“Genç”, Arap Lisanında daha çok iki kelimeyle ifade edilir: “Şâb” ve “Fetâ”. Genç kız için de “Şâbbe” ve “Fetât” kelimeleri kullanılır. “Şâb” (شـاب) ve “şâbbe” (شـابة) kelimeleri, “şebbe” (شـبَّ) fiilinden türer. “Şebbe” ise asıl manasıyla “daha canlı, daha güzel, daha dikkat çekici, daha göze çarpar hale geldi” demektir. Nitekim alevlerle tutuşarak canlanan bir ateş için “şebbe’n-nâr” (شـبَّ النـار) = “Ateş tutuştu, alevleri canlandı” ifadesi kullanılır. Tutuşan ateşin alevleri canlanınca şüphesiz ışığı ve ısısı artar, dolayısıyla ateş daha canlı, daha dikkat çeker hale gelir.
Günümüzde de yangın çıkışını ifade için Arap âleminde “şebbe’l-harîk” denir.
İbnü’l-Manzûr, Lisânü’l-Arab’da bu anlamı vurgulamak için Mutarrif’in rivâyet ettiği bir hadisi nakleder. Hadis şöyledir:
“Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz, siyah bir bürdeye sarınmıştı. Bürde siyahlığının çerçevelediği Rasûlullah’ın ten beyazlığı, daha canlı bir hale gelmiş, daha dikkat çekici olmuştu. Rasûlullah’ın beyaz teni de bürdenin siyahlığını dikkat çekici hale getirmişti.”
Hadis-i şerifte vurgulandığı gibi bu zıtlık, güzelliğe güzellik katmıştı.
Bir başka rivâyette de Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz siyah bir elbise giydiklerinde Âişe Validemiz; “Üzerinde ne güzel durdu. Onun siyahlığı senin beyazlığını, senin beyazlığın da onun siyahlığını canlandırıyor, güzelleştiriyor!” diyerek aynı konuya dikkat çekiyor ve bunu ifade için “şebbe” kökünden türeyen kelimeler kullanıyordu.
Tay Kabilesinden bir şair, İslâm öncesi söylediği şu mısrasında aynı manayı vurguluyordu:
“Koyu gece karanlığı nasıl dolunaya bambaşka bir canlılık verirse,
Siyahlar da, o yârin güzelliğe güzellik katmış, rengini canlandırmış.,,
Şâir böylece sevgilinin siyah başörtüsünün veya koyu siyah saçlarının, yüzünün beyazlığını daha dikkat çekici hale getirişini, gece karanlığının çerçevelediği dolunayın daha da belirgin, canlı, dikkat çekici hale gelişine benzetiyordu.
Ayrıca “şebbe” fiili, bir atın ön ayaklarını kaldırarak şahlanışına, coşkunluk göstererek ve taşkınlık ederek dikkatleri üzerine çekişine de kullanılır.
İnsan hayatının devrelerinde ise gençlik; çocukluk devresinin tamamlanıp bülûğa eriş ile dinçlik ve olgunluk devresi dediğimiz devre arasına rastlar. İnsan bu devrede gelişmesini tamamlar, toplum içinde kendini gösterir, gücünü, kuvvetini, zekâsını, merakını, ileriye yönelik heveslerini, umutlarını, hayallerini, beklentilerini belli eder hale gelmiştir. Gençlik en atak ve canlı devredir. Kişinin kendini gösterme, dikkatleri üzerine çekme devresidir. Haliyle kelimenin lügat mânâsı, yaşanılan bu devrenin özellikleriyle uyumludur.
Genç bir erkek artık kendi cinsine ait özellikleri kazanmış; genç bir kız da kendi cinsinin yapısını, özelliklerini, tavırlarını sergiler hale gelmiştir.
Bu devre, bir yükseliş devresidir.
Her ne kadar bu devrenin başlangıcını bülüğa erme ile sınırlandırmak mümkün ise de, bitiş çizgisi o kadar kesin ve net değildir. Hele de gönüllerin kolay kolay gençlikten vaz geçmediği düşünüldüğünde…
“Genç” kelimesi, ihtiyar veya yaşlı kelimesinin karşılığı olduğu gibi, “şebbe” fiilinden türeyen “şebab” kelimesi de “şeybe” (saçları ağarmış ihtiyar) kelimesinin karşıtıdır.
