Şu hâlde kurtuluş, tefrikaya karşı birlik ve beraberlik, cehalete karşı ilim ve irfan, geri kalmışlığa karşı da elden gelen her türlü çabanın ortaya konmasıdır.