KUR’AN’DA YOL (SEBÎL) ile YAPILAN TAMLAMALAR 1 |
Kur’an’da sebîl’in (yol’un) bazı kelimelerle kalıp ifade (terkip) yapıldığını ve ilâhi mesajın veya bazı hükümlerin bu yolla da iletildiğini görüyoruz. Mesela; |
01/02/2019 - 14:36 |
1-Yol oğlu (ibnü’s-sebîl)
Kur’an’da sekiz yerde geçen ‘ibnü’s sebîl-yol oğlu’ sözlükte; oturduğu yerden uzak olan yolcu demektir. Burada onun yola nisbet edilmesinin sebebi, yolcunun yolla uğraşması, yolla, yolun zorluklarıyla mücadele etmesidir. (Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 327)
«İbnü’s-sebîl-yol oğlu»; yolda kalmış misafirdir. Böyleleri evine dönmeye bir imkan bulamayan ve kendislerine zekât düşen kimselerdir. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 7/116)
Yolcunun yola (oğlu tamlaması ile) nisbet edilmesinin sebebi, onun yolda misafir oluşu, yoldan geçişi yönüyledir.
«İbnü’s-sebîl», memleketinden ya ilim öğrenmek, ya Allah yolunda çalışmak (cihad), ya da geçimlik için yola çıkmıştır, yani ibadet olan bir gaye ile 'yol'da bulunandır.
« İbnü's-sebîl (lafzen, “yolun oğlu”) ifadesi, evinden uzakta olan herhangi bir kimseyi ve özellikle, bu durumdan dolayı geçim için yeterli imkana sahip bulunmayan kişiyi gösterir. Daha geniş anlamda ise, herhangi bir sebepten dolayı geçici veya sürekli olarak evine dönemeyen kimseleri, mesela politik sürgün veya mültecileri ifade eder.
Türkçe mealler bu kalıp ifadeyi; yolcu, misafir, yolda kalan/kalmış, yurdundan yuvasından ayrı düşmüş garip, yolda kalan garip şeklinde aktarmışlar.
Kur’an bunu özellikle infak, zekât, iyilik etmek ve hayır işlemek, düşmandan alınan ganimetlerle ile ilgili âyetlerde kullanıyor.
Mesela; Kur’an ideal iyiliğin (el-birr’in) çerçevesini çizerken ibnü’s-sebîl’i imandan sonra yetimlere, fakirlere, isteyenlere infak etmek, zekât vermek ve namazı ikame etmekle birlikte kullanıyor. Âyetin sonuna bakacak olursak ibnü’s-sebîl’e yardım edenler sâdık (imanında samimi) ve takva sahibidirler.
«İyilik (el-birr) yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl (ideal) iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. (Allah'ın rızasını gözeterek) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolcuya (ibnü’s-sebîl’e), dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Müttakîler ancak onlardır!»(Bekara 2/177)
Buradaki yolcu şüphesiz her yolcu, her misafir değil, yolda herhangi bir sebepten dolayı muhtaç durumuna düşen, bundan dolayı başkasının desteğine ihtiyaç duyan yolcudur. Yani yolda kalmış ihtiyaç sahibi kimsedir.
İbnü’s-sebîl kendilerine zekât düşen sekiz kişiden biridir.
