Balık sahibi (Yunus)’un peygamberlerden bir peygamber olduğunu net olarak biliyoruz… Her bir peygamberin örnek alınmak ve tabi olunmak için gönderildiklerini de sarahaten biliyoruz… Peki “balık sahibi (Yunus) gibi olma…” uyarısını nasıl anlamamız gerekiyor? Peygamber gibi olmayacaksak kimin gibi olacağız? Anlaşılan o ki, sorumluluk alanını terk eden kim olursa olsun, ona tabi olmak durumunda değiliz… Velev ki peygamber bile olsa…
Bize düşen görev, Ninovalarımızda sebat etmektir… Yunus (as)’ın Ninova’yı terk etmiş olması bize de terk etme hakkı vermiyor… Bu davanın ağabeyleri, üstadları, öncüleri sahayı terk etmiş olabilirler… Bu terkler, teklemeler, telefler telaşa neden olmamalıdır… Önemli olan biz nerede duruyoruz?
Yaşadığımız günler davette fetret midir? Gaflet midir? Yoksa bizi haklı gösterecek mazeretlerimiz var mı?
Dünün zor günlerinin davet azmini bugünün acziyet görüntüsü ile nasıl bağdaştıracağız? Yoksa bu insanlar aynı insanlar değil mi? İslam davetçilerinin kabuğuna çekilmişliklerinin sizce bir izahı var mıdır?
Yıpranmışlık mıdır? Yorgunluk mudur? Ye’s midir? Yenilgi midir? Yaşlanmışlık mıdır? Yaşadıklarımız mıdır? Ya da bizdeki ciddi bir yanılgı ve yanlışlık mıdır? Yoksa kendimize yazık mı ediyoruz? Ninova’da niçin yokuz? Bizim alın yazımız yokuşlarda susamak değil miydi? Yalnızlığımızı da bahane edemeyiz… Hani “Kimse yoksa ben varım!” diyecektik…
Yoksa başka dertlerimiz mi baskın çıkıyor..? Davet kaygısını mı yitirdik? Başkalarının dertleri ile dertlenen bizler, kendi özelimize kapanınca Allah ne dertler başımıza sardı? Artık ne dava, ne davet diye bir derdimiz kalmadı…
Peki sorun nedir?
Çaresizlik midir? Çözümsüzlük müdür? Çabasızlık mıdır? Çizgisizlik midir? Niçin çırpınmıyoruz? Çığlıklarımıza ne oldu? Çıkışı nerede arıyoruz?
Cehalet ve dalalet içinde çırpınan zavallı gençlik, şefkatimize muhtaç iken, biz neredeyiz? Şu an yanı başımızda, evimizde, semtimizde, sokağımızda, sağımızda, solumuzda ateş çukuruna doğru giden insanlar var…
Bu sahne bize hiç mi acı vermiyor? Surat asıp bir kenara attığımız insanlar… Yüz çevirip yüzüstü cehenneme terk ettiğimiz gençler… Ulaşmamız gerekirken umursamadıklarımız … Allah aşkına söyler misiniz? Bu kadar bilgi, birikim, donanım, deneyim ve imkandan sonra neyin peşindeyiz? Kendimizi hangi güne saklıyoruz? Yoksa sorumluluklarımız sakıt mı oldu?
Dünyalara bedel bir kazanım olan bir kişinin hidayetine vesile olmayı biz ne sanıyoruz?
Evet, her şeye bedel bir amel, davet…
Davetle doğrulmaktan başka bir çıkış yolu yok…
Yeni bir davet hamlesinin tam vakti… Cami altları, okul bahçeleri, çay ocakları bizi bekliyor… Derneklerimiz, vakıflarımız, kültür merkezlerimiz bizi sınırlamasın… Alana inelim, sokağın dilini çözelim… Mevcutla yetinemeyiz, müsait zamanları bekleyemeyiz…
Yakınmak, sızlanmak, şikayetlenmek, susmak ve suçlamak yok…Var olan tüm imkanlarımızla insana odaklanmalıyız…Çünkü biz toplumla sınanıyoruz…Bu toplum bize zimmetli…
“Bire bir” davetle insanların dünyalarına girebilmeliyiz… Daveti yeniden evlerde alevlendirmeliyiz… Sıcak ev sohbetlerine dönmeliyiz…
Bizim kuşak böyle kazanılmadı mı? Evlerde yoğrulmadık mı? Kimlik ve kişilik oralarda şekillenmedi mi?
Gençlerin hidayet babaları, anneleri, abileri, ablaları, amcaları, teyzeleri olmanın imkânı bugün daha çok… Bunu da adam kazanmak için değil, kendimizi kurtarmak için yapmak durumundayız… Bu bizim varlık gayemiz, sonsuzluk idealimiz iken şimdi kâr ve kazanç kalemlerimiz arasında “İslam’a bir kişi daha kazandırma” listemizin kaçıncı sırasında yer alıyor?
Bunca gecikmişlik yetti diyorum…
Şimdi yeni başlangıçlar yapma zamanı…
Efendimiz (sav) henüz işin başlangıcında sesleniyor: “Ey Hatice! Artık istirahat vakti geçti.” Zaten İslam’ın ilk iki emri: “Oku” ve “uyar” değil miydi? O halde ihmalimizi sonlandırmak, itirazlarımızı geri çekmek durumundayız…
Çünkü irşat ve inzar zaruret arz ediyor…
Selam ölünceye kadar “Ömür boyu davet” diyenlere…
Selam ölümüne davet edenlere…