“Ben hiçbir şey değilken beni yaratan Rabbim! Bütün hamdler sanadır. Allah’ım! Dünyanın zorluklarına karşı bana yardım et. Zamanın kötülüklerine ve gecelerin musibetlerine karşı bana yardımcı ol. Ailemi gözet. Bana rızık olarak verdiğin şeyleri bereketli kıl. Beni kendine bağlı kıl. İyi ahlak üzere beni dosdoğru kıl. Beni, kendine sevdir. Beni insanların insafına bırakma. Ey güçsüzlerin Rabbi! Sen benim Rabbimsin. Senin göklerle yeri aydınlatan yüce zatına sığınıyorum. O zatın ki, karanlıklar kendisiyle aydınlanmış, öncekilerle sonrakilerin işi, onun sayesinde düzeltmiştir. Beni gazabına maruz bırakma. Öfkeni üzerime indirme. Nimetinin kaybolmasından, azabının üzerime gelmesinden, afiyetinin üzerimden silinmesinden ve bütün gazaplarından sana sığınırım. Yakarışlarım sanadır. Bana, yapabileceklerimin en hayırlısını yapma gücü ver. Güç ve kuvvet ancak sendendir.”
Hicret denilince, daha çok, müminlerin Mekke’den Medine’ye veya daha önce Habeşistan’a göç etmeleri akla gelir. Bunlar en yaygın şekilde bilinen ve “hicret”in anlamını “mekan değişikliği” ile sınırlayan risalet sürecindeki bazı önemli göç olaylarıdır. Hicretin günümüzde çoğunlukla böyle bilinmesine mukabil, Kur’anımız “hicret” i daha geniş manada kullanmış ve müminler için olmazsa-olmaz şartlar arasında saymıştır.
Hicret, sözlüklerde “terk etmek”, “ayrılmak”, “ilgi kesmek” anlamlarına gelen bir terimdir. Kur’an’da ise, sözlük anlamı esas olmakla birlikte, bazı kimselerden veya şeylerden farklı veya uzak olmak ve bu farklılığı yahut uzaklığı sürdürmek için bilinçli bir şekilde tavır ve tutum sergilenmek manasına gelmektedir. Bir başka ifade ile, yanlış inanç ve davranışlardan, yanlış inanç ve davranışların sahiplerinden ve bütün bunların hâkim olduğu ortamdan şuurlu bir şekilde uzak duruşu ifade etmektedir. Bu manasıyla her mümin hicret edendir; yani muhacir olandır. Çünkü mümin olabilmek, ancak hicret etmekle mümkün olabilmekte, daha önce değişik sebeplerle mensubu olduğu yanlış inanç ve ortamları terk ederek mümin olabilir. Yanlış inanç ve davranışlardan, mensuplarından, ortamlardan uzak olan durumuna devamlılık kazandırarak müminliğini devam ettirebilir. Bu durumlarla ilgili olarak Kur’an-ı Kerim, geçmişte yaşamış bazı salih şahsiyetler üzerinden örnekler vermiştir.
