Allah Teâlâ, insanı yaratmış, ona doğru ve yanlış yolu gönderdiği peygamberler ve kitaplar vasıtasıyla bildirmiştir. Peygamberler bu noktada insanlarla Allah arasında elçilik görevini üstlenmiş ve Allah’ın insanlara bildirilmesini emrettiği hükümlerin pratiğe yansıdığı ilk model şahsiyetler olmuşlardır. İnsanlardan bir kısmı bu örnek kişilere uyarak Allah’a imana yönelirken, diğer bir kısım insan da peygamberlerin yolunu terketmek suretiyle yüce yaratıcılarına kulluktan uzak durmuşlardır. İnsanlığın tarihine baktığımızda her iki grupta yer alan insan ya da kitlelerin olduğunu görürüz. Bu iki grup, tarih boyunca şöyle ya da böyle birbirlerine karşı mücadele içinde bulunmuşlardır. Allah’a imana yönelen insanlar “Mü’min”, inkar eden, O’na kulluğu reddeden kimseler de “Kâfir” kavramı ile ifade edilmiştir. Akâid ve değişik ilim dallarında bu genel ayırımın daha farklı sınıflamalara tâbi tutulduğunu görmek mümkündür. Ancak bu ayırımları bir tarafa bırakarak, “Mü’min” kavramının içerdiği en üst konumu teşkil eden “müttaki insan” terimi üzerinde âyetler doğrultusunda durmaya çalışacağız. Öncelikle şunu belirtelim ki, müttaki insan örnek kişiliğe sahip model mü’mindir. Daha açık bir ifadeyle ideal ahlak sahibi insan, olması gereken anlamda (kâmil) mü’min. "Müttaki mü’min" ya da dilimizde de kullanıldığı şekliyle "takva ehli" insanın nitelikleri, Kur’an-ı Kerim’de farklı sûrelerde değişik şekillerde dile getirilmiştir.(1) Örneğin, Bakara sûresinin ilk âyetlerinde muttakilerin ya da başka bir deyişle örnek mü’minlerin nitelikleri, “....Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar....”(2) şeklinde belirtilmiştir. Âyetlerde ehl-i takvanın bazı niteliklerinin farklılık arzetmesi, bu özelliklerin onların genelde yaşadıkları toplumun gereksinimleri ya da içinde bulundukları şartlara göre değişkenlik göstermesi ile ilintili olsa gerek. Başka bir ifadeyle takvayı belirleyecek kriterler veya özellikler, genelde içinde bulunduğumuz şartlara ve toplumun ihtiyaçlarına göre şekillenmektedir. Buna göre ilime, ibadete, ahlaka, insana saygıya, yardımlaşma ve dayanışmaya önem verilmeyen toplumlarda, insanlığın erdemi için kaçınılmaz olan bu özelliklere değer vermek ehl-i takva olmanın gereği olacaktır. Bu niteliklerin, birinin diğerine önceliği yok denecek derecede hepsi önemlidir. Takva ehli insanların varlığı, toplumlar için büyük bir kazanımdır. Onlar, örneğe muhtaç toplumların adeta can damarını teşkil ederler. Gerçek şu ki örnek davranışların da, çirkin davranışların da sergilenmesinde, bu davranışlarla sembolleşen modellerin etkisi göz ardı edilemez. Toplumu teşkil eden bireylerin, birbirlerinden etkilendiği bir gerçektir. Bu nedenle iyilerin, erdemli insanların çoğunlukta olduğu toplumlarda kötülükler en alt düzeye inecektir. Asrı saadeti asrı saadet yapan, insanların tâbi oldukları modelin güzelliği ve örnekliği ile değerlendirilemez mi? Takva ehli insanlar bu bağlamda toplumlar için birer denge unsurudurlar. Bu noktadan hareketle Yüce Allah Âl-i İmrân sûresinin 134 ve 135. âyetlerinde bizim "örnek mü’min" olarak nitelendirdiğimiz muttaki müminlerin özelliklerini şu şekilde dile getiriyor: 1) O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için infak ederler Allah’ın kendilerine lutfettiği nimetleri, olumlu ve olumsuz her türlü şart altında toplumda bu nimetlere muhtaç insanlarla paylaşabilmeleri, takvâ ehli mü’minlerin birinci özelliği olarak zikredilmektedir. İnsan topluluklarına bakıldığında, toplumda yaşayan her ferdin bir yönüyle diğer fertlere muhtaç olduğu görülür. Kimi insanın malına, kimi insanın bilgisine, kimi insanın aklına toplumun bireyleri muhtaçdır. Bu yönüyle toplum, bütün uzuvları ile bir bedene benzer. Uzuvlar nasıl birbir fonksiyonunu tamamlıyorsa, toplum da zengini, fakiri, alimi ve cahili ile birbirini tamamlamaktadır. Bu açıdan bakıldığında Allah, toplumu teşkil eden her ferde diğer fertlerin yararına sunulduğunda faydalanabileceği türden nimetler vermiştir. İnfakın (Allah için gerekli yerde sarfetmenin), İslâm’da ne derece önemli olduğuna birçok âyet ve hadis delalet etmektedir. Öyle ki Kur’an-ı Kerim’de en çok yer alan kelimelerden birisi de infak kavramı ve onun türevleridir.