Yaşlılığın acizliğini yaşayan bir şâir, duygularını gençliğin özlemiyle birleştirerek şöyle der:
“N’olaydı, bir gün geri döneydi gençlik yeniden bana,
Anlataydım ona; neler yaparmış bu yaşlılık insana.”
Önceden de zikredildiği gibi gençkıza “şâbbe”, çoğuluna “ şevâb” denir. Erkekler için kulanılan çoğul ise “şebâb” ve şübbân”dır.
Genç anlamına kullanılan ikinci kelime ise ”fetâ”dır. Fetâ, çocukluğun ve “murahaka” denilen devrenin tamamlanıp, kişinin kendine güvenir, kararlarını kendi verir, sorumluluk üstlenebilir, gelişmesini tamamlayıp ulaştığı bedenî güçle aklının irşad ettiğini gerçekleştirebilir hale gelebilmesidir. Önüne çıkan hadiseleri iyice düşündüğünde, onları evirip-çevirdiğinde, geçici hislerinden sıyrıldığında gerçek menfaatinin nerede olduğunu bulabilendir. Edindiği bilgileri, tecrübelerle sabitleştirme ve olgunlaştırmanın eşiğinde olan kişidir.
Geleceğe umutla bakabilen, bilgisine bilgi katabilmek, hayata daha donanımlı atılabilmek için öğrenme azminde olan, merak hisleriyle dolu kişidir. Hayattan, gördüklerinden, yediklerinden, içtiklerinden… lezzet duyabilen, zevk alabilen; emeller ve hayallerle geleceğini süsleyen insandır.
Rebi’ el-Ensârî isimli şâir bunu ifade için şöyle der;
“İki yüz yıl yaşasa da bir insan,
Uzun olsa da ömür sönmüştür artık inan,
Var olan, hayata tat veren lezzet duyguları,
Geçip gitmiştir, gelmez artık o gençlik çağları,”.
“Feta”kelimesi, “fetiyy” kelimesinin mastarıdır. “Fetiyy” “yaşı genç olan, taze ve canı demektir.
“Fetâ”nın çoğulu; “fütüvv, fidyân ve “fitye”dir. Nitekim kelimenin çoğulu Kur’ân-ı Kerîm’de hem “fitye” hem de “fityân” olarak geçmektedir. Kehf Sûresinin 10. âyet-i kerîmesi şöyledir:
“Gençler, mağaraya sığındılar ve; Rabbim! Bize tarafından rahmet ver ve içinde bulunduğumuz bu durumdan kurtuluş için hayırlı bir çıkış yolu hazırla, diye duâ etmişlerdi.”
13. âyet-i kerîmede ise mağaraya sığınan bu gençler şöyle tarif edilir:
“Onlar, gerçekten Rablerine inanan gençlerdi. Biz de onların hidayetini artırdık, imanlarına iman kattık.”
“Fityân” olarak da Yusuf Sûresinin 62. âyetinde zikredilir.
“Yusuf (a.s.) emrindeki gençlere dedi ki; Onların sermayelerini yüklerinin içine koyun. Olur ki âilelerinin yanına döndüklerinde farkına varırlar da belki geri gelirler.”
Genç kız için kullanılan “fetât” lafzının çoğulu da “feteyât” tır. Nisâ Sûresinin 25., Nûr Sûresinin 33. âyet-i kerimelerinde de bu kelime zikredilir.
“Fetâ” ve “feteyât” kelimeleri ayrıca köle ve câriye için de kullanılır. Bunun sebebi, belki de Allah Rasûlü’nün;
Sizden biri; “kölem” veya “câriyem” demesin. Onun yerine “fetâye”(gencimiz) veya “fetâtî” (genç kızımız)” ifadelerini kullansın, buyruğudur.