“Sadakalar (zekâtlar) Allah'tan bir farz olarak ancak, yoksullara, düşkünlere, (zekat toplayan) memurlara, gönülleri (İslam'a) ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda çalışıp cihad edenlere, yolcuya (ibnü’s-sebîl’e) mahsustur. Allah pek iyi bilendir, hikmet sahibidir.”(Tevbe 9/60)
İbnü’s-sebîl-yol oğlu; ilk dönem tefsircilerinden Mücahid’e göre; ailesinden ayrı kalan ve yolda zorlukla karşılaşan kimsedir. Devamlı yolda olduğu için ona «yol oğlu» denmiştir. (Beğavî, H. b. Mes’ud. Tefsir, 1/143)
Mukatil b. Süleyman’a göre fiilen cihad yolunda olan demektir ki böyleleri kendi imkanları ile gaza etmenin getirdiği yükü taşımaya güç yetiremezler. (Mukatil b. Süleyman. Tefsir, 2/54)
Ferra’ya göre yolda ihtiyaçlarını karşılma açısından zor durumda kalan veya zayıf düşendir. (el-Ferra, Yahya b. Ziyad. Meâni’l-Kur’an, 1/444)
Taberî’nin naklettiğine göre; Katade yolda olması sebebiyle zayıf düşen kimse, Ebu Ca’fer; bir beldeden diğerine giden misafir kimsedir demişler.Misafir (yolcu) sürekli yolda olduğu için «yol oğlu» denmiş. Tıpkı su kuşlarına su onlar için vazgeçilmez olduğu için «ibnü’l-mâ-su oğlu» denildiği gibi. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 2/102)
Zemahşerî’ye göre; ibnü’s-sebil, yolcu; beldesinden veya yakınlarından ayrı düşmüş, muhtaç misafir demektir. «Yolun oğlu» tabiri sürekli yolculuk yapan hakkında kullanılır. Nitekim Araplar yol kesen hırsız için « ibnü’t-tarik » derler. (Zemahşerî, Ö. b. Muhammed. el-Keşşâf, 1/217)
İbnü’l-A’rabî’ye göre; evinden ocağından, malından uzakta kalan, yolculukta imkanları azalan, muhtaç duruma düşen kimsedir. Böylelerine zekat düşer. (İbnü’l-A’rabî, M. b. Abdullah. Ahkâmu’l-Kur’an, 2/534)
Kurtubî’ye göre;yolculuğu süresince mukim bulunduğu (yerleştiği) yerden, malından ve işinden uzak kalıp, onlara ulaşamayacak durumda olan kimsedir. Böyle bir kimse kendi beldesinde zengin olsa bile muhtaç sayılır. (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/1458)
el-Hâzin’e göre; ehlinden uzakta kalan kimsedir. Yolda kaldığı sürece ona ibnü’s-sebîl denmiş. Bu tabir misafirliğin her çeşidini kapsar. (el-Hâzin, M. b. İbrahim. Tefsir, 1/106)
*Müslümanlar Allah yolunda hayr olarak anne-babaya,akrabaya, yetimlere, fakirlere ve yolda kalmışlara (ibnü’s-sebîl’e) harcama yaparlar.(Bekara 2/215)
Anne-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, arkadaşa, yolcuya (ibnü’s-sebîl’e) iyilik etmek, tıpkı yalnızca Allah’a ibadet etmek gibi Allah’ın emridir.(Nisâ 4/36. Ayrıca bkz: Haşr 59/7
Yinemuşru savaşlarda ganimet olarak alınanların bir şeyin beşte biri mutlaka Allah’a, Peygamber’e, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara (ibnü’s-sebîl’e) aittir. (Enfal 8/41) Bu demektir ki ganimetlerin beşte dördü savaşa katılanlar arasında paylaşılsa da, öncelikle kamu yararı gözetilebilir, toplumun ihtiyaçlarına ve refahına harcanabilir.
Allah (cc) hz. Peygamber’in şahsında bütün müslümanlara; akrabaya, yoksula ve yolda kalmış yolcuya (ibnü’s-sebîl’e) haklarını vermelerini, fakat saçıp savurmamalarını emrediyor. (İsrâ 17/26. Ayrıca bkz: Rûm 30/37-38)
Âlimlerin söz birliğine göre yolculuk (misafirlik) sebebiyle ülkesinden ayrılmış, evinde malı olsa da bundan istifade edemeyen ve gurbette fakir düşen kimseye «ibn-i sebil» denir. Bu geçici fakirlik sebebiyle böylelerine zekât verilir. Ona zekât verilince ülkesine kolaylıkla dönebilme imkanı elde etmiş olur. (Buradan hareketle İslâmın seyahat etmeyi-turizmi teşvik ettiği söylenebilir.)
Yine fıkıh âlimlerine göre yolculara zekât düşebilmesi için, yolculuğun meşru bir amaca yönelik olması, en azından günah işlemeye yönelik olmaması şarttır. Bu gibi yolculara zekât verilmesi aynı zamanda Kur’an’ın «iyilik ve takva konusunda yardımlaşma» (Mâide 5/2) prensibine uygundur. Üstelik kişi seyahat ederek, gezerek, yolculuk yaparak Allah’ın tabiattaki âyetlerini (alâmetlerini, belgelerini), ya da geçmiş kavimlerin akibetlerini görüp ibret alma imkanı olur.
