EY DİRİ AY! DİRİLT BİZİ! |
Zamanı kovalayanlar, zamanın kollarında mukadder akıbete hızla koşarken yeni bir Ramazan’ın, yeni rahmetlerle insanlığı kucakladığına tanıklık ediyoruz Kavurucu Ağustos sıcaklarından sonra rahmetin gölgesi üzerimizde şerha şerha şifa sunmaktadır |
05/09/2008 - 13:42 |
Zamanı kovalayanlar, zamanın kollarında mukadder akıbete hızla koşarken yeni bir Ramazan’ın, yeni rahmetlerle insanlığı kucakladığına tanıklık ediyoruz… Kavurucu Ağustos sıcaklarından sonra rahmetin gölgesi üzerimizde şerha şerha şifa sunmaktadır… Ramazan hilâli, yeni bir hâl ile hâllenmenin fırsatını doğurdu, bize… İzmihlâlin son bulması için yeni hâli ve yeni hilâli ulvî ve uhrevi bir yatırıma dönüştürmeliyiz… Çünkü; Ramazan dökülen kişiliklere restorasyon… Donuklaşan zihinlere reform… Köhneyen kimliklere revizyon… Dağılan dünyamıza rektefe demektir… Oruç; duran hafızaya derman, çöken iradeye güç kaynağıdır… Eksik taraflarımızı inşa anıdır… Yorduğumuz, yıprattığımız, yaraladığımız yanlarımıza tadilat, tamirat, tedavi zamanıdır… Günahlarla malul ömrümüzü imar bu sayede mümkündür… Sûre sûre ruhumuzu tarama, ayet ayet donanma, vahiyle dolma ve doyum saatleridir, idrak ettiğimiz günler… Yorgun ruhlarımızı Kur’an ayında vahye yaslanarak ayağa kaldırabiliriz… Düştüğümüz çukurlardan bizi tutup kaldıracak olan oruçtur… Kaybettiğimiz insanlık değerleri ile yeniden bizi buluşturup, insan kılacak olan ibadetlerimizdir… Bu günler imanın atağa kalktığı günlerdir… Hz. Muaz bin Cebel (ra)’nın ifadesiyle: “Gelin bir saat iman edelim.” Üstümüzdeki ataleti başka nasıl atabiliriz? Hz. Muaz şu ayetten mülhem yukarıdaki cümleyi kurmuş olsa gerek “Ey iman edenler! İman ediniz…” (Nisa- 136) Kuduran şehvet… Kabaran öfke… Sınır tanımayan hırs… Dinmeyen arzular… Bir an önce kendimizi Ramazan’ın korumasına ve Ramazan’da inen Kur’an’ın gölgesine atmalıyız… Girmiş olduğumuz çok yönlü bu amansız savaşta “oruç kalkanı”nı yanımıza almadan ne korunabilir, ne de koruyabiliriz… “Ey iman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de oruç farz kılındı. Ta ki korunasınız.” (Bakara- 183) Orucu öyle özümsemeli, Ramazan ile öyle özdeşleşmeliyiz ki benliğimizdeki kirleri, tortuları, atıkları Ramazan ateşi yaksın, Ramazan yağmuru silsin süpürsün… Çünkü ruhun pasını silecek olan bu yağmurdur… Hamd olsun ki, Ramazan yağmuru bir ab-ı hayat gibi yetişti çorak gönüllerimize… Ten çamurumuzda saklı olan cevheri ortaya çıkarmak için Ramazan’ın açlık ve susuzluk ateşinde yanmayı göze alıyoruz… Ta ki posalardan, paslardan arınarak safi insanlık neşet etsin… Aslında oruç bir yaşam tarzıdır… Kendini tutmaktır… Allah’ın “dur” dediği yerde durmaktır… Oruç imanın bedende çiçeklenmesidir… Oruç kirli, karışık ve karanlık gündemlerden sıyrılıp, gündemi sadece “Allah” olan günlere yoğunlaşmaktır… Çünkü Ramazan, Rahman’ın “özel”leştirdiği bir zaman dilimidir… Dış dünyayı iç dünyanın gerisine çekmek zorundayız. Ama öncelikle iç dünyamızı dağınıklıktan kurtarma ve toparlanma aciliyeti altındayız… Böylelikle dünyevileşmeye ara vermiş oluyoruz… Kapitalist sistemin üretim ve tüketim çarklarının hayatımıza yönelik