Uhud Gazvesi
Bedir Gazvesi, Hicretin 2. yılında, Ramazan ayında olmuştu. Bedir’de hiç ummadıkları bir yenilgi alan Kureyş, mağlubiyetin ve kaybettiklerinin acısıyla kıvranıyordu. İleri gelen en kıymetli adamlarını kaybetmenin yanında bir çok insanını da, müslümanlara fidye ödeyerek kurtarmak zorunda kalmışlardı. Acı üstüne acıyı, eziklik üstüne ezikliği tatmışlardı.
04/08/2014 - 13:11

Evlerden ağıtlar yükseliyor, her toplantıda intikam yeminleri yapılıyordu.
 
Mekke bu alevle kaynarken, ateşin üzerine körükle gidenler de vardı. Zannederim Ka’b İbn Eşref bunların başında geliyordu.
 
Ka’b, Kuba’nın doğusunda, üç tarafı bağlarla çevrili bir kendine ait bir kalede yaşıyordu. Boyutları çok büyük olmayan bu kale, bir âile ve hizmetçileri için yine de oldukça büyük sayılırdı. Ayrıca, duvarları kalındı ve sağlam taşlardan örülüydü. Bir tarafında kayalar, diğer tarafında uzanıp giden hurma bahçeleri ve üzüm bağları vardı. (1)
 
Ka’b, kendine ait bu kaleden dış dünyaya dil uzatmakta çok başarılıydı.
 
Çevresinde oldukça sözü dinlenilir bir kimseydi. Yahûdîlerin ileri gelenlerindendi. Araplarla da akrabalık bağları kurmuştu. Edipti, şâirdi. Bu özellikler, o günlerde en fazla revaç bulan özelliklerdi.
 
Ka’b, Bedir Muharebesinde müşriklerin yenilmesine çok üzülmüş, ilk fırsatta Mekke’ye giderek yanan alevi daha da canlandırmak için elinden geleni ardına koymamıştı.
 
Şâirlerin duyulan acıyı hatırlatan ve damarları ayağa kaldıran acı ve ateşli şiirleri birbirini takip ediyordu.
 
Ebu Süfyan’ın Şam’dan getirdiği ve Bedir Muharebesinin başlamasına sebep olan ticaret kervanındaki bütün mallar, müslümanlara karşı savaş hazırlıkları için ayrıldı.
 
Hazırlıklarını tamamlayan Kureyş, Hicretin 3. yılı Şevval Ayında Mekke’den yola çıktı.
 
Bilenen kılıçlar, bakımdan geçirilen zırhlar, miğferler; hazırlanan oklar, mızraklar, harbeler… besiye çekilen ve eğitilen atlarla dıştan bakılınca herşeyiyle tam bir ordu.
 
Sağ kanat Süvârilerinin başında Hâlid İbn Velid, sol kanatta Ebu Cehil’in oğlu İkrime. Ordunun başında ve merkezde Ebu Süfyan, hevdeçlerde (2) hanımlar, yanlarında defler…
 
Hanımlar, iki amaçla geliyorlardı. Birincisi erkeklerinin onları bırakıp kaçmayacaklarını herkese ilân anlamı taşıması, geri çekilmeme azmini göstererek güven sağlamak.
 
İkincisi: Savaşta erkekleri tahrik. Defler de bunun için hazır edilmişti.
 
Kadınların başında Ebu Süfyanın hanımı Hind vardı. Çok zeki, gsrerişli ve dirâyetli bir kadındı. İntikam hırsıyla yanıyordu. Bedir de babası, amcası ve kardeşini kaybetmişti.
 
Kocası, kaynı ve üç oğluyla gelen Sülâfe, Amr İbn Âs’ın hanımı Rayta, Ebu Cehl’in oğlu İhrime’nin hanımı Ümmü Hakîm… Hind’in en büyük destekçileri olarak orduda yer alıyorlardı.
 
Orduda asıl hedefi savaş olmayan biri daha vardı. Cübeyr İbn Mut‘im’in kölesi Vahşi.
 
Vahşi, Habeş asıllıydı. Habeşlilerin çok başarılı bir harbe (3) savurma tekniği vardı ve o bunu çok iyi bilen, uygulayan ve hedefini kolay kolay ıskalamayanlardan biriydi.
 
Mekke’den ayrılmadan önce efendisi Cübeyr onu yanına çağırmış; “Orduyla birlikte sen de yola çık. Eğer amcama karşılık Hamza’yı öldürürsen hürriyetine kavuşursun,” demişti.
 
Cübeyr’in amcası Tu’ayme İbn Adiyy Bedir’de öldürülmüştü. Bu yüzden o da Peygamberimizin amcasını öldürerek intikam almak istyordu.
 
Vahşi karar vermişti. O, hürriyetini elde etmek istiyordu. Meşhur harbesi yanına almış, orduyla birlikte Medîne’ye doğru yürüyordu.
 
Hind, bu durumu biliyor, yol boyunca Vahşî’ye rastladıkça; “İçimdeki intikam ateşini söndür, susuzluğu kandır, ben de seni dünyalığa kandırayım,” diyor, Hamza’yı(r.a.) öldürme hırsını canlı  tutmaya çalışıyordu.
 
 
Kureyşin ileri gelenlerinin kaçmayacaklarını isbat için yanında getirdikleri sadece kadınlar değildi. En değerli mallarını getirenler de vardı.
 
Müşrikler, Müslümanların çıkarabileceği askerî gücü tahmin edebiliyorlardı. Şimdi onların en az üç katı olabilecek bir güçle geliyorlardı. Silah açısından da üstünlük onlardaydı. Binekleri ise kıyaslanamayacak derecede çoktu. Esasen İslâm saflarında hemen hemen hiç süvari yoktu.
 
Süvâri birliklerinin olması, kendilerine sürat ve umulmayan noktalara hızlı saldırı imkanı verecekti.
 