«İbn-i sebîl-yol oğlu »nun geçtiği bütün âyetler infak, yardım etme, ganimetten pay verme, zekâtın muhatapları hakkındadır. Bunda da ana fikir yolda muhtaç durumu düşmüş yolculara bir şekilde yardım etmektir. Elbette böylelerine yardım, infak, destek olma; günün şartlarına, yolculuğun şekli ve yolcunun ihtiyacına göre değişir. Günümüzde yolculuklar, ihtiyaçları temin etmek, kişinin evinden/beldesinden uzakta olmasına rağmen ödeme imkanları kolaylaşsa da yolcular bir şekilde ihtiyaç sahibi olabilir.
Özellikle farklı sebeplerden evini, barkını, beldesini, işini terkedip hicret etmek, iltica etmek zorunda kalanlar da bu katagoriye girer.
2-Yolcu (âbir-i sebîl)
«Âbir » ve «sebîl» kelimelerinden meydana gelen bu terkip yolcu demektir. «Âbir»in aslı, «abera» fiili bir halden diğerine geçmek anlamındadır. Buradan hareketle «âbir-i sebîl», yoldan geçen, yolcu manası verilmiştir. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 480)
Aynı fiil kökünden «abertü’t-tarîk-yolu aştım, geçtim tabiri, yolu bir tarafından öbür tarafına katettim» demektir. Nehir hakkında da kullanılır, mastarı «u'bur» gelir. "Ibr'u'n-nehr", nehrin kıyısı, «mı'ber» ise, üzerinden yolun aşıldığı gemi veya köprü demektir.
«Âbirü's-sebîl» yoldan gelip geçen demektir. «Nâketü ubru esfâr» ise, üzerinde devamlı yolculuk yapılan ve hızlıca yürüdüğü için sırtında, öğlenin sıcağında dahi geniş arazilerin, mesafelerin kat edildiği deve hakkında kullanılır. (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/)
«Abera» fiili, rüyayı tabir etmek, açıklamak, rüya ile ilgili en uygun te’vili (yorumu) haber vermek, nehirden karşıya geçmek, yoldan geçmek anlamındadır. Nitekim Kur’an’da rüya yorumlamak anlamında geçiyor:«(Kral)… Ey ileri gelenler! Eğer rüya yorumluyorsanız (ta’bürûn), rüyamı bana yorumlayın” dedi.» (Yûsuf 12/43)
Bu kökten gelen «i’tibar»; bir şeyi bir şeyle kıyas etmek, ibret almak, ders çıkarmak, Kur’an’da;«…Ey basiret sahipleri, ibret alın.» (Haşr 59/2) şeklinde geçiyor,
«mu‘teber»; başka bir şeyle delillendirilen, kıyas yapılan şey,
«ibret» ise geçmişten ders çıkarmakbir şeyin başka bir şeyle kanıtlanan, geçmişten çıkarılan ders demektir. Kur’an’da altı ayette geçiyor. Mesela;
«Allah, geceyi ve gündüzü döndürüp duruyor. Şüphesiz bunda basiret sahibi olanlar için bir ibret vardır.»(Nûr 24/44. Ayrıca bkz: Âli İmran 3/13. Yûsuf 12/111. Nahl 16/66. Mü’minûn 23/21. Naziât 79/26)
Bunun özne (fail) ismi «âbir»; yazılı bir metne bakıp rüyaları bir kısmını diğerine kıyas ederek tabir eden, geçip giden, «sebîl» ile birlikte yolu geçen kimse (yolcu) demektir. (İbni Manzur, m. b. Mükrim. Lisânul-A’rab, 10/13-14)
Kur’an’da bir âyette geçmektedir.