Bunlardan birisi Hz. Yusuf ‘tur. O, kaldığı evin kadınının ahlaksız teklifine yönelmek yerine, bir müminin yapması gerekeni tercih etmiş ve ahlaksızlığa meyletmektense, zindana girmeyi tercih etmiştir. Gerçekleştirdiği bir hicrettir. Bu hicretiyle, o kötü kadının ahlaksız teklifini kabul ederek İblisi sevindirmek yerine, Rabb’i olan yüce Allah’ın rıza ve övgüsünü tercih etmiştir. Asıl önemlisi Hz. Yusuf’un, o ahlaksız kadının teklifini, utanmanın veya eğer kabul ederse başına bir iş açma korkusunu etkisiyle değil; Allah’ın yasağını çiğnememek, ahlaksızlık pisliğine bulaşmamak adına reddetmiş olmasıdır. Allah’ın emrine teslim olmak adına bilinçli bir tercih yapmıştır. Bu bilinçli ve kararlı tercihini ise zindan arkadaşlarına şöyle açıklamıştır: “Bilin ki, ben Allah’a inanmayan ve ahiret gerçeğini tanımaktan ısrarla kaçınan bir toplumun hayat tarzını terk ettim, o toplumla yolumu ayırdım.” (12 Yusuf 37)
Hz. İbrahim’in kıssasında, hicretle ilgili önemli açıklamalar ve bütün müminler için ölçü olması gereken önemli örnekler vardır. Bunlardan birisi de Hz. İbrahim ile babası arasında yaşanmıştır. Hz. İbrahim, müşrik babasının “Ey İbrahim! Sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni taşlarım! Uzun bir zaman benden uzak dur!” (19 Meryem 46) teklif ve tehdidinin karşısında “Sizden de, Allah’ın dışında taptığınız şeylerden de uzaklaşıyor ve Rabbime yöneliyorum” (19 Meryem 48) cevabını verir. Bu baba-evlat ilişkisinin dayanak kılınarak yapılan yanlışa uyma çağrısına karşı verilen ve bilinçli tercihi ifade eden bir cevaptır. Baba-evlat bağının, hakikati terk edip yanlışa yönelmenin gerekçesi olamayacağını ifade eden bir açıklamadır. Buna rağmen hala soy bağı gündeme getirilir ve buna layık davranmamakla suçlanırsa, o bağı da önemsemediğini açıkça ifade eden bir reddiyedir.
Ayrıca, Hz. İbrahim, şirk inancının hakim olduğu bir toplumda yanlış inancı ve hayat tarzını değiştirip ‘hakikati hakim kılma’ mücadelesinde bir yığın engellerle karşılaşınca; yanlışlıklarını fark etmek ve durumlarını düzeltmek yerine zorbalıklarını devreye sokarak durumlarını sürdüren ve bununla da kalmayıp mevcut inanca ve yapıya uyumlu olma davetleri yapanlara, “Ben Rabbime hicret ediyorum. Bana Rabbime hicret etmek düşer. Şüphesiz O, mutlak güç ve hikmet sahibidir” (29 Ankebut 26) cevabını vermiştir. Bu cevabıyla da Rabbi olan yüce Allah’ın istediği emrettiği gibi olmaya devam edeceğini, hiçbir şekilde bu durumundan bir değişikliğe gitmeyeceğini, hakikat konusunda tavizkâr olmadığını ve olmayacağını ifade etmiştir. Yine aynı şekilde, müşriklerin “bizden ol, bizimle ol” davetlerine karşı yanındaki müminlerle birlikte şu cevabı vermiştir: “Biz sizden ve Allah’ı bırakıp taptıklarınızdan (hayat tarzınızdan) uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramıza, siz sadece tek olan Allah’a iman edinceye kadar devam edecek bir düşmanlık ve nefret belirtmiştir” (60 Mümtehine 4). Burada önemli bir hatırlatma ise, Hz. İbrahim ve yanındaki müminlerin bu cevaplarını vahyi ile bildiren yüce Allah’ın, “İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki…” (60 Mümtehine 4) demesidir. Sonuçta, Hz. İbrahim ve yanındaki müminler sadece inanç ve hayat tarzıyla değil, inanç ve hayat tarzları tehdit edildiği, gereği gibi olmaları engellendiği için coğrafi olarak da yanlışlardan ve yanlışın adamlarından uzaklaşarak başka bir yere hicret etmişlerdir.
Bugünümüze uyarladığımızda, gıybet yapılan ortamı terk etmek, ihtiyaç içinde iken Banka kredisini reddederek faize bulaşmama hassasiyeti göstermek, okullardaki talebelerin namazı geçirmeme endişesi taşıyarak, her türlü olumsuz şartlara, etrafındaki engellere rağmen kendisini seccadeye atmak, harama bulaşmadan düğün/dernek yapmak, vs. Bütün bunları yapanlar Hicret erbabıdır. Alınlarından öpülmeye layıktırlar. Şeytanın en büyük silahlarını geri tepmiş, önüne sürdüğü ‘haram fırsatlar’dan vazgeçmiş Muhacirlik yapmış, Hicret etmiştir.