Onlar açısından bütün ibreler, kendi taraflarını gösteriyordu…
 
Bu sırada Rasûlullah (s.a.v), sahâbîleri toplamış, onlarla gelen düşmanla yapılacak savaşla ilgili istişârede bulunuyordu.
 
Kendi tercihini bildirdi. O, müdafa harbi yapılmasını istiyordu. Medine girişlerine barikatlar kurulsun, düşman bu barikatları aşar Medine’ye girerse; sokak sokak, ev ev çatışmayı sürdürme imkanı olsun istiyordu. Böylece düşman Medine içlerine çekilecek, bölünebilecek, gerektiğinde evlerden, evlerin damlarından ok, mızrak, hatta taş yağmuruna tutalabile-cek, gerektiğinde de  göğüs göğüse kılıçlı mücadeleye girilebilecekti. Böylece, şehir kendilerine ait olduğu için savaştaki konumları herhangi bir meydan muharebesinden daha iyi olacaktı.
 
Münafıkların başı Abdullah İbn Selül’de aynı görüşteydi: Medine’den çıkılmasın, müdafa harbi yapılsın istiyordu. Gerekirse kadınların ve çocukların bile dam üstlerinden taş yağdırarak katkıda bulunabileceklerini söylüyordu.
 
Ancak, düşman ne kadar çok olursa olsun, çekinilmemesi gerektiğini savunan ve meydan muharebesi isteyenler de vardı. Özellikle gençler ve Bedir Gazvesine katılamayanlar, ısrarla bu fikri savunuyorlardı: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bizi düşmanın karşısına çıkar! Korktuğumuzu veya zayıf olduğumuzu zannetmesinler!” diyorlardı.
 
Dahasını söyleyenler de vardı: “Biz bu günü bekliyorduk. Bu arzuyla Rabbımıza duâ ediyorduk. Mevlâ önümüze getirdi. ..”
 
Hamza (r.a.); “Sana Kurân indiren hakkı için onlarla savaşalım,” diyerek meydan harbini seçtiğini belli ediyordu.
 
Nuâym İbn Mâlik’in sözleri ise unutulmayacak cinstendi:
 
“Ey Allah Rasûlü! Bizi cennetten mahrum etme! Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki oraya gireceğim.”
 
Rasûlullah (s.a.v) soruyor: “Neyle?”
 
“Allah’a ve Rasûlüne olan sevgimle. Ben, harb meydanından asla kaçmayacağım.”
 
Allah Rasûlü (s.a.v); “Bu sözler doğru sözler,” buyuruyordu. (4)
 
Bu görüşü savunanlar, Bedir’de de az olan mücahidlerin düşmanı darmadağın ettiğini, aynı şeyin yine tekrarlanacağını, orada en kıymetli adamlarını kaybeden Kureyş’in bu savaşta da yeni bir acı tadacağını savunuyorlardı.
 
Ayrıca Bedir’e katılan mücahidlerin faziletlerini biliyor, o fazîlete ulaşma arzusu taşıyorlardı.
 
Bütün bu duygularla ısrarla meydan muharebesi istiyorlar, savunmaya yönelik sözler, onları ısrarlarından vazgeçiremiyordu.
 
Neticede, Allah Rasûlü(s.a.v.), kararını onlar lehine vermiş, meydan muharebesi için hazırlıklar başlamıştı.
 
Herkes meydana çıkış için aralıksız bir gayretin içindeydi. Hazırlıklarını bitirenler, Mescid-i Nebîn’in yanında yerlerini almaya başlamışlardı.
 
Bu sırada Allah Rasûlü’ne meydan muharebesi için ısrar edenler düşünmeye ve düşüncelerini seslendirmeye başlamışlardı.
 
İçlerinden biri; “Rasûlullah(s.a.v.) bize Medine’de kalmayı emretti. O, Rabb’ini ve O’nun ne istediğini bizden iyi biliyor. Yedi kat semâdan vahy alıyor,” dedi.
 
Bu sözler doğruydu. Rasûlullah’a (s.a.v.) gelerek; “Ey Allah’ın Rasûlü! Bize emrittiğin gibi Medine’de kalalım. Biz, seni sanki rıza göstermediğin bir şeye zorladık. Siz nasıl emrediyorsanız öyle yapalım,” dediler.
 
Rasûlullah’ın(s.a.v.) buna cevâbı kesindi: “Bir peygambere, harb için zırhını ve miğferini giyip, insanları düşmana karşı meydana çıkmaya çağırdıktan sonra geri adım atmak yakışmaz. Meydandan geri dönmez.
 
Sizi kalmaya çağırdım; çıkmaya ısrar ettiniz. Şimdi Allah için takvâ ile dolu olun. Zor anlarda dayanın, sebat edin, zorlukları gögüsleyin. Allah size düşman karşısında ne yapmanızı emrediyorsa onu yapın!”
 
Allah Rasûlü (s.a.v.) bin kadar sahabiyle birlikte Medine’den ayrılarak Uhud’a doğru yola çıktı.
 
Medine’den ayrıldıktan sonra Medine ile Uhud arasında yer alan ve “Şeyhayn” (5) diye anılan tepeciklerin yanında konakladı. Rasûlullah (s.a.v.) orduyu burada yeniden gözden geçirdi:
 
Müslümanların sayısı düşmana göre az ve yetersizdi. Bütün yiğitler cihada çağırılmış, Allah Rasûlü’nün yanında cihad safında yer almak isteyen her mücahidler, yarışırcasına saflarda yerini almışlardı.
 