kuşatmasını kırma azmini sergiliyoruz… Vahyin kurtarıcı mesajının insanlık semasında yankı bulduğu günlerden geçiyoruz… Nefsin disipline edilmesi, ruhun takviye edilmesi noktasında eşsiz bir atmosfer… Ramazan mektebinin müntesip ve müdavimleri olarak kirlenen ruhlara bir format atmanın tamda zamanıdır… Kişilik gelişimi, kimlik kazanımı, kalite ve hizmet atılımı için “tekamül dersleri”dir oruç günleri… Bu okulun ilk dersi; insan olma sanatıdır… İnsanların “insanlık” testinden geçtiği günler… On bir ay boyunca yıpranan bedeni bakıma alıyoruz… İştahlarımıza set çekip, yürek inşirahına yöneliyoruz… Bedeni gereksinimleri asgari seviyeye indirip, ruhun taleplerine öncelik vermek gerekiyor… Çünkü bedenlerimiz, habire enine-boyuna büyüyüp-gelişirken, yürekler küçülüyor, ruhlar daralıyor… İnsanlarımız tahammülsüzleşiyor… Fiziksel gelişimlerini tamamlayanlar, ruhsal özgül ağırlıklarını es geçiyorlar… Bu arada şu hususu atlamamak lazım… Sadece midelerimize oruç tutturmakla maksat hasıl olur mu? Hayır! Nice oruç tutanlar var ki, sadece açlıkları ve susuzlukları yanlarına kar kalır… Herkes kendi Ramazan’ını yaşar… Ve herkesin nasibi farklıdır… Kimileri için fuar, festival, panayır olan Ramazan, kimileri için ise feyz-ü necattır… Kimilerinin niyeti; diyet, ticaret ve ranttır… Kimilerinin nasibi cennettir… Evet, nasibi cennet olanların oruçları farklıdır… Kendileri de farklıdır… Çünkü onlar sadece yer sofrasından beslenmezler… Oruç ile uruc edip gök sofrasından beslenirler… Görelim, Rabbimiz bizi neye yönlendiriyor? “Gökte rızkınız ve size vaat olunan şeyler vardır.” (Zariyat- 22) Yeryüzü ağırlıklarından soyunup gökyüzü seferine yöneliyoruz… Biliyoruz ki; bu ay semanın kapıları sonuna kadar açılıp cehennem kapıları kapanıyor… Aşkın olana, deruni olana doğruluyoruz… Orucu oruç gibi tuttuğumuz taktirde; İsa’nın “Maide”sinin çokta uzağımızda olmadığını göreceğiz… Meryem’in “rızkı” bugün içinde geçerlidir… Musa’nın “men ve selva”sını belki hemen yanı başımızda bulacağız… Hacer’in “zemzem”i çölleşen yürekleri sulamaya devam ediyor… Muhammed’in “Kevser”ine ne kadar yaklaştığımızı fark edeceğiz… Evet, oruç tutmak, gökle temas kurmaktır… Ellerimizi her açtığımızda yağan rahmet sağanağını avuçluyoruz… Tabii ki rahmeti avuçlamak yetmez… Rahmetin parçası olmalıyız… O’nu kuşanmak ve onu taşımak durumundayız… Anlatmak istediğimiz o ki; sadece topraktan beslenmek yetmez… Gök merkezli rahmet ve bereketin üstümüzden eksik olmasını istemiyorsak oruca asılalım… Bu göksel şöleni kaçırmayalım… Tam bir ay “hızlandırılmış bir eğitim”le gökyüzü öğrenciliğimizi tamamlama yoluna gidelim… Bu mektebe öğrenci olmak, en büyük bahtiyarlık… Allah’ın kullarına sonsuz ikramı… Günümüz terminolojisi ile “ilahi bir kredi” de diyebiliriz… Bu çağrıya icabet edene “icazet” var… Kimbilir belki de bu cennete ruhsat demektir… O halde farzı yanımıza, nafileleri yedeğimize alarak bu zorlu seferi sürdürmeye, yani “Allah’a koşma”ya ne dersiniz? Ramazan imkandır, ihsandır, ikramdır… Elbette imanı olanlara… Hayatın hengamesi içinde Ramazan araya gitmesin… Hedefimiz on bir aya kefaret olacak bir kazanım olsun… Peki; nasıl