(3) Bu konuda birkaç âyet ve hadis nakletmekle yetineceğiz. Yüce Allah buyuruyor ki, “Ey İman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan hayra harcayın. Size verilse, gözünüzü yummadan alamayacağınız kötü malı, hayır diye vermeye kalkışmayın. Biliniz ki Allah zengindir, övgüye layıktır.”(4) “...Hayır olarak verdiğiniz ne varsa, karşılığı size tam olarak verilir ve asla haksızlığa uğratılmazsınız."(5), “Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık hayra sarfedenler var ya, onların mükafatları Allah katındadır. Onlara korku yoktur, üzüntü de çekmezler.”(6), “...Siz hayra ne harcarsanız, Allah onun yerine başkasını verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”(7), “Herhangi birinize ölüm gelip de: Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam! demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan harcayın.”(8) Resûlullah (s.a.s.) de Allah için muhtaç kimselere vermeyi önermiş ve kendisinden bu konuda mü’minleri teşvik edici mahiyette birçok hadis nakledilmiştir. “Yarım hurma (tasadduk) etmek suretiyle de olsa, cehennemden korunmaya çalışınız.”(9), “Sadece şu iki kişiye gıpta edilir. Bunlardan birincisi, Allah’ın kendisine verdiği malı Hak yolunda harcamayı başaran kimse, diğeri de, Allah’ın kendisine ilim ve hikmet ile yerli yerince hükmeden ve onu başkalarına öğreten kimse”(10), “Allah rızası için sarfettiğin şeyle muhakkak me’cûr olursun. Hatta âilenin ağzına koyduğun lokma yüzünden bile...”(11), “Her Allah’ın günü iki melek iner. Bunlardan biri: Allah’ım! Malını verene yenisini ver! diye duâ eder. Diğeri de: Allah’ım! Cimrilik edenin malını yok et! diye bedduâ eder.”(12), “Kesenin ağzını sıkma! Allah da senin rızkını daraltır.”(13) hadislerini örnek olarak zikredebiliriz. Bu ve benzeri pek çok hadisi ile Peygamber (s.a.s.), mü’minleri sahip oldukları mallardan Allah yolunda harcamaya teşvik etmiştir. O bu konuda sadece sözleriyle değil aynı zamanda her hususta olduğu gibi yaşam biçimiyle de mü’minlere örnek olmuştur. Öz olarak ifade etmek gerekirse, Allah’ın Peygamberi hiçbir zaman mal biriktirme sevdasıyla yaşamamış, ömrünü bu yolda harcamamıştır. O’nun hayatını bize aktaran eserlere baktığımızda, onun evinde bazen açlığını giderecek derecede herhangi bir yiyeceğin dahi bulunmadığı, açlık sebebiyle zaman zaman uyuyamadığını görürüz.(14) Hatta mü’minlerin annelerinin bu durumdan bazı kere şikayet ettikleri de nakledilmektedir. Hakkın ve halkın temsilcisi olmak, şüphesiz Haktan ve halktan birşeyleri paylaşmakla mümkün olabilirdi. O dileseydi, saraylarda yaşayabilirdi. İdaresinde bulunan kitle bunu seve seve yapmaya hazır ve muktedirdi. Ancak o, sade bir insan olarak yaşamayı tercih etti. Zira onun için düşünmek doğru değil ama, sırça köşklerde yetişip, halkın hayatından, nefesinden birşeyler teneffüs etmemiş insanlar, insanı anlamakta ya çok yoz düşünecek ya da idaresindeki kitleyi hiç anlamayacaktır. Onun huzuru bozulmadığı sürece idaresindekilerin huzuru hiç de önemli değildir. Ama Hakkı temsil eden gerçek insanın huzur ve mutluluğu, idaresindekilerin huzur ve mutluluğuna endekslidir. Kitlesel