“Şeyhayn” da yapılan bu ordu teftişi, gözleri yaşartacak bir gerçeği gözler önüne seriyordu. Saflar arasında 13-15 yaşları arasındaki çocuklar da vardı. Kimi gözüne takılır korkusuyla saflar arasında kendini saklamaya çalışıyor, kimi de ayaklarının üzerine yüklenerek kendini büyük göstermeye çalışıyordu…
 
Onların bu hali, yiğitçe ve pervasız duruşları, cesaretleri, işti-yakları Rasûlullah’ı (s.a.v.) son derece duygulandırmış ama onları saflardan ayırmıştı.
 
O gün savaşa çıkmasına razı olunmayan sahabîler arasında;
 
Hz. Ömer’in oğlu Abdullah, Üsâme İbn Zeyd, Zeyd İbn Sâbit, Berâ İbn Âzib, Ebu Sa’îd el-Hudrî, Üseyd İbn Zahîr, Urâbe İbn Evs, Râfi’ İbn Hadîc, Semüra İbn Cündüb… de vardı.
 
Bu yiğit delikanlıların çoğu henüz 14 yaşındaydı. İçlerinde 13 yaşında olan da vardı. Râfi‘ (r.a.) ise 15 yaşına girmişti. Babası oğlunun cihad safla-rından ayrılmasını istemiyor, Rasûlullah’a (s.a.v.) gelerek; “Ya Rasûlallah! O, çok iyi ok kullanıyor, iyi bir atıcı!” diyor ve oğlunun cihad saflarında kalmasını sağlıyordu. Bunu gözden kaçırmayan ve iyi değerlendiren biri daha vardı. Semüra İbn Cündüb (r.a.). O da, Allah Rasûlü’ne gelerek; “Ya Rasûlallah! Râfi’ye izin verdiniz, beni şavaşa kabul etmediniz. Ben onu güreşte yenerim!” diyor; yapılan güreşte gerçekten yenerek saflara o da katılıyordu. (6)
 
Rasûlullah (s.a.v.), sahabîlerle birlikte o günün ikindi namazını, sonra akşam ve yatsı namazlarını burada kıldı. Burada geceledi. Sabah namazını da kıldıktan sonra Uhud’a hareket etti.
 
Müslümanların 1000 kişilik gücüne karşı, müşrikler 3000 kişilik bir orduyla gelmişlerdi.
 
İslâm ordusu Uhud’a giderken başka bir olay yaşandı. Abdullah İbn Übey İbn Selûl da Medine’den çıkılmamasını, müdafa harbi yapılmasını savunanlardandı. Rasûlullah’ı (s.a.v.) kastederek çevresindekilere; “Onlara uydu, bana karşı geldi. Benim düşüncelerimi hiçe saydı. Bilemiyorum, gidip de kendimizi ne uğruna öldürteceğiz?!” diyordu. Daha sonra kendine uyan, kalbinden şüpheleri atamamış 300 kişiyle birlikte ordudan ayrılarak Medine’ye geri döndü.
 
Sahabîlerden Abdullah İbn Amr İbn Harâm  peşlerinden giderek; “Allah için sizi ikaz ediyorum. Düşmanın hazır olduğu bir sırada kendi kavminizi ve Peygamberinizi terketmeyin,” dediyse de onları geri döndüremedi.
 
Giden grubun arkasından bakarken dudaklarından dökülen son kelimeler; “Allah, Peygamberini size  muhtaç etmesin!” oldu.
 
Abdullah İbn Übey’in adamlarıyla birlikte ayrılmasından sonra İslâm mücahidleri 700 kişi kalmıştı. Böylece düşmanın konumu daha da güçlenmişti. Artık, müslümanların dört katından daha fazla savaşcı güçleri vardı.
 
Uhud’a varıldığında Peygamberimiz orduyu Uhud dağlarını arkaya alacak şekilde yerleştirdi. Bir başka ifadeyle İslâm ordusu sırtını Uhud’a yaslamıştı.
 
Bu, sayıca daha çok olan müşrik ordusundan bir birliğin ayrılarak arkadan saldırı yapma imkanını ortadan kaldırdığı gibi, müdâfa konumuna düşürüldüğü takdirde savunma kolaylığı sağlayacaktı. Çünkü yamaçlara doğru çekilme kendilerini üst konuma getirecekti. Bu da, o günün savaş şartlarında ok, mızrak, harbe saldırılarına karşı onlara korunma imkanı sağlayacak, kendi ok, mızrak ve harbeleri hedefini daha rahat bulacaktı.
 
Geriye bir tehlike daha kalıyordu:
 
Müşrikler, Akîk Vadisiyle bitişen “Şazâ Vadisi”nin uzantılarını takib ederek gelmişlerdi. Medine tarafından bakıldığında  Uhud Sıra Dağlarının sol önlerinde yerlerini almışlardı.
 
Sağ ve sol kanatlarında sûvari birlikleri vardı. İkrime’nin başında bulunduğu sol kanadın İslâm ordusunun arkasına sarkması zordu. Bulunduğu yer, dağ tarafına geldiği için konumu buna uygun değildi. Sağ tarafta yer alan Hâlid İbn Velîd’in sağ ön tarafı ise açıktı. Vâdiyi takip edebilir, “Ayneyn” Tepesini dolaşarak ordunun arkasına sarkabilirdi. İslâm ordusu sırtını Uhud’a verdiği sürece bu mümkün değildi. Ancak, düşmanın gerilemesi durumunda, onu sürerek ilerleyen İslâm ordusunun arkası boşalabilir, Uhud ile arasında saldırı imkanı veren bir boşluk meydana gelebilirdi. Fırsat kollayan bir birlik, Müslümanları arkadan vurabilirdi.
 
Rasûlullah(s.a.v.) Efendimiz, böyle bir saldırıyı önlemek için Ayneyn Tepesine 50 okçu yerleştirdi ve başlarına Abdullah İbn Cübeyr’i emir tayin etti. Kendilerine ordunun arkasını süvârilerden korumalarını emretti ve ardından şöyle buyurdu: “Savaş ister lehimize, isterse aleyhimize cereyan etsin, buradan ayrılmayın. Sizin tarafınızdan saldırı gelmesin!”
 