Böylece Rasûlulllah (s.a.v.) Efendimiz hem Allah’tan başkasına kulluk, kölelik ifadesini hoş görmediğini açıklamış, hem de köle ve câriyelerin bu vasıflarla çağırılarak veya anılarak rencide edilmelerini istememiştir. İslâm, ârızî (gelip-geçici) olan bu vasfın, cemiyet ve fertler zarar görmeden ortadan kaldırılmasını arzu etmiş ve köleliğin devam ettiği süreç içerisinde de aralarında bulundukları âilelerle kaynaşmamalarını, onlar tarafından âileden kabul edilir hale gelmelerini, kollanıp gözetilmelerini, sözle bile rencide edilmemelerini istemişti.
Diğer taraftan Allah Rasûlü’nün işaret ettiği incelik ve edep, şüphesiz köle ve câriyelere davranışlarına tesir edecek, insanların onlara bakış açılarında sevgi ve şefkat uyanmasına sebep olacaktı.
Yine benzerî duygularla hizmetçi konumundaki erkek ve kadınlara da “fetâ” ve “fetât” denmiştir. Nitekim Yusuf Sûresinde yer alan “fityân” bu anlamdadır. Yusuf’un (a.s.) emrindeki hizmetkârlar ve askerler bu kelimeyle zikredilmişlerdir.
Musâ (a.s.) ile aynı kayıkta yer alan ve onun hizmetinde bulunan genç de birinci derecede bu vasfı sebebiyle “fetâ” diye anılmıştır. Çünkü bu genç, denizdeki yolculukları sırasında kendisine hizmet ediyordu.
“Fetvâ” kelimesinin de bu kelimeyle bağı vardır. Çünkü “fetvâ” veren kişi de bir konudaki delilleri, bilgileri toplar ve ortaya kemale ermiş, netleşmiş bir hüküm çıkarır.
“Şâb” ve “şebâb” kelimeleri hadis-i şeriflerde yer almakla birlikte Kur’ân-ı Kerim’de rastlanmamakta, onun yerine “fetâ” kelimesi gerek tekil, gerek ikili, gerekse çoğul olarak on yerde zikredilmektedir.
Bizler de bu yazımızda hem bunları, hem de değişik vesilelerle Zikr-i Hakîm’de yer alan gençlerle ilgili olan bilgileri, buyrukları ele alıp incelemeye çalışacağız.
İnsanlığın İlk Günleri
İlk İnsan olan Âdem (a.s.), şüphesiz yaratılış günlerinde gençti. Kendi parçasından yaratılan Havva Vâlidemiz ile hayat yolculuğuna başlamış, onun yanında ve onun yakınlığında huzur ve sükun bulmuştu.
Zikr-i Hakîm’e kulak veriyoruz:
Sizi tek bir candan yaratan, o candan da yanında huzur ve sükun bulsun diye zevcesi Havva’yı var eden O’dur. Âdem zevcesiyle birleşince, zevcesi hafif bir yük yüklendi. Havva, hamile kaldıktan sonra bir müddet bu yükünü taşıdı. Hâmileliği ağırlaşınca Rabbleri Allah’a; “Andolsun ki, bize kusursuz bir çocuk verirsen mutlaka şükredenlerden oluruz,” diye duâ ettiler. (A’râf, 7/ 189)
Bir başka âyet-i kerîmede de şöyle buyrulur:
! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan da eşini var eden ve ikisinden birçok erkek ve kadınlar üreterek yeryüzüne yayan Rabb’ınızdan sakının, takvâ ve tâatla dolu olun…” (Nisâ, 4/ 1)
Nitekim insanlık çoğalmaya başladı. Âdem ile Havvâ’nın bu mutlu, birbirlerinde huzur buldukları beraberlikleri, henüz gençliklerinin baharında olan iki oğulları arasında çıkan bir anlaşmazlık ve olayla ciddî bir yara aldı. Yaşadıkları bu tecrübe oldukça onlar için çok acı bir tecrübeydi.