bazdaki huzur ve mutluluk, kişisel bazda mutluluk ve huzurun habercisidir. Hz. Peygamber (s.a.s.)’i, Hz. Ebû Bekir’i, Hz. Ömer’i, Hz. Osman’ı, Hz. Ali’yi ve daha nice tarihe örnekliği ile damgasını vuran şahsiyetleri, örnek yapan olgu ve anlayış bu noktada odaklanmaktaydı. İslâm dininde, belli bir yeterliliğe ya da ekonomik güce (nisap) ulaşan müslüman, sahip olduğu malvarlığından belirli bir kısmını toplumun muhtaç veya hayat standardı düşük kesimlerine aktarmakla yükümlü tutulur. Ömrünü adeta mal biriktirmeye adayan, kendinden başka hiçbir kimseyi düşünmeyen insanların, hayatlarını verimli ve Allah’ın istediği doğrultuda geçirdiklerini söyleyemeyiz. Zira insanları ölümsüzleştiren, eserleri ve işledikleri salih amellerdir. Karşılaştığı çeşitli açmaz ve imkansızlıklar sebebiyle hayata küsmüş insanların problemlerini bir şekilde çözerek tekrar hayata döndürmek, herhalde en güzel eser ve amellerden birisidir. İslâm, müntesiplerine Allah için vermeyi emreder veya önerirken, ihtiyacı olmadığı halde almayı da değişik vesilelerle yermiştir. Nitekim Resûlullah (s.a.s.), “Veren el, alan elden üstündür.”(15) ifadesiyle İslâm’da, alan değil veren, tüketen değil üreten insan olmanın hedeflendiğini vurgulamıştır. "Hiçbir kimse asla kendi kazancından daha hayırlı bir rızık yememiştir...”(16) ifadesiyle de kişinin emeğinin kutsallığı ve değeri dile getirilmiş ve insanın emeği ile elde ettiği maişetten daha güzel bir kazanıma ulaşamayacağı vurgulanmıştır. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi İslâm’da bir kimsenin dilenmesi hiç de hoş karşılanmamış, samimi mü’minlerin ihtiyaç içinde olsalar bile iffetlerinden dolayı istemekten uzak durmaları övgüye değer bir davranış olarak dile getirilmiştir.(17) Bu bağlamda Peygamber (s.a.s.), halktan istemeyeceğine dair kendisine söz veren kimsenin, cennete girmesini garanti edeceğini haber vermiştir.(18) Günümüzde çokca karşılaştığımız ve gerçekte muhtaç konumunda olmayan dilenciler için de, “Servet biriktirmek için halktan dilenen, gerçekte ateşten kor istiyor demektir. Artık ister az, ister çok dilensin”(19) buyurmuştur. Buraya kadar Allah için vermenin önemini vurgulamaya çalıştık. Ancak biz "infak" kavramının kapsamını biraz daha geniş tutmak suretiyle bu âyete farklı bir yorum getirmeye çalışacağız. Şunu belirtelim ki, yapacağımız yorum Yüce Kur’an’ın bu âyeti üzerinde sadece fikir yürütmek olacaktır. Varlıkta ve darlıkta Allah için infakta bulunmaları, örnek ya da ideal ahlaka sahip mü’minlerin birinci özelliği olarak zikredilmişti. Allah Teâla her insana şöyle ya da böyle bir nimet vermiştir. İman, ilim, mal, akıl, sevgi, huzur aklımıza gelen başlıca nimetlerdir. Âyetten, karşılaştığımız veya içinde bulunduğumuz bütün olumlu ve olumsuz şartlar altında bile verilen nimetlerin bir şekilde insanların faydası doğrultusunda kullanılmasının örnek mü’minin niteliği olduğunu anlamaktayız. O mü’min, Allah’ın kendisine verdiği ilim nimetini, maddi ve manevi bütün olumsuzluklara rağmen toplumu aydınlatmada kullanır. Onun infakı, ilmini ona muhtaç insanların faydası doğrultusunda kullanması olacaktır. O mü’min, aklını ona toplumda ihtiyaç duyan insanlara, her türlü şart altında kullanma özverisine sahiptir. Mü’minin sevgisini, şefkatini, içinde bulunduğu huzursuzlukları, bunalımları bir tarafa bırakarak toplumda sevgi ve şefkat mahrumu insanlarla paylaşması ne kadar da güzel olsa gerektir. Bu bağlamda Peygamber (s.a.s.)’in, "Güzel söz sadakadır”(20) ifadesi ne kadar da manidardır. Sadaka bugünkü anlaşıldığı gibi sadece mali ya da parasal yardımı içermez. Nice yüklü paraların, malın tamir edemeyeceği kırık kalpleri, dünyası kararmış insanları, bir sevgi ve şefkat sözcüğü hayata döndürebilmektedir. 