Üslubu çok net, kesin ve ısrarlıydı. Öyle ki; bir rivâyette Rasûlullah’ın; “Kuşların yerden tâne kapar gibi askerleri kaptığını görseler yerlerinden ayrılmamalarını” emrettiği nakledilir.
 
Beyazlara bürünmüş olarak Cihad meydanına gelen Abdullah İbn Cübeyr, bunu anlayacak ve ne olursa olsun itaat edecek şuurdaydı.
 
Rasûlullah (s.a.v.) İslâm sancağını Mus’ab İbn Umeyr’e verdi. O, bu güvene lâyık bir insandı.
 
Müşriklerin sancağı ise Abdu’d-Dâr oğullarındaydı. Ebu Süfyân onların yanına gelerek Bedir’de kaçtıklarını, ilk çöküntünün onlarla başladığını ve sonucun ne derece kötü olduğunu hatırlatıyor; hakkını vereceklerse sancağı almalarını, hakkıyla koruyamayacaklarsa bırakmalarını istiyordu. Bu cümleler, ileridenberi sancağı taşıyan bu sülâlenin kanını ateşliyor; “Göreceksin sancağı size sağlam teslim edeceğiz” diyor ve ekliyordu: “Savaşta bizi seyredeceksiniz.” Ebu Süfyan’ın isteği de buydu…
 
 
Saflar yerlerini almaya, atmosfer yükselmeye başlamışı. Başlarında Hind’in bulunduğu kadınlar def çalıp şiirler söyleyerek erkekleri tahrik etmeye başlamışlardı:
 
“Davranın haydi, Abdü’d-Dâr Oğulları! |  Davranın ordunun arka koruyucuları!
 
Gelsin her taraftan darbe sadâları!”
 
Hind ne diyeceğini iyi bilen bir kadındı ve kendine düşeni tam yapıyordu. Devam etti:
 
“İlerlerseniz kucaklar,    Atlas döşekler yayarız.
 
Eğer döner kaçarsanız,
 
Bizde sizden kopar,       Sevginizi söker atarız.” (7)
 
Müşrikler tarafında bunlar olurken İslâm saflarındaki üslup değişikti. Rasûlullah (s.a.v.) elindeki kılıcı kaldırarak; “Bu kılıcın hakkını kim verecek?” diye soruyordu.
 
Uzanan eller ve “Ben Ya Rasûlallah!” diyenlerin sayısı hiç de az değildi.
 
Ancak soru tekrar tekrar soruluyor ve sonunda Ebu Dücâne’nin eline teslim ediliyordu.
 
Künyesi Ebu Dücâne olan Simâk (r.a.); “Hakkı karşılığı ben alırım Ya Rasûlallah!” diyor, ardından da “Hakkı nedir?” diye soruyordu.
 
Cevap: “Onu asla müslümanlara karşı kullanmaman. O elindeyken düşman önünden kaçmaman. Kırılana veya eğilene kadar cihada devam etmen.”
 
Allah Rasûlü (s.a.v.) kılıcı ona veriyor, onu teslim alan Ebu Dücâne kırmızı renkli enli şeridini çıkarıyor, alnına gelecek şekilde başına bağlıyor, Rasûlullah’ın (s.a.v.) kılıcı elinde olarak müthiş bir çalımlı edâ ile saflar arasında yürüyordu.
 
Onun bu yürüyüşünü gören Rasûlullah (s.a.v.); “Bu yürüyüş Allah’ın gazabını çeken bir yürüyüştür. Ancak böyle bir yerde değil,” buyuruyor ve onun bu yürüyüşünü cihâd meydanına has olarak tasdik ediyordu.
 
 
Kaslar gerilmiş, kalpler hızla atmaya başlamıştı. Saflar birbirine yaklaştı. Tekbir sesleri ve parola olan “Emit, Emit” (ölümüne vur) haykırışları ile yerlerinden fırlayan mücâhidler düşman saflarına daldılar. Hamza, Ömer, Ebu Dücâne, Ali, Ebu Ubeyde, Talha, Zübeyr, Âsım, Ebu Talha, Mus’ab (r.a.) ve daha nice yiğitler düşman saflarını yırtmış, dağıtmış, çatışmanın daha başında düşmanı şaşkına çevirmişti.
 
Ebu Dücâne şiirler söylüyordu:
 
“Bil ki; ben, sevgili dostumun ahid aldığı kimseyim,
 
  Dağ eteğinde yer aldık, durduk hurmalıklar yanında.
 
  Hiçbir zaman bulunmam geri saflarda, gözden uzakta
 
  Durmam, vururum düşmana Allah kılıcıyla, Rasül kılıcıyla..”
 
Gerçekten de vuruyordu. Kılıcın hakkını vererek vuruyordu.
 
Zübeyr İbn Avvâm (r.a.), Efendimizin halası Safiyye’nin oğluydu. Çok cesur ve iyi bir savaşçıydı. O anlatıyor:
 
“O gün Rasûlullah’ın (s.a.v.) kılıcını bana vereceğini ümit ediyordum. Almak için de çok istekliydim. Kılıcı bana vermeyip Ebu Dücâne’ye verince gönlümde kırıklık hissettim. Kendi kendime; “Ben halası Safiyye’nin oğluyum. Kureyşliyim. Kılıcı, Ebu Dücâne’den önce kalkarak ben istedim. Ancak, Rasûlullah (s.a.v.) bana vermeyip ona verdi.
 
Vallahi onun ne yaptığına bakacağım!..” dedim ve onu takibe başladım.”
 