bir Ramazan? Münzevi bir iklime bizi hapsedecek bir oruç değil… Orucun kıta kıta bizi taşıması lazım… Keşmir, Bağdat, Felluce, Grozni, Gazze… Dünyanın herhangi bir yerinde görülen Ramazan hilali nasıl bağlayıcı ise, orucun evrensel mesajı da o kadar bağlayıcıdır… Oruç kıtalar ötesi yürekleri buluşturur… Kutuplaşan dünyanın gönül köprüsü oruç tutan müminlerdir… Evet, obeziteden yığılıp kalanlarla, açlık sınırında sızlananları buluşturacak, barıştıracak Ramazan’dan başka bir alternatif bilmiyorum… Vermek bir iç huzuru, yürek yumuşamasıdır… “Veren el alan elden üstündür” buyurmuyor muydu alemlerin efendisi (sav)? Gizli bir el olup yoksulları, mazlumları kollamak ne güzel… En çaresizlerin bile her an kendilerine ulaşacak bir “görünmez el”in umudu ile hayata tutunmalarını az mı sanıyorsunuz? Tüm umutlarını Ramazan fitresine, kumanyasına bağlamış naçarların beklentisini boşa çıkarmayı göze alabilir miyiz? Ramazan bir ışıktır… Isıdır… Umuttur… Karanlık güçlerin savaşla, sömürü ile, işgal ile dünyalarını kararttığı mazlum halklar üzerine de Ramazan hilali doğacak mı dersiniz? İniltileri gök kubbede bir bir sönen kardeşlerimiz bize sesleniyor… Nerdesiniz? Ses verecek miyiz? Işık olacak mıyız? Yoksul yürekleri ısıtacak mıyız? Dostlar, Filistin de Ramazan bizim Ramazan’lara benzer mi acaba? Onlar hangi top sesi ile iftar ederler? İftar sofralarında paylarına ne düşer? Bilenimiz var mıdır? Füze mi? Bomba mı? Mermi mi? Kan mı? Gözyaşı mı? Çile mi? Mükellef sofraları yoktur onların! Azıkları, umuttur, sabırdır, direniştir… Çocukların bayramlıkları mı? Misket bombası… Kurşun yarası… Kendilerini hatırlayacak bir vicdana muhtaçlar… Bu vicdanın yakından uzağa dalga dalga yayılması lazım… 5 milyon işsiniz, 8 milyon 300 bin engellinin, 500 bin sokak çocuğunun bulunduğu bir ülkede yaşıyoruz… Orucumuz bu toplumsal sorunlarla bizi yüzleştirmeyecek mi? Ramazan ayında ilan edilen “genel af” kapsamına girmek istiyorsak mutlaka toplumun derdiyle dertlenmemiz lazım… “Bağışlanma fermanı”nın bize de çıkmasını istiyorsak bizimde bir bağışlayan olmamız gerekir, ektiğimiz kin ve nefret tohumlarını söküp atmamız icap eder… Görelim paylaşım ayı olan Ramazan bizi ne kadar kardeşleştirecek? Şimdi hayatımızdaki utançları kaldırıp atmanın tam zamanı… Oruçla birlikte bir rüzgar estirebilsek… Cesaret, sehavet, muhabbet, sebat, uhuvvet, vahdet aşılayacak bir meltemi yakalasak… Rehavet, gaflet ve zilleti kıracak bir nefhamız olsa… Psikolojik yılgınlığı, yorgunluğu yenecek bir özgüven ve azmi kuşanabilsek… Özgürlüğü solusak… İnandığımız gibi yaşayabilsek… O gün bayram ederdik… Bayram tevbelerimizin kabul olunduğu gündür… Küfürden teberri ettiğimiz gündür… Mazlumların yüzünü güldürdüğümüz gündür… Bayram nice bir iştir, derseniz… Derim ki: Sırattan geçme işidir… Kitabı sağından alma işidir… Bayramlıklardan önce takva elbisesini giyme işidir… Rabbimizin; “Girin kullarımın arasına. Girin cennetime” dediği andır… Bu muştuya mazhar olmak için… En diri ay! Ey diri ay! Tut bizi Tut ki, bu savruluş son bulsun! Tut, kaldır bizi… Tut, elimizden… Diriliğinden bize de sun! Diriliğin dirilişimiz olsun! |