«Ey iman edenler! Sarhoş halde iken, dahası, ayılıp aklınız başınıza gelinceye/söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın. Cünüp iken de –yolculukta (âbir-i sebîl)olma ve yıkanma imkanı bulamama durumunuz hariç- yıkanmadıkça (gusül almadıkça) namaz kılmayın...»(Nisâ 4/43)
Sahabede’den Ali b. Ebi Talib’e, İbni Abbas’a, ilk dönem tefsircilerinden Katade’ye, Mücahid’e, Said b. Cübeyr’e ve daha bir çok âlime göre «abir-i sebîl» yolcudur (seferde olandır). (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 4/99-100. Kurtubî, el-Câmiuli-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/887)
«Burada misafir gerçek anlamıyla «âbir-i sebîl» olarak geliyor. Zaten bütün dünya hayatı sebîl değil mi? Bir kaynakta; «dünya hayatı bir köprüdür, ondan geçip gidiniz (i’birû), onu tamir etmekle uğraşmayınız» denildi. (İbnu’l-A’rabî, Ebu Bekr M. b. Abdullah. Ahkâmu’l-Kur’an 1/556)
Âbir-i sebîl’i yolcunun seyahat sebebiyle yoldan hep gidip gelmesidir. Zaten gidiş gelişler hep yollardan sağlanır. Buradaki “salat” kelimesini mescit olarak tefsir edenlere göre mana şöyle olur: “İçinden geçip gitmeniz hali dışında cünüp olarak mescitlere girmeyin. Bu da eğer su alınabilecek yol mescidin içinden geçiyorsa veya su orada ise, yahut mescidin içinde ihtilam olmuş ise böyledir. Bu gibi durumlarda caiz olur. (Zemahşerî, Ö. B. Muhammed. el-Keşşaf, 1/503-504)
Bazılarına göre bir sonraki cümlede yolcuları anlatmak üzere «alâ sefer-yolculukta» kullanıldığına göre «âbir-i sebîl» farklı anlaşılmalı. Onlar bu tabiri, yolu mescittten geçenler, mescidte oturmadan bir tarafından girip diğer taraftan çıkarak yoluna devam edenler şeklinde açıklamışlar. Vahyin Medine döneminde yapılan ilk mescidin içinden böyle geçiliyordu. Âyet cünüp olanların oturmaksızın, namaz kılmaksızın mescitten geçmelerine izin veriyor. (Heyet, Kur’an Yolu DİB, 2/54)
İmam Şafii buradaki «salat» kelimesini hem namaz, hem de namaz kılınan yer olarak anladı. Âyete göre ihtiyaç sahipleri cünüp olsalar da mescitten geçebilirler.
Abduha’a göre bu âyette ve başka âyetlerde geçen sefer kelimesi, yol almak manasında değil; misafir, âbir-i sebîl de bazılarının dediği gibi mescitten geçen anlamındadır. İster mekan, ister hakikat ve mecaz olarak kasdedilsin, âyet namazla ilgilidir.
Peygamber mescidinden bazı sahabelerin evlerine açılan kapı ve pencereler vardı. Oralardan evlerine giriyorlardı. Bazıları da mescittte kalıyorlardı. Bu âyet nazil olunca bundan tedirgin oldular. Zira cünüp kimsenin mescitte kalması zaruri olarak namaza yaklaşma sayılıyordu. Eğer «âbir-i sebil-yoldan geçen» istisna edilmemiş olsaydı, evleri mescide bitişik olanlar için zorluk olacaktı. Zira cünüp oldukları takdirde, yıkanmadan evlerinden çıkmamaları gerekecekti.
Âyet «yıkanıncaya kadar…» yani mescitten geçmenize izin verilmesi hariç, gerek eda etmek, gerekse mahallinde (mescitte) oturmak şeklinde olsun, yıkanmadıkça namaza yaklaşmayın» diyor.
İlim adamları âyetin «yolcu olmanız müstesna» kısmının anlamı üzerinde farklı görüşleri var. Cünüp olanın yıkanmadıkça namaz kılması caiz değildir. Yolcu ise yıkanma imkanı buluncaya kadar teyemmüm yapar. Bazılarına göre cünup olan bir kimse, çaresiz kalmadıkça mescidden geçmez. Çaresiz kalırsa teyemmüm eder. Bazıları ise böylelerinin mescitten geçmelerinde, ya da abdest alarak mescitte oturmalarında bir sakınca yoktur.