Zübeyr (r.a.), daha sonra onun nasıl başına kırmızı şerit bağladığını, bunun “ölümüne” anlamına geldiğini, şiirlerini, önüne kim çıkarsa yere serdiğini anlatır ve şöyle devam eder:
 
“Müşriklerden biri vardı. İyi döğüşüyor, özellikle yaralı gördüklerine saldırıp öldürüyordu..
 
Birbirlerine yaklaşıyorlardı. İkisini karşıkarşıya getirmesi için Allah’a duâ ettim. Çok geçmeden de karşılaştılar.
 
Müşrik olan hamle yaparak kılıcını savurdu. Ebu Dücâne bu saldırıyı kalkanıyla karşıladı ve çelerek hasmının kılıcını boşa çıkardı. Sonra da müthiş bir darbeyle onu yere serdi.
 
Savaş sırasında safların gerisine kadar sarkarak kılıcını Hind’in boynuna dayadı. Sonra; “Allah Rasûlü’nün kılıcını savaşmayan bir kadının kanına bulayamam,” diyerek yönünü değiştirdi ve saldırıya hazırlanan bir başka müşriki saf dışı bıraktı.
 
Bütün bunları görünce kendi kendime; “Allah Rasûlü çok daha iyi biliyor” dedim.
 
Hamza (r.a.) Kureyş’in sancaktarlarından Ertab İbn Şurahbil’e kadar ulaşmış, onu öldürmüştü. Daha sonra birbaşka sancaktar olan Osman İbn Ebî Talha’yı da öldürdü.
 
Savaş, bütün hızıyla devam ediyordu. Elli kişiyi de Ayneyn Tepesinde bırakarak 650 kişi kalan mücâhidler, çok geçmeden kendilerinin dört katından daha fazla olan düşmanı çökertiyordu…
 
Tazelenen hamlelerle düşman safları dağıldı, ardından panik baş gösterdi. Artık çılgınca bir kaçış başlamıştı. Önceden def çalıp erkekleri kışkırtan kadınlar, eteklerini toplamış yamaçlara doğru kaçışıyorlar, kaçışırken eteklerini altından halhalları gözüküyordu.
 
Berâ İbn Âzib’in Sahih-i Buhârî’de yer alan rivâyetinde (8) kaçanların “ganimet, ganimet,” diye bağırdıkları yer alır. Bununla dikkatleri geride bıraktıkları mallara çekmeye çalıştıkları açıktır. Açık ifâdeyle bu; “Siz yendiniz, bizi bırakın ganimet almaya bakın!” demekti.
 
Ne yazık ki öyle de oldu. Savaştan kopan ve ganimet toplamaya başlayanlar görüldü.
 
Bu, biraz da kesin zafer kazanma azmiyle kıymetli mallarını yanında getirenlere karşı bir davranıştı. Ancak sebebi ne olursa olsun ciddî bir hata idi.
 
Ne yazık ki, hatânın daha da büyüğü oldu. Rasûlullah’ın(s.a.v.) tepeye yerleştirdiği okçular, bütün tembihlere rağmen Ayneyn Tepesini boşaltarak aşağıya, ganimet toplamaya indiler. Emirleri olan Abdullah İbn Cübeyr; “Rasûlullah bize ne emretti! Bizden nasıl bir ahid aldı, ne tembih etti!?” diyerek okçuları durdurmaya çalıştıysa da, bu sözler okçuları durdurmaya yetmedi. Heyecan başlamış, düşünceler heyecana boğulmuştu. Belki çoğuna sözlerini bile duyuramamıştı. Tepede onunla birlikte sadece birkaç arkadaşı kaldı.
 
Çok zeki ve kabiliyetli bir komutan olan Hâlid İbn Velid, yapılan hatayı görmüştü. Derhal emrindeki süvâri birliğiyle ileri atıldı. Önlerini kesmeye çalışan Abdullah ve arkadaşlarını şehid etti. O tarihten sonra “Okçular Tepesi” diye anılan Ayneyn Tepesini arkadan dolaşıp, düşmanı kovalayarak öne doğru ilerleyen müslümanların arkasına sarktı ve İslâm ordusunu arkadan vurmaya başladı.
 
Müslümanlar ise, kesin zaferin rehâvetine kapılmışlardı. Bir kısmı savaştan kopmuş ganimet toplıyordu. Merkezî komutayı, bütünlüğü kaybetmişlerdi. Arkadan hücuma uğranınca yapılan hata anlaşıldı. Hemen toparlanmaya çalıştılar. Ne yazık ki, Hâlid’in hücumunu kaçmakta olan müşrikler de görmüşlerdi. Geri döndüler.
 
Müslümanlar artık iki taraflı saldırı kıskacı arasındaydılar. Şaşkınlık, dağınıklık, komutadan kopma… tehlikeyi daha da büyütmüştü.
 
Çok geçmeden savaş, müslümanların aleyhine döndü. Şimdi meydanda tam bir kargaşa yaşanıyordu.
 
Rasûlullah’ın (s.a.v.) çevresi açılmış, bir avuç müslüman onu korumak için asla unutulmayacak fedâkarlık örnekleri gösteriyorlardı.
 
Bu sırada İslâm’ın gurbetteki ilk dâvetçisi, hicret yurdunu hicrete hazırlayan güzel insan, yiğit sancaktar Mus’ab ibn Umeyr şehid edildi. O Allah Rasûlüne (s.a.v.) benzeyen biriydi: “Muhammed öldü!” diye bir ses duyuldu ve kulaktan kulağa yayıldı. Bu, müşrikleri daha da ateşlemiş, mü’minlerin ise şevkini kırmıştı.
 
Savaş meydanının diğer bir tarafında ise başka bir acı gerçek yaşanıyordu. Cübeyr İbni Mut’imin kölesi Vahşî, adım adım Hamza’yı (r.a.) takib ediyordu. Kendisinin de anlattığı gibi, onun yapılan savaşla bir ilgisi yoktu. Savaşa karışmıyor, hürriyetini kazanmak, vaadedilen mükâfat-ları elde etmek istiyordu. Bunun yolu da Hamza’yı öldürmekten geçiyordu.
 