2- Örnek mü’minlerin diğer bir özelliği de öfkelerine hakim olmalarıdır Toplumsal hayata baktığımızda, zaman zaman birçok insanın öfkesine hakim olamaması sonucu faturası ağır bedellerle karşılaştığını görürüz. Bir anlık öfkeyle nice hayatlar sönmekte, kanlar dökülmekte, yuvalar yıkılmakta, dostluklar bozulmakta, kalpler kırılmaktadır. Bu noktada âyet, kişinin öfkesine hakim olmasını örnek mü’min olmanın bir özelliği olarak dile getirmektedir. Peygamber (s.a.s.) efendimiz de, “Yiğit dediğin, güreşte rakibini yenen kimse değildir; asıl yiğit hiddet anında öfkesine hakim olan adamdır”(21) ifadesiyle, gerçek güçlü kimsenin, karşılaştığı problem ve beklenmedik davranışlara, sekinet ve sabırla göğüs geren kimse olduğunu vurguluyor. Resûlullah (s.a.s.), karşılaşılan güçlüklerde, sabredilmesi gerektiğini ifade ediyor(22) ve bu noktada gerçek sabrın ölçüsünü, “Sabır, (musibetin, felaketin) geldiği ilk andadır”(23) sözüyle dile getiriyor. Nitekim onun hayatına baktığımızda, karşılaştığı nice güçlüklere karşı sabır ve teenni ile göğüs gerdiğini görüyoruz.(24) İslâm dini, mensuplarına öfkeyi değil sekineti, teeniyi, sabrı tavsiye etmekte hatta emretmektedir.(25) Zira öfkeye sabırla tahammül çoğu defa güzel dostlukların başlangıcı ve başarıya ulaşmanın en güzel yolu olabilmektedir. 3) Örnek mü’minler, insanları affederler Yüce Yaratıcının, Kur’an’da en çok zikredilen sıfatlarından birisi de affedici oluşudur. Rahmani bir sıfat olan affetme, burada takvâ ehli mü’minlerin niteliği olarak zikredilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de, Hz. Peygamber’in şahsında bütün mü’minlere, “(Resûlüm!) Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir”(26) buyurulmaktadır. Peygamber (s.a.s.) de birçok hadisinde affın güzelliğini dile getirmiştir.(27) Dikkat çekici bir örnek olması açısından şu hadisi nakledeceğiz. “Bedevilerden birisi mescide bevletti. Halk onu azarlamaya kalkıştı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.), “Onu bırakın ve bevlettiği yere bir kova su dökün. Siz kolaylık gösterici olarak gönderildiniz, zorlaştırıcı olarak değil”(28) buyurdu. Bu hadis bize affın boyutu hakkında bir fikir vermektedir. Mü’minlerin kutsal mekanlarına karşı hiç de hoşlanmadıkları bir davranışın sergilenmesi ve Rahmet Peygamberinin davranışı. Âyette yer alan ve insanlar anlamına gelen “nâs” kelimesinin imanlı-imansız (mü’min-kâfir), şeklinde herhangi bir kayıtla kayıtlanmaksızın mutlak olarak gelmesi, affın kapsamı konusunda bize bir fikir vermektedir. Allah’ın Peygamberinin ifadesiyle, insanları yapmış oldukları hatalardan dolayı affetmek, kişinin ancak değerini artırır.(29) Yukarıdaki özellikler sayıldıktan sonra, “...Allah da güzel davrananları sever”(30) buyurulmaktadır. Aslında âyetin bu cümlesi ile dolaylı olarak takvâ ehli mü’minlerin bir özelliği daha dile getiriliyor. Bu da muttaki mü’minlerin, aynı zamanda ihsan sahibi kimseler oluşudur. Peygamber (s.a.s.) ihsanı, “...Allah’ı görüyormuşsun gibi ibadet etmendir, her ne kadar sen O’nu göremesen de O, seni görür.”(31) şeklinde tanımlıyor. Bu söz, gayet veciz bir şekilde, mü’minin yaptığı her türlü iyilikte, ibadette, maddi ve manevi yardımda taşıması gerekli duyguyu ifade ediyor. Onun amellerinde temel saik ya da gözetmesi gerekli ölçü, ihsan olmalıdır. İşlediği her ameli, adeta Allah’ın gözetimi altında yapıyor olma duygusunu taşıma ve bu duyguyu daima canlı tutma, takvâ ehli kişinin temel hareket noktasını teşkil etmelidir. Muttaki mü’minin, infakı, affı, öfkesine hakim oluşu, dahası maddi ve manevi her türlü iyiliği ihsan(32) kapsamında değerlendirilmektedir. Buna