Bu ayetin nüzul sebebi olarak şöyle anlatılır: Ensardan bazılarının kapıları mesci-i Nebeyie açılırdı. Cünüp oldukları zaman da mescitten geçmek zorunda kalırlardı. Bunu dsetekleyen şöyle bir rivayet var: Decâce'nin kızı Cesre dedi ki: Aişe (r.anha)'yı şöyle derken dinledim: Rasûlüllah (sav), kapıları mescide açılan sahabelere; "Bu evlerin yolunu mescidden başka tarafa çeviriniz" diye buyurdu. Bu isteğini iki defa tekrar etti. Arkasından da; «… Çünkü ben mescidi, ay hali olan bir kadına da, cünub bir kimseye de helâl kılmıyorum.” (Ebû Dâvûd, Tahâre/92)
Müslim'de şöyle denilmektedir: "Mescidde Ebu Bekir'in kapısından başka, oraya açık hiç bir kapı bırakılmasın.» (Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr/45. Müslim, Fedailu's-Sahabe/2. Tirmizi, Menakıb/15; Aynı manada ve yakın lafızlarla; Buhâri, Salat/80. Ahmed b. Hanbel 1, 270)
Benzer bir rivâyet de hz. Ali hakkında var.
İbn Abbas Rasûllüllah’ın (sav) şöyle dediğini anlattı: «Bütün kapıları -Alî'nin kapısı müstesna- kapatınız.» (Tirmizî, Menâkıb/20, «bu garip bir hadistir" kaydıyla. Müsned, 1/175, 11, 26, 4/369)
Buna göre Peygamber hz. Ebu Bekr’in, -bir rivâyet göre de hz. Ali’nin- kapısı dışında diğer kapıların mescide açılmasını yasakladı. Zira bu, mescidin yol edinilmesini beraberinde getiriyordu. (Kurtubî, el-Câmiuli-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/887-888)
Âyet bu özel durumdan hareketle bütün müslümanlara genel bir prensip getiriyor diyebiliriz: Cünüp iken namaz kılınmaz. Su bulununcaya, ya da suyu kullanma imkanı oluncaya kadar teyemmüm ile namaz kılınabilir. Kişinin mecbur kalması kalması halinde (âbir-i sebîl ise), cünüp iken mescitten geçebilir.
3-Sebilü’r-rüşd/reşâd (aklı başında olanların yolu/en isabetli yol): Yukarıda ayrı bir başlıkta anlatıldı
4--Sübülü’s-selâm (selâmet yolları) (Ayrı bir makale olarak yazıldı bkz : Vuslat 2017
İnsanları ‘rüşd’ yoluna götürecek olan yollar çoğul olarak gelir ve bu ‘sübülü’s selâm-selâm yolları’ şeklinde ifade edilir.
İslam kısaca es-Sebîl-biricik, özel, belirli Yoldur. Bu da Allah’ın insanları davet ettiği, dosdoğru hidâyet yoludur. Yol ama sıradan bir yol, insanların üzerinde yürüdükleri, araçlarını sürdükleri, yaya, araba, bisiklet, hava yolu ve benzeri yol değil. Bu yol o kadar belirgindir ki, başka bir şey demeye lüzum yoktur. (bkz: Nisâ 4/44. Furkan 25/17-19. Ahzâb 33/4 v.d.)
‘Sübülü’s-selâm’, kurtuluş, emniyet ve Allah’a teslimiyet yoludur. Kim o yola girerse, kurtulur, güvene kavuşur. Şirkin, küfrün, nifakın, sapıklığın, kötü davranışların, yanlış fikirlerin, bâtıl düşüncelerin, zararlarından selâmette olur.
“Selâmet yolları (sübülü’s-selâm)” kavramıbir âyette geçiyor ve özellikle kendi serbest iradeleriyle doğru yolu bulmak isteyenlere “Allah’ın gösterdiği selâmet (kurtuluş) yolları” manasında kullanılıyor.
Kitap ehlinden bahsedilen bir pasajda Allah (cc) şöyle buyuruyor :
«Ey Ehl-i kitâb! Tevrat'tan gizlediklerinizin çoğunu size beyan eden, bir çoğunu da yüzünüze vurmayarak affeden Rasûlümüz size gelmiş bulunuyor. İşte size Allah tarafından bir nûr ve hakikatleri açıklayan bir Kitap geldi.