Kur’an-ı Kerim’in konuyla ilgili olmak üzere anlattığı örneklerden bir diğeri de ‘mağara arkadaşları’ olan ‘yiğit’ gençlerle ilgilidir. Yüce Allah’a iman ettikleri ve bu sebeple hidayetleri artırılan (18 Kehf,:13) bu ‘yiğit’ gençler, iman ederek müşrik toplumlarının inanç ve hayat tarzlarını terk ettikleri zaman, bir yığın teklif ve tehditle karşılaşırlar. Teklifler tekrar şirk inancına ve şirkin şekillendirdiği hayat tarzına dönmeleriyle ilgilidir. Şayet bunu yapmayacak olurlarsa ‘zorla değiştirilecekler’ veya taşlanarak öldürüleceklerdir. Fakat bir defa inanç ve hayat tarzlarıyla toplumlardaki şirkten ve cahiliyyeden ‘hicret’ eden bu yiğit gençler, hiçbir şekilde sunulan tekliflere meyletmez veya tehditlerden dolayı durumlarında sapmaya sebep olacak bir değişime iltifat etmezler. Allah’ın ‘yiğit’ övgüsüne uygun bir tutum ve davranışla ‘Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, O’ndan başkasına yalvarıp, yakarmayız. Yoksa saçma sapan konuşmuş oluruz’ (18 Kehf, 14) derler. Fakat zorluk ve zorbalıklar artar, sıkıntılar tahammül güçlerini aşar ve işte o zaman anlarlar ki şirkten ve mensuplarından mekan olarak da ayrılmaları gerekmektedir. Bunu, kendi aralarındaki bir konuşmada şöyle dile getirirler: “Madem ki onlardan ve onların Allah’ın dışında tapmakta oldukları varlıklardan uzaklaştık, o halde mağaraya sığınalım ki, Rabbimiz bize rahmetini yaysın ve işimizde bizim için fayda ve kolaylık sağlasın.” (18 Kehf, 14) İçinde bulundukları olumsuz şartlar sebebiyle, gözlerden uzak bir mağarayı hicret edebilecekleri uygun bir yer olarak görürler ve mağaraya sığınırlar. Allah ise onların ‘Rabbimiz! Bize tarafından rahmet ver ve bize, (şu) durumumuzdan bir kurtuluş bir kurtuluş yolu hazırla!’ (18 Kehf 10) dualarını kabul eder ve onların sadece bir anlık hicretlerini tamama erdirir; o ‘yiğitleri’ müşriklerin her türlü yanlışlarından ve zorbalıklarından kurtarır: Ayrıca bu manada Hicret’siz Peygamber yoktur. Sadece bir kaçından misalle yetinelim.
Denize bırakılan bebek Musa, aslında hayatın hicret olduğunu öğreten Rabbin insanlığa verdiği dersti. İnsanoğlu Hz. İsa, "Men ensârî ilallah: Allah'a giden yolda bana kim yardımcı olur?" (61:14) diye sorarken, aslında "hicretin tozlu yolunda bana kim yol arkadaşı olur?" demeye getiriyordu. Ve sıra insanlık yükünü omuzlamak için yola çıkan büyük muhacirdeydi. Alemlere rahmet olmak için yola çıkarılanda. Peygamberimizin miracını ölümsüzleştiren ayetlerin yer aldığı İsra suresinde, ilk defa doğduğu topraklardan çıkarılacağı ihbar ediliyordu (17:76).
Hicret, fert planında “dini yaşayışı arama”, sosyal planda ise, “İslam toplumunu takviye ve dini ikame” etmektir. Çünkü hicret, İslam’ı en nazik ve hareketli noktasından kavramak demektir. Hicret ne bir pes ediş, ne de bir küfürden kaçış idi. Zira karanlıktan kaçılmaz, iman nuruyla aydınlanınca, karanlık kendiliğinden kaçardı. Hicret, imkanların tükendiği yerden imkanların üretileceği yere intikal etmek idi. Allah Rasulü de öyle yaptı. İmkanların tükendiği yerden, imkanları üreteceği yere değerlerini taşıdı. Bu bir başlangıçtı. O sadece Yesrib'i Medine yapmadı. Medine’nin şahsında bir hicret medeniyetinin temellerini inşa etti.