Kayaların, çalıların arkasına saklanarak Hamza’yı takib ediyor, zaman zaman pusu kurup bekliyor, harbesini savunmak için uygun fırsat kolluyordu. Savaş sırasında Hamza’yı bulmak o kadar zor değildi. O bazen başına, bazen de göğsüne uzaktan görülüp tanınması için devekuşu tüyü takardı. Bu; “Ben buradayım. Kendine güvenen bana doğru gelsin, karşıma çıksın,” demekti.
 
Düşmalardan birini daha yere sermiş Sibâ’ İbn Abdü’l-Uzza’ya dönmüştü. Bu an Vahşi için uygun bir andı. Arkası ona dönüktü. Hamza (r.a.) hasmına kılıcını savururken o da arkadan harbesini savurdu. Hamza, düşmanını yere sererken harbe de ona doğru uçtu ve arka bel hizasından girdi, önden çıktı.
 
O büyük insan, yiğit insan, hiçbir şey olmamış gibi geri döndü ve sinsice arkadan harbe savuran Vahşi’ye doğru yürüdü. Vahşi korkmuştu ama Şehidler Efendisi ona doğru iki adım atabildi; sonra düştü.
 
O ruhunu teslim edinceye kadar Vahşi uzakta bekledi. Sonra gelerek harbesini aldı ve amacına ulaşmış biri olarak kenera çekildi. Onun için savaş bitmişti. Uygun bir zamanda gidip müjdesini verecekti.
 
Artık Uhud meydanında çok değişik manzaralar yaşanıyordu. Zor anlar başlamıştı. Zor anlar dâima fedakar dâvâ erlerinin, samimi gönüllerin kendini belli ettiği anlardır. (9)
 
Sahabîlerin bir kısmı savaştan kopmuş ümitsizlik içinde ne yapacağını bilmiyor, bir kısmı dünyadan, herşeyden vazgeçmiş döğüşüyor, bir kısmı Rasûlullah’ın(s.a.v) çevresinde halkalanmış, bütün varlığıyla onu korumaya çalışıyordu.
 
Büyük imtihan başlamıştı…
 
Allah Rasûlü, orduyu yeniden toplamaya yamaçlara doğru çekerek müdafaa konumu almaya, kayıpları önlemeye çalışıyordu. Bu sırada atılan iri bir taşla yaralanmış, zırhının halkaları yanağına saplanmış, açılan yaradan akan kanlar yanağından aşağı süzülmüştü. Sağ alt azı dişinin önünde yer alan dişi kırılmış, dudağı yarılmıştı.
 
Yorgunluk, kan kaybı Allah Rasûlünü takattan düşürmüştü. Bu durumda iken, düşmanın müslümanların ilerlemesini engellemek için açtığı çukurlardan birine düştü. (10) Ali(r.a.) koşarak Rasûlullah’ın elini tuttu; Talha(r.a.) çukura atlayarak çömeldi. Rasûlullah’ı omuzlarına bastırarak ayakları üzeri-ne yükseldi. Zemin seviyesine yükselince Ali (r.a.) Allah Rasûlünü dışarı aldı.
 
Düşman zaman zaman Rasûlullah’ın (s.a.v.) yakınlarına kadar geliyor, çevresinde halka olan mücahidler, akıllara durgunluk veren bir fedakârlık, gayret ve cesaretle onlara imkan vermiyordu.
 
Talha’nın bu savaştaki fedâkarlıkları unutulamazdı, unutulmadı. O da yorgundu ama yılmıyor, her tehlikeye göğüs geriyordu. Bitmeyen bir enerjiyle her yere yetişiyordu. Allah Rasûlünü yamaca tırmanırken de aynı şekilde omuzluyor, kayaların üzerine alarak emniyetini sağlamak için çırpınıyor; dönüp tekrar düşmanla vuruşuyor, sonra yine Rasûlullah’ın yardımına koşuyordu. Gerektiğinde vücudunu kalkan ediyor, avuç mü’minle onu koruyor, sarsılmıyor, yılmıyordu. Her tarafı kan içindeydi. Bir ara önündekiyle boğuşurken yandan Rasûlullah’a (s.a.v.) hamle yapıldığını görmüş, tereddüt etmeden çıplak eliyle bu kılıç darbesini önlemiş, parmaklarını kaybederek çolak kalmıştı.
 
Onun bu davranışı, gösterdiği fedakarlığın boyutlarını özetleyen bir örnekti.
 
Ebu Bekir (r.a.), onun Uhud’da yaptıklarını yakından gören biriydi. Uhud anıldıkça; “O günün bütünü Talha’nındır,” derdi.
 
 
Meydanda da yılmayan yiğitler vardı. Onlar, âhiretini dünyadan çok daha fazla seven ve bu şuuru bütünüyle ortaya koyan insanlardı. Zor anların yılmaz yiğitleri, tarih sayfalarında silinmez hatıralar bırakıyordu.
 
Onların fedakarlıkları, müşriklere zafer çoşkusunu tatma imkanı vermiyor, yavaş yavaş gözlerini yıldırmaya başlıyordu.
 
Allah Rasûlü (s.a.v.) yamaçlardaki yerini almıştı. Artık mü’minleri müdafa için konumu daha iyi olan yamaçta toplanmaya çalışılıyordu.
 
 
Allah Rasûlü’nün(s.a.v.) yanağındaki zırh parçalarını Ebu Ubeyde dişleriyle tutarak çıkarmış, halkaları çıkarırken iki ön dişini kaybetmişti.
 