Allah onunla, rızasını izleyenleri selâmet yollarına (sübülü’s-selâm’a) iletir, onları izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve onları dosdoğru yola (Sırat-ı müstakim’e) iletir.”(Mâide 15-16)
Kim Muhammed’in getirip tebliğ ettiği Din’e, yani İslâma, onun Kitabı Kur’an’a tabi olursa; Allah (cc) onu Cennet yoluna hidâyet eder (sevkeder). (Mukâtil b. Süleyman, Tefsir, 1/189)
Kim Allah’ın razı olacağı Dine (Mâide 5/3), yani O’nun övdüğü İslâm’a tabi olursa, ona sırat-ı müstekim’i (dosdoğru yolu) gösterir. Abdullah b. Abbas’a göre Din’den maksat elbette İslâmdır. Onun yolları ise kulları için şeriat kıldığı ve hz. Muhammed’le onlara gönderdiği, uymalarını emrettiği İslâm dinidir.
«Sübülü’s-selâm»ın, İslâmın yolları, ya da «dâru’s-selâm», yani Cennet olduğu da söylemiştir. (el-Hâzin, M. b. İbrahim. Tefsir, 2/24-25)
Buradaki selâm kelimesi ; “esenlik, kurtuluş; maddî ve mânevî her türlü zarardan, kötülüklerden ve korkudan uzak kalma; dünyevî musibetlerden ve âhiret azabından kurtulma” mânalarını topluca ifade eden bir kelimedir.(Heyet, Kur’an Yolu DİB, 2/190)
Türkçe mealler bu kalıp kalıp kavramı ;«esenlik yollarına», «kurtuluş yollarına», «selâmet yollarına», «ebedi kurtluş yollarına» şeklinde çevirdiler.
Bazıları bunu her türlü kusurdan uzak, insanı güvenliğe kavuşturacak esenlik yurdu «cennet yoluna» (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/1045. el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s : 327), bazıları « necat (kurtuluş) yolları ve en sağlam metodlar (gidiş yolları) (İbni Kesir, Muhtasar Tefsir, 1/499)olarak tefsir ettiler.
Selâmet yolları Allah’ın insanlar için şeriat (din) kıldığı, kendisine davet ettiği, onu insanlara tebliğ etsinler diye elçiler görevlendiği şeydir. O da kendisinden başka bir şeyi din olarak kabul etmediği İslâm’dır. (bkz: Ali İmran 3/85) Hırıstiyanlık, yahudilik veya mecûsilik değildir.(Taberî, İbni Cerir, Câmiu’l-Beyan, 4/503. el-Hâzin, M. b. İbrahim. Tefsir, 2/25. Mukâtil b. Süleyman, Tefsir, 1/289)
Yani Allah’ın razı olduğu şeyleri izleyenleri selâmet yollarına, her türlü âfetten uzak, korkulacak her şeyden güvenliğe kavuşturucu olan selâmet yurdu olan Cennet’e götüren esenlik yollarına iletir.(Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/1045)
Böylece Allah (cc) bu yola tabi olana cennetin yollarını kolaylaştırır.
“Buradaki “kurtuluş” olarak çevrilen selâm kelimesi iç huzurunu, kararlılığı ve hem fiziksel hem de ruhsal nitelikteki her türlü kötülükten emin olmayı gösterir.»
Kur’an’a iman edip Allah’ın rızasını arayanları Allah (cc) doğru yola ve kurtuluşa erdirir. Bir başka deyişle onları inkârın karanlıklarından imanın aydınlığına, ‘sırat-ı müstakim’ denilen doğru yola, peygamberlerin, sıddîkların (doğruların), şehitlerin ve sâlihlerin yoluna erdirir. (Heyet, Kur’an Yolu DİB, 2/190)
İnsanlardan kim kendi tercihiyle Allah’ın gönderdiği Nûra (hidâyete) iman edip, Allah’ın razı olacağı şeyleri yaparsa; Allah da onu kendisini dünyada ve âhirette bedbaht edecek ve zararlı şeylerden kurtararak selâmet yolarına iletir, yani ona hidâyet eder. Kişi uyduğu bu din ile kendisini dünya ve âhirette bedbaht edici şeylerden kurtaracak yollara kavuşur.