Bütün bunlar, risaletin Mekke yıllarında vahiyle bildirilen ve örnek alınması istenen kıssalar ve gereği yerine getirilmesi istenen emirlerdi. İlk ayetlerden itibaren anlatılan ve emredilen ilke ve ölçülerdi. Zaten, risalet süreci de, Rasulullah’ın şahsında, öncelikle şirkin her türlü pisliğinden uzaklaşıp yegane Rabb olan Allah’a iman ile başlamıştı. Müddessir suresinde, risaletin daha ilk gününde ‘Pis şeylerden uzak dur’ emri ile uygulamaya dönüşmeyen doğru inancın bir kıymet ifade etmediği bildirdiği gibi, ‘yanlış hayat tarzından uzak durma/hicret etme’ getirdiği de açıklamıştı. Yine aynı günlerde, vahyolunan bir başka ayette ise şirkin ‘pis’liklerinin hakim olduğu ortamlardan uzak durulması gerektiği bildirilmişti: ‘Rabbinin adını an. Bütün varlığınla O’na yönel. O, doğunun da batının da Rabbidir. O’ndan başka ilah yoktur. Öyleyse yalnız O’nun himayesine sığın. Onların (müşriklerin) söylediklerine katlan ve onlardan uygun şekilde ayrıl/uzak dur’ (73 Müzzemmil, 8-10)
Mü’minler, Mekke döneminde, iman ve hayat tarzlarıyla, yaşadıkları ortamlarla şirkten, müşriklerden ve şirkin belirlediği hayat tarzlarından ayrılıp, hicret etmişlerdi. İnanç ve hayat tarzıyla hicretlerinin tehlikeye girdiği, zorla, zorbalıkla ayrılıkları yok edilmeye ve tekrar şirke, şirkin belirlediği hayat tarzına dönmeye çağrıldıkları ve zorluklar tahammül güçlerinin aşma noktasına yaklaştığı zaman hicretin bir başka aşamasını da gerçekleştirip Medine’ye göç ettiler. Bunlar da gösteriyordu ki, inanç ve hayat tarzında hicret etmeden fiziksel hicret olmaz. Fiziksel hicret, ilk iki hicretin yeterli olmayıp, ‘pislik’lerden tamamıyla kurtulunamadığı durumda devreye girmesi gereken bir aşamayı temsil etmektedir. Esasen, coğrafi göç biçiminde gerçekleşen hicret, bir yeniden yapılanmadan, olumsuz şartların hakim olduğu ortamdan sıyrılıp güç toplama sürecine geçişten başka bir şey değildir. En zor şartlarda Mekke’de yaşayan müminler Medine’ye hicret ederek hem olumsuz şartlardan kurtulmuşlar ve hem de bu arada kötülüğün, şirkin yurdunu fethedecek güç birikimini sağlayıp, sonunda küfrün saltanatını sona erdirmişlerdi. Ancak, Medine’ye hicret örneğinde olduğu gibi, mü’minlerin bu tür durumlarda hicret edip-etmeme hakları yoktur. Orada bireysel kararlar terk edilir ve verilen toplu karara uyulur. Zira, hicret edip mekan ayrılığını gerçekleştirmemek, inanç ve hayat tarzıyla ayrılığı gerçekleştirmemiş olmak veya gerçekleştirilen ayrılığın iptaline razı olmak anlamlarına gelir. Bu sebeple Müslümanlar Rasulullah (s.a.v.)’