göre muttaki mü’minin, bu nitelikleri ya da sergilediği salih amelleri, ihsan duygusu ile ilintili olduğunda bir anlam ifade edecektir. Samimiyetten uzak, desinler için yapılan iyiliklerin, Allah katında bir değeri yoktur. Mükâfaatını Allah’tan bekleyen mü’min, yaptığı ibadet ve iyiliklerin odağında, O’nun rızasını aradığı takdirde böyle bir duygu ile hareket etmiş olur. 4) Örnek mü’minler bir kötülük yaptıklarında veya nefislerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayarak hemen günahlarından tevbe ederler ve günahlarda bile bile ısrar etmezler İnsan yaratılışı gereği hem iyilik, hem de kötülük yapmaya elverişli bir varlıktır. İnsanın hata yapması, günah işlemesi olağandır. Âyette yer alan, “fâhişe” kelimesi, çirkin, ahlaka ve dine aykırı her türlü günahı içeren bir sözcüktür. Bu yönüyle kişilerin işledikleri gerek kişisel bazda kalan, gerekse toplumun diğer fertlerini de kapsayan ve etkisi altına alan günah ve hataları, bu kelimenin kapsamına girmektedir. Nitekim çağımız müfessirlerinden merhum Elmalı’lı Hamdi Yazır da, “fâhişe” kelimesini, “âhere taallûku olan günah”(33) şeklinde açıklamaktadır. Yani işlenen günah, bir şekilde günahı işleyen kişiden başkalarını da etkisi altına almakta veya onların hakkını ilgilendirmekte. Örneğin, zina suçu ortaya çıkardığı zararlar açısından değerlendirildiğinde, etkisi sadece kişisel bazda kalan bir günah değil, toplumun diğer fertlerine de zararı dokunan çirkin bir fiil olduğu anlaşılır. Âyette yer alan “...onlar nefislerine zulmettiklerinde...” ifadesi, işlenen ve zararı kişisel bazda kalan günah ve hatalara işaret etmektedir.(34) Örneğin bir mü’minin üzerine farz olan namazları kılmaması hatadır, günahtır. Ancak namazların terkinde zarar, kişinin kendi nefsi ile ilgilidir. O, namazları terketmekle bir anlamda kendi nefsine zulmetmiş konumunda değerlendirilir. Her insan, nitelik ve niceliği değişse de günah işler ve hata eder. Ama erdem ve gerçekten iman sahibi mü’min, işlediği günah veya yaptığı hatadan pişmanlık duyarak hemen Yüce Rabbine sığınır ve O’ndan af dileyerek tevbe eder. O günah ve hatada, bile bile ısrar etmez. Tevbeleri kabul merciinin sadece Allah olduğunu bilir ve O’na yönelir. Allah Teâlâ, kendisine samimiyetle yönelen elleri, gönülleri asla boş geri çevirmez. Birçok âyet ve hadis mü’minleri tevbeye çağırır.(35) Örnek olarak bir âyet ve bir hadisle konumuzu bitirmeye çalışacağız. Yüce Allah, “Ey iman edenler! Allah’a samimiyetle tevbe edin.”(36) buyuruyor. Peygamberimiz (s.a.s.) de, “Ey insanlar! Allah’a tevbe edip ondan af dileyin. Zira ben günde yüz defa tevbe ederim”(37) buyuruyor. Şu dizeler tevbeye yönelen kulun durumunu ne kadar da güzel ifade etmektedir: "İlahi! Sana karşı isyan eden kulun, günahlarını ikrar etmiş olduğu halde senin huzuruna geldi, Eğer af edersen, Sen affa kadirsin, eğer kapından kovarsan, Senden başka kim merhamet eder.” Al-i İmrân sûresinin 134-135. âyetlerini temel alarak model mü’minin özelliklerinden bir kısmını arzetmeye çalıştık. Model ya da örnek mü’minin özellikleri bu kadar mı? şeklinde bir soru akla gelebilir. Âyette zikredilen bu özellikler dışında örnek mü’minin elbette başka özellikleri de vardır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, örnek mü’min olarak nitelendirdiğimiz muttaki mü’minin, başka özelliklerine de değinilmiştir. Gerçek şu ki, muttaki mü’minlerin, Allah’ın hükümlerine uymada gösterdikleri özen ve titizlik, bütün bu özelliklerin ortak noktasını teşkil etmektedir. Onlar, Allah’ın emir ve yasaklarına uymada ihmalkâr davranmaz, bu emir ve yasaklar arasında fark gözetmeksizin hepsine gönülden inanır ve tatbik etmeye çalışırlar.