Buna göre gerçek kurtuluş, barış ve iç huzuru veya gerçekten zarardan kurtulma, istenmeyen şeylerden uzak olma Allah’ın rehberliği (hidâyeti) ile olabilir. Kim Allah’ın rızasını gözeterek O’ndan gelen hidâyeti kendi iradesiyle tercih ederse, o kişi doğru yola, kurtuluş ve selâmet yollarına iletilir.
Bir başka deyişle kurtuluş yolunu, gerçek saadeti bulmak ancak Allah’ın gönderdiği hidâyetle mümkün olabilmektedir.
Dünyada inanç, ibadet, hayat anlayışı yani din olarak pek çok yollar vardır. Herkes inandığı dinin hak, gittiği yolun kurtuluş (selâmet) ve saadet olduğuna inanır. Doğru bildiği şeyler üzere yaşarsa mutlu olacağını zanneder. Kur’an bu yanlış zannı reddediyor.
Allah (cc), rızasına uyanları Kur’an ve Hz. Muhammed’le ‘selâm yollarına’, yani her türlü üzücü şeylerden uzak, korkulacak şeylerden güvenliğe kavuşturucu olan Cennet’e götürecek esenlik ve kurtuluş yoluna ulaştırır. O (cc) insanları kendi izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır.(Bekara 2/157. Mâide 5/16)
Ancak bu demek değildir ki Allah (cc) dilediğini selâmet yollarına, dilediğini felaket ve bedbahtlık yollarına, dalâlete (sapıklığa) sevkeder. Burada insanın özgür iradesi devreye giriyor. Kişi bu sonucu kendisi seçer. Allah (cc) da ona seçtiği yolu kolaylaştırır.
Konumuz olan âyet bir şeyin altını çiziyor: “Allah onunla (Kitap’la), rızasını izleyenleri selâmet yollarına (sübülü’s-selâm’a) iletir… »
Yani ancak böyle yapanlar dünyada ve âhirette selâmete kavuşurlar. Selâm kavramın çağrıştırdığı, sonuçlara, esenliklere, müjdelere, güzelliklere, güvene, itminana, mutluluğa ulaşırlar. İslâm dışı hayat anlayışının sebep olduğu korku, kaos, zarar, bedbahtlık, nankörlük, tereddüt, bunalım, huzursuzluk, güvensizlik, hiçlik düşüncesi, amaçsızlık, isyan, zulüm gibi kötülüklerden ve cehennem odunu olmaktan uzak (sâlim) olur.
Âyette geçen ‘selâm’ı Türkçe’de ‘kurtuluş’ kelimesi yeterince açıklayamıyor. Selâm (selâmet) Allah’ın es-Selâm isminin insanın hayrına bir tecellisi, bir yansımasıdır. Öyle ki es-Selâm olan Allah, aynı kökten gelen İslâm ile insanları selâm yollarına iletiyor. Bununla dünyada ‘es-Silm’e-barışa ve mutluluğa’ (Bekara 2/208. Nisâ 4/90, 91), âhirette ise Mahşer Günü hesabın şiddetin ve zorluğundan selâmete ve nihayet ‘dâru’s-selâm’a-esenlik yurdun’a, sonsuz kurtuluşa ve mutluluğa (En’am 6/127) ulaştırıyor.
Bu, hidâyet üzere yaşamanın kazandırdığı sonucu anlattığı gibi, bâtıl (sapık) hayat anlayışlarının zararlarından uzak olmayı, sonsuz kurtuluşu ve mutluluğu da ifade eder.
Allah katında “Yol” bir tane olmasına rağmen insanları ‘rüşd-doğru, akla uygun’ olana götürecek olan yol burada çoğul olarak geldi. Bu da o tek, biricik, belirli Yol’a ulaştıracak veya insanı azaptan kurtaracak yolların çokluğuna işarettir. İslâm yolu, hidâyet yolu bir tane olsa da ona varan yollar çok olabilir. İnsan o hidâyet yoluna farklı yerlerden varabilir. (Allahu a’lem)
Hüseyin K. Ece
21.09.2018
Zaandam |