Ali (r.a.) kalkanın tersiyle su getirdi. Fâtıma (r.a), bu suyla Efendimizin  yanağındaki kanları temizledi; akan kanı durmayınca da bir hasır parçasını yakarak külünü yaraya bastırdı ve kanı böyle durdurdu.(11)
 
 
Rasûlullah’ın (s.a.v.) hayatta olduğu, Uhud’un yamacında yer aldığı görülünce mü’minler ona doğru yönelmeye başladı.
 
Rasûlullah (s.a.v.) da; “Bana doğru gelin, bana doğru!” buyurarak sahabîleri yamaca çağırıyor, onun sesini duyanlar, onu görenler gelerek çevresinde yer alıyorlardı. Yeni bir şevk rüzgarı esmeye başladı. O ana kadar cihaddan kopmayan yiğitlerin omuzladığı savaş, artık yeniden bütünlük kazanıyor, yavaş yavaş denge kuruluyordu.
 
Bir grup müşrik, yan taraftan yamaca tırmanarak yeni bir saldırıya geçtiyse de Ömer (r.a.), onları gördü ve arkadaşlarıyla birlikte o tarafa atılarak müşrikleri geri püskürttü.
 
Yüksek mevzilerden yaylar gerilmeye, düşman üstüne oklar yağmaya başladı. Ebu Talha, bileği güçlü bir insandı. Yay elinde son noktaya kadar geriliyor, yaydan boşanan oklar, ıslık çalarak uzak mesafelere kadar uçuyordu.  Bazen yay bu güçlü gerişe dayanamayıp kırılıyordu. O gün elinde üç yayın kırıldığı nakledilir. (12)
 
Her iki tarafta da yorgunluk belirtileri başlamıştı. Çok geçmeden harp hızını yitirdi.
 
Bu sırada müşrik kadınları, cephe gerisinde kalan şehidlerin burnunu, kulağını kesiyor; böylece kinlerini tatmine çalışıyorlardı. Bu şekilde insanın aslî yaratılışını kasıtlı bozmaya, uzuvları kesmeye “müsle” deniyordu. Hind de Hamza’nın (r.a.) yanına geliyor, o da müsle yapıyor, Hamza’nın göğsünü yararak ciğerini yemeye kalkıyor; kinle dolan kalbi bu davranışı kaldırırken, midesi onu kaldırmıyor ve kusuyordu.
 
Öfke ve sadistçe duygular ne yazık ki bu dereceydi.
 
Ebu Süfyan, atıyla yamaca doğru yaklaştı ve savaşın son dakîkalarının yaşandığını belli eden şu cümleleri söyledi:
 
“Harp, taraflar arasında döner, dolaşır! Bu gün, Bedr’in karşılığı olan gündür! Ölülerden, müsle yapılanları göreceksiniz. Ben enretmedim. Bu konuda beni kötülemeyin.” Sonra slogan şeklinde bağırdı “Yücelsin Hübel!”
 
Rasûlullah (s.a.v.) Ömer’e (r.a.) kalkıp cevap vermesini emretti. Ömer (r.a.) gür sesiyle onun sloganına karşılık verdi: “Allah, daha yüce, daha azizdir! Tekdir; başka ilâh yoktur!
 
Bizim ölülerimiz Cennet’te, sizinkiler Nâr’dadır.” (13)
 
Bu, o anda Uhud meydanında yatan ölülerin akibet özetiydi. “Bir grup Cennet’te, bir grup Cehennem ateşinde.”
 
Ebu Süfyan bu cümlelere nasıl cevap vereceğini bilemiyordu. “Ömer, bana doğru yaklaşır mısın?” dedi. Belli ki kesin ve net cevap almak istediği bir şeyler vardı.
 
Peygamberimiz  Ömer’e (r.a.); “yakınına var; bak ne istiyor?” buyurdu. Ömer (r.a.) yaklaştı. Gerçekten Ebu Süfyan’ın sormak istediği bir şeyler vardı:
 
“Allah için söyle Ömer! Muhammed’i öldürdük mü?
 
Cevap verdi: “Allah hakkı için hayır! Şu anda seni duyuyor.”
 
Hz Ömer’den bunu duyan Ebu Süfyan’ın sözleri de ibret vericiydi: “Senin İbn Kamie’den daha doğru sözlü, daha dürüst olduğuna inanıyorum.”
 
İbnü Kamie Peygamberimizi öldürdüğünü söyleyen ve bunu herkese yayan kişiydi… Müşriklerin başında bulunan kişi, bir müslümana kendi arkadaşlarından daha çok inandığını söylüyordu.
 
Ebu Süfyan, yanındakilerle birlikte meydandan ayrıldı. Ayrılırken de şöyle bağırdı:
 
“Gelecek yıl Bedir’de buluşalım!”
 
Bu yeniden kozları paylaşmak üzere yer ve zaman tayiniydi. Efendimiz, sahabîlere cevap vermelerini emretti: “Evet! O gün, orada buluşmak üzere!”
 
Müşrikler, savaş meydanından ayrıldıktan sonra yaralılar ve şehidlerle ilgilenilmeye başlandı.
 
Her kes, alınan yarayla üzüntülüydü. Şimdi arayıp şehidlerini buluyorlar, yakınları buldukları şehidlerini defn için hazırlıyorlardı.
 
Şehidlerden bir çoğu müsleye maruz kalmıştı. Bu manzaralar kolay unutulacak manzaralar değildi. Ebu Süfyanın da ifade ettiği gibi onlar arasında da bu vahşeti doğru bulmayanlar vardı.
 
Bu sırada Peygamberimizin halası, Hz. Hamza’nın anne-baba bir kızkardeşi olan Safiyye (r.a.) de, kardeşi Hamza’yı arıyordu. Efendimiz, onu uzaktan gördü. Yanında bulunan oğlu Zübeyr’e, gidip annesini geri döndürmesini söyledi. Safiyye’nin Hamza’yı (r.a.) bu durumda görmesini istemiyordu. Zübeyr, annesinin yanına gelerek, Rasûlullah’ın (s.a.v.) dönmesini emrettiğini söyledi.
 