Dipnotlar:
1- Örnek olarak, bkz. Bakara, 3-5; Zârîyat, 15-18.
2- Bakara, 3.
3- Bkz. Abdülbâki, M. Fuâd, el-Mu’cemu’l-Müfehres li Elfâzı’l-Kur’ani’l-Kerim, “N.F.K.” maddesi.
4- Bakara, 267.
5- Bakara, 272.
6- Bakara, 274.
7- Sebe, 39.
8- Münâfıkûn, 10.
9- Buhârî, Edeb, 34, Zekât,
10; Müslim, Zekât, 66-70; Tirmizi, Kıyamet, 1; Nesâi, Zekât, 63. 10- Buhâri, İlim, 15, Zekât, 5; Müslim, Musâfirîn, 268.
11- Buhâri, 41, Cenâiz, 363; Müslim, Vasiyyet, 5; Ebû Davud, Ferâiz, 3; Tirmizi, Vesâyâ, 1.
12- Buhâri, Zekât, 27; Müslim, Zekât, 57.
13- Buhâri, Zekât, 21; Müslim, Zekât, 88; Ebû Davud, Zekât, 46.
14, Bkz. Buhâri, Et’ıme, 23, Rikâk, 17, Müslim, Zühd, 22, 28; İbn Hanbel, Müsned, III, 213; Kahdehlevî, Hayâtü’s-Sahabe, II, 732 vd.
15- Buhâri, Vesâyâ, 9, Zekât, 18; Müslim, Zekât, 94; İbn Hanbel, Müsned, II, 4.
16- Buharî, Buyû, 15, Enbiya, 37.
17- Bakara, 273.
18- Ebû Davud, Zekât, 27; Tirmizi, Zühd, 61.
19- Müslim, Zekât, 105; İbn Mâce, Zekât,. 25.
20- Buhâri, Sulh,11, Cihâd, 72; Müslim, Zekât, 56; Ebû Davud, Tatavvu, 12.
21- Buhâri, Edeb, 76; Müslim, Birr, 107-108.
22- Buhâri, Zekât, 50, Rikâk, 20, Müslim, Zühd, 64; Ebû Davud, Zekât, 28.
23- Buhâri, Cenâiz, 32; Müslim, Cenâiz, 14,15.
24- Örnek olarak bkz. Riyazü’s-Salihin, II, 63, (646 no’lu hadis).
25- Âl-i İmran, 200; Bakara, 153-155; Zümer, 10; Şûrâ, 43.
26- Araf, 199.
27- Örnek olarak bkz. Buhârî, Bed’ül-Halk, 7; Müslim, Birr, 69, Cihad, 111; Tirmizi, Birr, 82.
28- Ebû Davud, Taharet, 136; Riyazü’s-Salihîn, II, 58 (639 no’lu hadis).
29- Müslim, Birr, 69; Tirmizi Birr, 82.
30- Âl-i İmrân, 134.
31- Buhâri, İlim, 31.
32- Bilgi için bkz. Karagöz, İsmail Kur’an’da Dört Kavram, s. 70.
33- Elmalı’lı M.Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, II, 1177.
34- Elmalı’lı II. 1177. 35- Tevbe ile ilgili âyetler için bkz. en-Nûr 31; Hûd, 3; et-Tahrîm, 8; Hadisler için bkz. Buhâri, Daavât, 3,4; Müslim, Zikir, 42-43, Tevbe, 1,7,8, 31; Tirmizi, Daavât, 98; İbn Mâce Edeb, 57. 36- Tahrîm, 8. 37- Müslim, Zikir, 42; Ebû Davud, Vitir, 26; İbn Mâce, Edeb, 57.
|