ın ‘hicret edin!’ talimatına tereddüt etmeden uydular; hatta çocuklarını, eşlerini ve mal varlıklarını Mekke’de bırakarak hicret ettiler. Böylesi bir durumda bireysel tercihlerde bulunmak ve hicret etmemeye açık kapı bırakmak hicretin amacıyla; imanla çelişirdi. Madem ki fiziksel hicretin gereklerinden birisi ve en önemlisi imanı gerektirdiği hayat tarzını korumaktır, o halde fiziksel hicret gerektiği zaman bu gerçekleştirilir. Hicrette mekan değişikliği; diğer bütün özelliklerinin yanı sıra bir güç toplama, teşkilatlanıp bütünleşme gayesine de sahip olduğu için, müminlerin fiziksel hicret gerektiği zaman bunun gereğine uymama hakları yoktur. Bütün müminler inşa edilecek ekonomik, siyasal, askeri, toplumsal güce katkıda bulunmak zorundadırlar. Bu ‘Ben Müslümanım’ demenin getirdiği bir sorumluluktur. Bunu yapanlar doğruyu yapanlardır. Günümüz Müslümanlarının zamanlarına uygun olarak müesseseleşmemeleri ve organizasyonlarını kurmamaları çağı yakalayamamalarına mal olmaktadır. Onun için müesseseleşmeleri, kültürlerini yaşatacak organizasyonlara sahip olmaları gerekir. Rasulullah Efendimiz, Hicretle müminleri namaza çağırma problemini bir çağrı müessesesi olan ezanla hallederken, kimsesizler için önceleri ilk sosyal güvenlik, bilahare eğitim organizasyonu durumuna getirdiği Suffe ile bu organizasyonu başlatmıştı. Hicret sonu Kuba ve Medine’de ilk inşa edilen binaların mescitler oluşu bu açıdan ayrıca dikkate değer olmalıdır. Zira mescitler, Allah’ın kanalına yeniden bağlanma, İslami zihniyetin neşvü-nema bulduğu yerler olarak kurulmuştu. Bu kurumlar İlahi tebliğ yerleri olarak fonksiyonlarını icra etmişlerdir. Mali sıkıntı içinde olanlara, önceleri ihtiyari olarak başlatılan yardımların bilahare zekat-öşür olarak müesseseleştirilmesi de yine dikkat çekicidir.
Hicret İslâmî yaşayışı arama, umûmî plânda; dini takviye ve kurtarma gibi iki mühim hakikat bulunduğu için şiddetle farz kılınarak, son derece övülerek değer ve muhteva kazandırılmış bir mefhum, imandan sonra en faziletli amel statüsü kazandırılmış;
Hıra günlerinde kalpte gerçekleşenin, hayata dönüşmesiydi hicret. O halde bunun manası, iç dünyalarındaki hicreti yaşayamayan ve gerçekleştiremeyenler, yer değiştirebilirler ama asla hicret edemezler demekti. Peygamberimizin, "Bu dünyada bir garip yolcu gibi ol!" uyarısı, bizler için ikaz levhasıdır. Bu anlamda hicret, dünyevileşmenin önündeki en büyük engel olup bugünün insanının en büyük hastalığına da çaredir. Muhacir misafirdi çünkü. Çağın, tarihin, çevrenin modern zindanından tahliye bekliyor insanlık. Modern birey de beraatini ancak derununda yapacağı derinliğine bir hicretle alacaktır. Bunu da kendi Mekke-Medine hattında gerçekleştireceği hicretle yapacaktır.
Kısaca Hicret; Allah’ın yasakladıklarını terk etmektir. “Ummana uzman olunmaz.” Diye bir söz vardır. “Hicret” de çok yönlü incelenip kafa yorulması gereken İslam Tarihinde ayrı bir yeri olan, medeniyetimizin takvimi olarak kabul edilmesinin vesilesidir. Şimdi bir hicret seferberliği olmalı. Önce, Kur’an’ın “ Aranızda hayra çağıran, iyi doğru ve güzeli emredip kötü, yanlış ve çirkinden sakındıran bir topluluk bulunsun” dediği o Ümmetiz biz. Bu Ümmet, üzerindeki sorumluluğu idrak edip hicret şuuruna erdiği gün, değil Mü’minler, insanlık kurtulacaktır.
|