Türkçemizdeki ‘kulluk’, Arapçada ‘ubudiyet’, kelimesi ile ifade edilir. Bu kelimenin kökeninde, bir varlığa karşı en mükemmel manada tevazu ve hürmet göstermektir. Kelime, sebebini sorgulamadan verilen emirlere her yönüyle itaat manasına da gelir. İnsanın bu dünyada var oluşunun esas sebebi, Allah’a ibadet etmektir. İbadet ise, sadece namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek gibi belirli dinî emirlerden ibaret değildir. Geniş manada ibadet, hayatın her alanında ilahî buyrukları yerine getirmek, Allah’ın rızasını kazanmayı amaç edinmektir.
Kullukta bir tarafta bütün mükemmellikleri kendisinde toplayan mutlak kudret sahibi Allah Teala vardır. Diğer tarafta da O’nun nihayetsiz yüceliği karşısında hayranlık duyan insan vardır. Bu gerçek de bizi şu sonuca götürür: Kul, Rabbini sıfat ve isimleri ile tanıma konusunda derinleştikçe, kendi acizliğini, sınırlı ve muhtaç oluşunu daha iyi kavrayacaktır. Bu da onun Yüce Mevla’ya daha fazla yaklaşma ve yakınlaşmasına vesile olacaktır.
İnsanın kulluk etmeye neden ihtiyaç duyduğu şöyle izah edilir: İnsanın hayatı, tat ve lezzetlere varma, acı ve kederlerden uzaklaşma şeklinde cereyan eder. Bu dürtüler, insandaki ümit ve korkunun da kaynağıdır. Bu sebeple o, üstün kudret sahibi olarak gördüğü bazı varlıkların kendi derdine çare olacağına inanır ve onlara tapınır. (M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul 1935, I, 98.)
Kulluk, belirli bir hayat tarzının insana zorla dikte edilmesi, dayatılması şeklinde anlaşılmamalıdır. Aksine kulluk kişinin kendi iradesiyle gerçekleşir ve ancak bu şekilde bir anlam ifade eder. Dolayısıyla müminler, severek Allah Teala’ya kulluk ederler. Çünkü O’nun, sonsuz rahmet ve şefkatiyle kendilerini kucakladığını çok iyi bilirler. Nitekim Fatiha’da önce Yüce Allah’ın rab, rahman, rahim sıfatlarından bahsedilir; daha sonra da kulluğun sadece O’na yapılacağı müminlerin dilinden bir şükran ifadesi olarak dökülür. Yine müminlerde sevginin zirvesini ilahî sevgi oluşturur. (Bakara, 2/165.) Dayatma ve zorlamanın olduğu yerde sevgiden bahsedilmez. Bu da gösteriyor ki kulluğun temelinde sevgi vardır.
Kulluk şuurunda olmak, kul olduğunun farkında olmak, bunu bir bilinç hâline getirmektir. Bu da sadece bilgi sahibi olmak ve inanmakla gerçekleşmez. Çünkü şuur sahibi olmak, bilgi sahibi olmanın ötesinde bir şeydir. Bu, konuyla ilgili bilgilerin insan zihninde yoğunlaşması ve devamlılık kazanmasıdır. Şuurun tersi, gaflette olmak, yaşadığı hayatta dinî ve ahlaki değerleri umursamamak demektir. Bir kimse hakkında “Kulluk şuuruna sahiptir” dendiği zaman, bu kimsenin kulluğun gereklerini yerine getirdiği anlaşılır.
