İnsanın içini kemiren kazanma tutkusu ve kaybetme korkusu sanki tüm zamanların en zor sınavı… İnsan ihtiyaçlar ile ihtiraslar arasında sıkışıp kalmış… İşte insanın dengesini bozan itidal ve istikamet imtihanını zora sokan bu alandır… Toplum kontrolden çıkıyor…
Haz, hız ve hırs sarmalında insan sefil ve savunmasız… İnsanın saf yaşamını hedef alan kapitalizm, insanı doğal mecrasından koparıp tüketimin nesnesi kıldı… Tükettikçe tüketen bir topluma dönüşüyoruz… Ruhsal açlığımızı daha çok harcayarak doyurma çabasındayız… İnsanın eşya ile kurduğu yoğun ilişki insanın özgünlüğüne ve özgürlüğüne zarar veriyor…
Modern dünyada kapitalizm bizi kendi halimize bırakmıyor… Kendine alternatif olabilecek her şeyi ambalajlayıp ticari ürüne dönüştürüyor… Bu pazara yatkın ruh halimizle bizler de ‘’dahası yok mu?’’ demeye başlıyoruz…
Halimize göre, inandığımız hakikate göre yaşamak değil, her hâl ve şartta lüks ve israfı normalleştirme yoluna gidiyoruz…
Aslında sömürüyü biz besliyoruz… Tüketim kültürünün gönüllü aboneleriyiz…
Hayatımızı kuşatan fazlalıklar, uykumuzu kaçırıyor, ruhumuzu karartıyor…
Teşrifat, mefruşat, şatafat şaşkınlığımızı ve şımarıklığımızı kamçılıyor… Artık ‘’bu kadar yeter’’ deme hakkına sahip değiliz… Çünkü ihtiyaçlarımızı biz belirlemiyoruz…
Maneviyat azlığını, ruhsal boşluğu maddiyatla örtmeye çalışıyoruz… İç alemimiz bittikçe imaj, prestij, itibar için dünyalıklara sığınıyoruz…
İnsanın iflas ve ifsadının israfla olduğunu unutuyoruz… Marka, moda, makam, mevki, mal ve mülkten medet umar hale geldik… Konformizm, kaide, kural, kriter, kutsal tanımıyor…
İnsan kendine bir sınır koymadığı için piyasanın kurbanı oluyor… Zamanla bu durumdan keyif alıyor… Özenti ve öykünmeci ruh halleri insanımızda ne örneklik ne de özgünlük bırakıyor…
Lüks ve israfa batmış kişilerden ‘’dava adamı’’ olmalarını bekleyebilir miyiz?
Öyle ki ‘’sade hayat’’ denildiğinde, ‘’heyhat’’ diyecek duruma geldik… Her halde ‘’sade hayat’’ Batı üzerinden gelirse ancak o zaman gündemimize girecek gibi…
Peki sorun nedir?
Tüm sorun hayatı sadece bu dünyadan ibaretmiş gibi görmekten kaynaklanıyor…
Neredeyse cenneti unuttuk, dünyamızı cennetleştirmek derdindeyiz… Artık cehennem bile etkilemiyor…
Dünya hayatının, ahiretin ekeneği olduğunu ıskaladık…
Helalden kazandığımızı bile hesapsız harcama hakkımızın olamayacağını hatırlamak istemiyoruz…
Safvet, samimiyet ve sadelik gidince saflarımız dağıldı, sefer bilincimiz köreldi, bu dünya ile kendimizi sınırladık…
Aslında sade yaşam bir inanç ve bilinç işidir… Yüce bir tercih meselesidir…
Özgünlüğe ve özgürlüğe açılan kapı sade hayattır… Gerçek güzellik sadeliktedir…
Hayatı hafifletmek ve aslolana dönmek durumundayız… Fıtrata, yani kendimize dönmeliyiz… Takva ve tevazuyu kuşanmalıyız… Doğallığımızı korursak, doğrularımız da yüreklerde makes bulur…
Yakîni olarak hesap gününe iman edenler, haddini de bilir, hesabını da bilir…
Allah Rasulü (sav) buyuruyor:
‘’ Haberiniz olsun! Sade yaşamak imandandır.’’ (Ebu Davud)
‘’Bir yolcu’’ bilinci ile felahı ve refahı önceleyeceğiz…
Zenginleşsek de Karunlaşmayacağız… Kanaat ekonomisini modelleyeceğiz…
Rahman’ın kullarına düşen görev budur…