Ancak Safiyye, neden dönmesinin istendiğini biliyordu. “Niçin?” dedi. “Ben kardeşimin şehid olduğunu, ona müsle yapıldığını biliyorum. Bu, Allah yolundadır. Allah Katında sevâbını umuyorum ve inşallah sabredenlerden olacağım!”
 
Sonra Hamza’nın yanına geldi. Ona baktı. İçi dolu doluydu ama kendine hakimdi. Duâ etti.
 
“Allah’a aitiz ve yine O’na döneceğiz,” dedi. Onun için istiğfarda bulundu.
 
O çelik irâdeli, vefâkar, fedâkar, takva dolu, hak yolun yolcusu, örnek bir kadındı… Hayat boyu İslâma büyük hizmetleri oldu.
 
Müşrikler Uhud’u terkederken Rasûlullah(s.a.v.) Ali’yi (r.a.) peşlerinden gönderdi ve şöyle buyurdu:
 
“Onları takip et. Ne yaptıklarına ve ne yapmak istediklerine dikkat et. Eğer atları yedeğine alır, develere binerlerse Mekke’ye gitmek istiyorlar demektir. Yok develeri yedeğe alır, atlarına binerlerse Medine’ye saldırı tazeleyecekler demektir. Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki; Medine’ye yönelirlerse karşılarına çıkar yeniden savaşırım.”
 
Ali (r.a.), anlatıyor:
 
“Müşrikleri takibe başladım. Ne yaptıklarını gözetliyordum. Atları yedeğe aldılar, develere bindiler ve Mekke’nin yolunu tuttular.”
 
Şehidler toplandı. Namazları kılındı. Elbiseleri ve kanlarıyla Uhud toprağına verildi.
 
Çocukluğunu ve gençliğinin büyük bir bölümünü ipek elbiseler içinde geçiren Mus’ab’ın şehid düştüğü sırada üzerinde bulunan yamalı elbisesinin vücudunu örtmeye yetmeyişi, elbisesinin baş tarafına çekilerek ayaklarının izhir otlarıyla örtüşülüşü herkesin gönlünü burmuştu…(14)
 
Şehidler Efendisi Hamza ile Uhud’un cesur ve samimiyet örneği Abdullah İbn Cahş ve İslam Sancaktarı, gurbet davetçisi Mus’ab İbn Umeyr yanyana gömüldü.
 
Günümüzdeki yapısında Uhud şehidliğinin ortasında bulunan siyah taşlarla çevrili bölümde onlar yatmaktadırlar.
 
Diğer şehidler de ikişer-üçer daha çok kur’ân bileni, ilimce daha üstün olanı öne alınarak toprağa verildiler.
 
Allah Rasûlü (s.a.v.) şehidleri toprağa verdikten sonra:
 
“Bunların kıyâmet günü şâhidi benim” buyuruyordu.
 
Onlar şehid, Allah Rasûlu de şâhiddi. Daha ötesi düşünülebilir mi?
 
Şehidlerin defninden sonra Medine’ye dönüldü.
 
Müşrikler, Mekke’ye doğru yola çıktıktan bir süre sonra “Ravhâ” denilen yerde konakladılar. Konaklama sırasında içlerinden biri; “Biz ne yapmış olduk? Evet güçlerini kırdık ama sonunda onları bıraktık. Hâlâ çevresinde toplanacakları, biraraya gelebilecekleri başları duruyor. Temellerini sökemedik, kökten bir temizlik yapamadık. Geri dönelim, kalanlara hücum edelim.  Tamamıyla onlardan kurtulalım.”
 
Sözler onlar açısından doğruydu. Müşrikler, Medine’ye İslâmı söndürmek, bütünüyle yok etmek niyetiyle gelmişlerdi. Önceden de bu arzu ve hırları vardı ama Bedir Gazvesinden sonra hergün bu duyguyla yatıp, bu duyguyla kalkar hale gelmişlerdi. Bir yıldır bunun için hazırlanıyorlardı.
 
Müslümanların, Allah Rasûlüne nasıl bir bağlılık içinde olduklarını, îman nûrunun onları nasıl bir duruma getirdiğini, âhirete olan îmanla, şehitlik rütbesine duyulan sevgiyle neler yapabildiklerini Bedir’de görmüşlerdi. Uhud’da tanık oldukları ise daha müthişti. Aldıkları yaraya, uğradıkları dağınıklığa rağmen nasıl yiğitler çıkardıklarını, Rasûlullah’ın çevresinde nasıl bir halka olıuşturduklatrını, fedâkârlıklarının hangi boyutlara vardığını… görmüşler ve yaşamışlardı.
 
Muhammed, yine hayattaydı. Ebu Bekir, Ömer, Ali ve daha niceleri yine İslâmın hizmetindeydi.
 
Unutulmaması gereken bir gerçek daha vardı: Müslümanlar küçümsenemeyecek bir savaş tecrübesi daha yaşamışlardı. 700 kişilik bir güçle 3000 kişilik bir orduyu dağıtmışlar ve onu hezimet noktasına getirmişlerdi. Kendilerine güvenleri artmıştı.
 
Bu fırsat bir daha ele geçmezdi. Müslümanlar safında, bir daha korudukları tepeyi terkederek ordunun arkasını hücuma açık bırakanları bulamazlardı.
 
Sonuçta, müslümanları kolay kolay bu kadar zayıf yakalayamazlardı.
 
Geri döndüler…
 
Ancak Rasûlullah (s.a.v.), onların dönüş haberini almıştı. Mü’minleri yeniden düşmana karşı çıkmaya çağırdı. Bu çağırış, çok özel bir çağırıştı: “Benimle, yalnız dünkü savaşa