Günümüz Müslümanlarının çoğunluğunun bu anlamda bir kulluk şuuruna sahip olduklarını söylemek zordur. Çünkü çoğu Müslüman’da kulluk, bir hayat tarzı bir yaşam felsefesi haline gelememiştir. Kulluğun gerektirdiği değerler hayata hâkim değildir. Aksine vahiy dışı, şeytani telkinler düşünce ve davranışlara yön vermektedir. Müslümanların önemli bir kısmı, namazlarını disiplinli bir şekilde yerine getirmemektedir. Ayrıca kılınan namazların, hayatın bütün alanlarında ilahî buyruklara teslimiyetin bir simgesi olduğu yeterince kavranamamıştır. Oysa kulluk bölünme ve parçalanma kabul etmez. Camide Allah Teala’yı tazim ve takdis eden müminlerin, toplumsal hayata döndüklerinde vahiy dışı ölçülere göre hayatlarını yaşamaları doğru değildir.
Günde beş vakit tekrarlanan namaz, eğer bir şuur uyanıklığı içerisinde eda edilmezse, zamanla derinlikten yoksun, tekrarlanan bir adet hâline dönüşür. Bu şekilde yapılan ibadetler de bir iç derinliği kazandırmaz. Manevi ve ruhsal hayatta tekâmüle erdirmez. Ancak ‘ihsan’ şuuruyla yani Allah’ı görüyormuşçasına secde ve rükûlar yapılırsa (Müslim, İman, 1), işte o zaman eda edilen namazlar adeta her gün insanın eğitildiği mekteplere dönüşür. Namazda şekil şartı elbette ki önemlidir; ancak ebedi kurtuluşun, ilk şartının da namazda huşudan geçtiği unutulmamalıdır. (Müminun, 23/1-2).
Namazlar, ‘ihsan’ eğitiminin yani ilahî murakabe altında olma şuurunun yoğunlaştığı zaman kesitleridir. Bu şekilde eda edilen namazlar sayesinde ihsan şuuru, ferdi hayattan aile hayatına, ticaretten eğitime, siyasetten sanata, kısaca bütün insani faaliyet alanlarına yayılır. Artık hiçbir meşgale, mümini Allah Teala’nın zikrinden, O’nun murakabesi altında olduğu şuurundan alıkoymaz.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: “Kulum, kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevimli bir şeyle bana yaklaşamaz. Kulum nafile ibadetlerle de bana yaklaşmaya devam eder, ta ki ben onu severim. (Sevince de) artık onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Benden isterse muhakkak ona (istediğini) veririm. Bana sığınırsa muhakkak onu korur ve kollarım.” (Buhârî, Rikâk, 38.)
Kulluk şuuruna sahip olmak, Allah Teala ile alakanın kesilmemesi demektir. Çünkü unuttuğumuzda, hemen Rabbimizi hatırlamamız bizden istenmektedir. (Kehf, 18/24.) Hatırlamak, Allah Teala’nın katında hatırlanmak demektir. İster müşrik, isterse münafık olsun; insanlar Allah Teala’yı nadiren de olsa zikrederler. (Ankebût, 29/65; Nisâ, 4/142.) Ancak müminlerin O’nu zikretmesi farklıdır. Bu bakımdan, ayetlerde müminlerin zikrinden bahsedilirken, çokça zikretmelerine vurgu yapılır. (Ahzâb, 33/35, 41.)
Kulluk, müminin hayatının her alanına rengini verir. Kulluk bilincine sahip olan, ticari hayatta müşteriyi aldatmaz. Devlet dairesinde kamu malını zimmetine geçirmez. Sağlık kurumunda hastaya karşı hoyratça davranmaz. Trafikte keyfi hareket etmez. Eğitimde görevini savsaklamaz. İdarede adalet ve ehliyetten sapmaz. Toplumsal hayatta fitne ve fesada karşı duyarsız kalmaz. İnsanların günah ve isyana sürüklenmesi karşısında sorumsuzca davranmaz. Kısaca ibadet, şu ayette belirtildiği gibi, yaşanan zamana ve mekâna kulluk mührünü vurmak, neticede hayatı her yönüyle manevi bir ticarete dönüştürmektir. “Ey Muhammed! De ki: ‘Şüphesiz benim namazım da, diğer ibadetlerim de, yaşamam da, ölümüm de âlemlerin Rabbi Allah içindir.” (Enam, 6/162.)