Tarihin her evresinde insanlar, içinden çıkamadıkları, altından kalkamadıkları konularda bir kurtarıcı bekleme yoluna gitmişlerdir. Dolayısıyla “kurtarıcı bekleme” düşüncesi insanlık tarihi kadar eskidir. Diyebiliriz ki; bütün dinlerde insanlar “gelecek bir kurtarıcının” beklentisi içinde olmuşlardır. Dün olduğu gibi bugün de mucizevi, efsanevi bir kurtarıcının gelip bozulan her şeyi düzelteceği inancı birçok insanda mevcuttur.
Anlaşılan “kurtarıcı beklemek” hep devam etmiştir. Peki neden?
Sebep çoğunlukla acziyet, zafiyet, mazlumiyet ve zillet halleridir. Çünkü kendilerini çaresizlik içinde gören kitleler, kurtarıcı beklentisine girerler… Artık elleri kolları bağlı, gelecek kurtarıcı için gün saymaya, hesap yapmaya başlarlar… Çoğu zaman bu tutumlarını “haddini bilmek” adına sürdürürler… Böylece sorumluluğu başkasına havale etme psikolojisi oluşur. Bu pasifize edici ruh hali toplumları uzlaşmacı, uyuşumcu, uyutucu ve uysal bir karaktere dönüştürür… Kısacası bu “kurtarıcı bekleme” algısı, hayra alamet değil.
Biraz da direnme gücünü kaybeden, yapması gerekenleri yapmayanların kendilerini savunmaya ve sığınacakları makul bir gerekçeye ihtiyaç vardır… Ayrıca içinde bulundukları durumu meşrulaştırmak, sorumluluklardan sıyrılmak veya ertelemek için böylesi bir izah tarzı kaçınılmaz oluyor…
Kimi zaman beklenen kurtarıcı üzerinden nüfuz sağlama, iktidarı elde etme, intikam alma, zafere yürüme hesapları da yapılır. Ancak pratikte genellikle bu beklentiler umulduğu gibi seyretmez, işler farklı mecralara kayıverir…
İsrailoğullarının risalet öncesi inançları şuydu: gelecek son elçiye iman edecekler ve onun sayesinde yeryüzü hâkimiyetini gerçekleştireceklerdi. Fakat Hz. Muhammed (s.a.v.) peygamber olarak gönderildiğinde şiddetle ilk karşı çıkanlar onlar oldu. Çünkü onların beklentisi, son elçinin kendilerinden, yani İsrailoğullarından olması idi. Ancak İsmailoğullarından olunca kavmiyetçi bir refleksle reddettiler. Hesaplar tutmadı, hasetçi bir tutumla Hz. Peygamber'e en fazla eziyet edenler onlar oldu. Ne iftiralar… Ne tuzaklar…
Hz. Musa (a.s.)'dan sonra İsrailoğullarının ileri gelenlerinin de benzeri beklenti ve çıkışlarda bulunduklarını görüyoruz. Talut ve Calut kıssasında “kurtarıcı” talebi ile peygamberlerine müracaat edenlerin akıbetine dikkatlerimiz çekiliyor. Allah (c.c.) tarafından Talut seçilince bu İlahi tercihle tatmin olmuyorlar… Onların zihnindeki lider profili farklıydı… Beklenen kurtarıcının kriterlerini kendileri belirlemek istiyorlardı.
“Peygamberleri onlara, ‘İşte Allah, size (kurtarıcı) hükümdar olarak Talut'u gönderdi,' demişti. Onlar, ‘O nasıl bize hükümdar olabilir ki? Hâlbuki biz hükümdarlığa ondan daha layığız. O, malca da bir bolluk verilmiş biri değil,' dediler. Peygamber, ‘Onu, Allah size hükümdar seçti, bilgi ve fizikçe üstün kıldı, hem Allah hükümdarlığı dilediğine verir. Allah geniş mülk sahibi, her şeyi bilendir,' dedi.” (Bakara, 247)
Israrla kurtarıcı isteyenler, bakıyoruz ilk itiraz ve isyan edenler oluyor.
Toplumların kurtarıcı beklentisi biraz da insanüstü özelliklerle donanımlı olması şeklinde… Fetişleştirilen kurtarıcılar, kutsanan liderler zamanla ulaşılmaz oluyor, hayatın dışında kalıyor… Sonra da beklenen kurtarıcılar beklentilere cevap veremez olunca bu defa kurtarıcılardan nasıl kurtulunur arayışı başlıyor.
Evet, Mehdi, Mesih, Hızır, müceddid, mürşid beklentisi ile miskinleşiyorsak buna müsaade etmemek lazım. Çünkü biz Mehdi'yi beklerken, deccallar ortalığı kasıp kavuruyor, silip sömürüyor. Kurtarıcı rüyalarından, cifr ve ebced hesaplarından kurtulmamız gerekiyor.
Gökten zembille kimse inmeyeceğine göre, gökyüzünden inen kurtarıcı Kur'an'a sımsıkı tutunmamız gerekmiyor mu?
O urvetu'l-vuska değil midir?
Hablullah'ın ne olduğu belli… Habibullah'ın ne dediği belli… Hududullahın ne içerdiği belli…
Belirsiz olan, bizim karar ve kararlılığımız.
Bize düşen kurtarıcı beklemek değil, önce kendimizi kurtarmak…
Artık kendi ayaklarımız üzerinde durmak durumundayız…
Sihirli eller, kestirme formüller, ithal çözümler, ütopik beklentiler ile oyalanacak halimiz yok…
Bugüne kadar ortaya çıkmayan kurtarıcıların bundan sonra çıkacağı ne malum… Kendimizi ortaya koymamız gerekiyor… Bizde zorlukları aşacak güç, zulme direnecek potansiyel de var, kendimizi aşabilirsek…
Müminlerin vazifesi bellidir: seferde olmak.
Hz. Hacer ıssız çölde kurtarıcı beklemedi, sa'ye durdu. Yürüdü…
Belki de bize düşen ulvi görev, kurtarıcı beklemek değil, kurtarıcı olmaktır… Ailemizden başlayarak, çevreye açılarak özne ve öncü olmak varken, başka arayışlar içinde olmak biraz da sorumluluktan kaçış değil midir?
Şimdi elini taşın altına sokma zamanı.
İşi ruhani, siyasi, askeri kurtarıcılara ihale edersek, korkarım daha çok bekleriz…
“Oturun, oturanlarla beraber” itabına maruz kalırız…
“Hepiniz çobansınız” nebevi sorumluluğuna dönmek varken kendimizi nasıl oyalayabiliriz ki?
“İnsana ancak çalıştığının karşılığı vardır” gerçeğine ne diyeceğiz?
Hülasa, demek istediğim o ki, bekleyen değil, beklenen olalım.
“Rabbimiz! Bizi muttakilere önder kıl!”