Kâinattaki her bir parça, varlıkta gerçekleşen bütüncül oluşa iştirak etmektedir. Bu manada bütün mahlûkâtı meydana getiren unsurlar, bir düzensizliğe ve fesada yol açmamakta; aksine kendi aralarında uyumlu, ahenkli bir özellik ortaya koymaktadırlar. Kış ilkbaharı hazırlamakta, ilkbahar yazı müjdelemekte, yaz ise sonbaharı haber vermektedir. Canlılar bitkilere, bitkiler toprağa, toprak havaya ve suya muhtaçtır.
Tabiatı meydana getiren her bir parça, tek başına anlamsızlığı ve eksikliği çağrıştırırken, bütüncül oluştaki duruşu ile bir boşluğu doldurmakta ve estetik bir görünüm kazanmaktadır. Böylece çoklukta birliğe ulaşılmaktadır. Ancak bu birliğe her nesne, kendi özelliği ve öznelliği ile katılmaktadır. Adeta bir enstrümanın çıkardığı münferit seslerin kulağı rahatsız etmesi, ancak diğer seslerle beraber oluşturduğu ses armonisi ile inleyenlerin kulaklarında hoş sedalar bırakması gibi bir şey. Evet, farklılığı ve çeşitliliği içerisinde bütün kâinat aynı şarkının, yani birlik ve beraberliğin, vahdetin şarkısını terennüm etmektedir.
Tabiat âlemi nasıl ki farklı nesne ve unsurlardan meydana gelmekte ise, beşerî topluluklar da çeşitli mizaç, huy ve psikolojik eğilimlere sahip bireylerden oluşmaktadır. Ancak söz konusu bireyler, kendi bencil eğilimlerini aşıp vahdet şuuruna ermedikçe, toplumda birlik beraberlik, kaynaşma ve dayanışma gerçekleşmez. Güçlü milletler aynı amaç ve hedef doğrultusunda kafa ve kalplerini birleştirebilmeyi başarabilen topluluklardır.
Varlıktaki vahdet ve dayanışma, tevhide gönül veren müminlerin de temel bir özelliğidir. Kur’an, müminleri hak ve hakikat uğrunda kenetlenen, birbiriyle dayanışma içerisinde mücadele eden kardeşler topluluğu olarak anlatır. (Saff, 61/4.) Bunlar birbirine karşı son derece merhametli (Fetih, 48/29.), kendi aralarında alçakgönüllü bir iman topluluğudur. (Maide, 5/54.)
Bir defasında Hz. Peygamber ashabıyla beraber otururken şu sözleri söyler: “Allah’ın şehit ya da peygamber olmayan öyle kulları vardır ki, kıyamet gününde Allah’a olan yakınlıkları nedeniyle peygamberler ve şehitler onlara gıpta ederler.” Bu sözü işiten sahabiler merakla sordular: “Kim bunlar, ya Rasulallah?” Allah Rasulü de şu cevabı verdi: “Bunlar, akrabalık ya da aralarında dönüp dolaşan bir maldan kaynaklanan çıkarları olmaksızın, sırf Allah için birbirlerini seven insanlardır.” (Ebû Dâvûd, Büyû’, 76.)
Müminler arasındaki kaynaşma ve dayanışma duygusu herhangi bir cemiyette olandan farklıdır. Bu her şeyden önce Allah Teala’nın müminlere özel bir lütfudur. Yüce Yaratıcı onların kalplerini telif eder, onları kardeş yapar. Nitekim konu ilk müminlerin şahsında şu şekilde dile getirilir: “Ve (Allah), onların kalplerini birleştirmiştir. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin, fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, mutlak galiptir, hikmet sahibidir.” (Enfal, 8/63.) Ayetin aslına bakıldığında, “kalplerin birbirine ülfeti”n den bahsedilmesi dikkat çekicidir. Bu, müminler arasındaki kardeşliğin şekilde ve zahirde değil, özde ve derinlerde olduğunu göstermektedir.
İslam’dan önce Evs ve Hazreç kabileleri arasında yıllarca devam eden savaşlar vardı. Aralarında kanlı çatışmalar olmuş ve her iki tarafın ileri gelenlerinden birçoğu ölmüştü. Düşmanlık duyguları ve intikam hisleri kalpleri sarmıştı. Ancak yıllarca birbirine diş bilemiş bu kabileler; İslam’a gönül verince Allah onların kalplerini kaynaştırdı, birbiriyle kucaklaştılar ve kardeş oldular.
Seyyid Kutub’un ifadeleriyle, müminlerin arasında Allah’tan başka hiç kimsenin gerçekleştiremeyeceği, ilahî akideden başka hiçbir akidenin başaramayacağı bir mucize meydana gelmişti. Nefretle dolu olan kalpler, o zıt tabiatlar, kardeşlik ve tevazu ile birbirine sımsıkı sarılan, birbirini seven, birbiriyle kaynaşan bir kitle haline dönüşüvermişti. (Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’ân, 1992/1412, III, 154.)
Kur’an’ın emrettiği kardeşlik, birlik ve beraberlik, bugün yapıldığı şekliyle sadece iyi niyet, propaganda ve telkinlerle gerçekleşecek bir durum değildir. Aksine bu, şu ayette belirtildiği şekilde, ilahî değerlere gönülden bağlanmanın ve bu uğurda mücadele etmenin bir neticesi olarak Allah Teala’nın müminlere bahşettiği bir lütuftur: “Hep birlikte Allah’ın ipine (İslam’a) sımsıkı sarılın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.” (Al-i İmran, 3/103.)
Günümüzde insanları bir araya getirmek üzere kültürel, siyasi ve ekonomik teşkilatlar kurulmakta, bu uğurda yoğun çabalar ve büyük paralar harcanmaktadır. Fakat bu tür birliktelikleri iman ve İslam davası etrafında kaynaşıp kardeş olmayla mukayese etmek mümkün değildir. Çünkü insanların kalıp ve fizik olarak bir araya gelmeleri ile kalp ve gönüllerinin kaynaşması farklı şeylerdir.
Bu özelliği ile bir iman cemiyetini meydana getiren fertler arasındaki tesanüt ve kaynaşma, ne bir meslek kuruluşundaki dayanışmaya, ne de aynı bölgeden veya aynı ırktan gelen yahut da aynı ideolojiye mensup insanların arasındaki beraberliklere benzer. Bahsedilen cemiyet ve gruplaşmalarda dünyevi hesap ve beklentiler vardır. Ancak iman kardeşliği etrafında kenetlenen cemaatlerde bunları aşan ulvi idealler ve yüce değerler söz konusudur.
İslam kardeşliği etrafında bir araya gelen insanlar, ferdi farklılıklarını terk etmeden birlik ve beraberliği, toplumsal vahdeti gerçekleştirirler. Yoksa kişisel yönelişler, şahsi hesaplar, benmerkezci ve egoist tutumlar şeklinde tezahür etmemelidir. Aksi bir durum, yani heva ve heveslerini terbiye edemeyenler, bahsedilen İslam kardeşliği için daima bir problem oluşturmuştur. Bu bakımdan İslam davasının başarısını amaç edinemeyenlerin, “ben” değil “biz” şuuruna sahip olamayan insanların, toplumsal vahdeti gerçekleştirmeleri mümkün değildir. İman davasına gönül verenler için önemli olan şahsi hesaplarının ve beklentilerinin gerçekleşmesi değil, İslam davasının muvaffak olmasıdır. Âli olan kişisel menfaatler değil; davanın geleceği ve başarıya ulaşmasıdır.
Müminler arasındaki dostluk ve uhuvvet ilişkisi, sadece duygusal olarak gerçekleşen bir durum değildir. İnsanlar arasında beşer fıtratının bir neticesi olarak duygusal ilişkiler olması doğal bir durumdur. Bunlar, insandan insana değişir ve sınırlıdır. Ancak müminler arasındaki uhuvvet ve velayet kavramlarının ortaya koyduğu keyfiyet farklı bir özellik ortaya koyar. Bu, müminler arasındaki müşterek duygu, düşünce ve iman esaslarına bağlı kalmanın bir neticesidir ve çok daha kapsamlıdır. Müminler, kendi aralarındaki ilişkileri zanlara, vehimlere, şeytani dürtülere göre şekillendirmezler. Aksine onlar arasındaki kardeşlik, irade, azim ve kararlılıkla sürdürülen bir beraberliktir. Bu, heva ve hevesleri aşan, şeytanî ayartmalara takılmayan bir özellik ortaya koyar.
Günümüz insanı, ne yazık ki, etnik taassubun, bölgeciliğin, mezhep ayrımcılığının, tahrik ettiği kin ve husumetin tuzağına düşmüştür. Her türlü tefrika, kirli siyasi oyunlar İslam ümmetinin birlik ve beraberliğini tehdit etmektedir. Bu bakımdan Müslümanların, Cahiliye’nin taassubundan İslam’ın kardeşliğine, parçalanmışlıktan birlik ve vahdete her zamankinden daha fazla ihtiyaçları vardır.