Bu olay, itaat ve teslimiyet ile hırs, kıskançlık ve hasedin insanoğlu arasında ilk baş gösteren mücadelesi, ilk kavgaya dönüşen çatışöasıydı. Kaynaklarımız, bu husûmeti ve sonucunu özetle şöyle anlatırlar :
Havvâ Vâlidemiz, her batında ikiz dünyaya getiriyordu. Bu ikizlerden biri kız, diğeri erkek olarak dünyaya gelirdi. Çocuklar büyüyüp evlilik çağına geldiklerinde Âdem (a.s.), ikizlerden birini diğer ikizin karşı cinsiyle evlendiriyordu.
Oğullarından Kâbil ile Hâbil de büyümüş, gelişmiş, evlilik çağına gelmişlerdi. Aynı şekilde kızkardeşleri de serpilmiş, büyümüştü. Kâbil ile onun ikizi olan kız, Hâbil ile ikizinden yaşça daha büyüktü. Hatta kaynaklarımız bu sırada Kâbil’in 25 yaşlarında, Hâbil’in ise 20 yaşlarında olduğunu, Kâbil’in ziraatle, Hâbil’in de hayvancılıkla uğraştığını nakleder.
Âdem (a.s.) Hâbil’i, Kâbil’in ikiziyle evlendirmek istedi. Kâbil’in ikizi olan genç kız gerçekten güzeldi. Kabil, Hâbil’in ikizinden güzel olan kendi ikiz kardeşini Hâbil’e vermek istemiyordu. Onunla evlenmek isteyen Hâbil’e; “O benimle birlikte dünyaya gelen kardeşim. Seninkinden daha güzel. Onunla evlenme hakkı da öncelikle bana ait,” diyordu.
İş iddialaşma ve nizaya dökülünce devreye Âdem (a.s.) girdi. Kâbil’e; Oğlum o sana helâl değil,” dedi. Ancak Kâbil, babasının bu sözüne de itiraz etti. Bu konuda kolay kolay ikna olacağa da benzemiyordu. Durum bu noktaya gelince Âdem (a.s.) ona; “Oğlum! Sen Allah için bir şey sun. Kardeşin Hâbil de sunsun. İçinizden hangisinin sunduğu kurban kabul edilirse, ikizinle evlenme hakkı onun olsun,” dedi. Durumu Yaratan’a havale etmişti. Kavganın biteceğini ummuştu.
Kâbil, buna da itiraz edecek durumda değildi. Yetiştirdiği buğday başaklarndan bir demet oluşturup getirerek bırakması gereken yere yerleştirdi. Ancak başakların seçimini hiç de güzel yapmamaıştı. Demetin içinde dolgun ve olgun daneli başaklar pek göze batmıyordu. Hattâ Südiyy’in İbn Abbâs ve İbn Mes’ud’dan (r.a.) nakletteiği rivâyete göre sunduğu demetin içinde dolgun bir başak görmüş, onu demetin içinde çekip alarak ufalamış ve yemişti.
Hâbil’in bu konudaki tavrı ise ondan çok daha farklı idi. Kurban için hayvanlarının en güzellerinden birini seçmişti. Rabbine sunacağı kurban güzel olmalıydı. Çünkü sunacağı hayvanı da yaratan, gökten boşanan yağmurlarla, yerden fışkıran otlarla asıl besleyen O’ydu. O, kurban olarak seçtiği güzel bir hayvanı sundu.
Elbette ki o yıllarda yiyecek nimet bol, et verecek fakir insan yoktu. Dolayısıyla kurban verişin şekli de değişikti. Allah için vaz geçilenler yan yana konmuştu. Şimdi ne olacağı bekleniyordu. Birden gökten parlak bir ışık indi, Hâbil’in sunduğu kurbanı aldı, gözlerden yok etti. Bu onun kurbanının kabul edildiğini gösteriyordu.
Bu durum, Kâbil’i son derce öfkelendirmişti. Hâbil’e; “Seni öldürür, kardeşimle evlenmeni yine engellerim!,” diyordu. Tehdit ciddi idi. Ancak Hâbil’in bu öfkeli ve saldırgan sözlere cevabı bir gerçeği hatırlatma şeklinde oldu: “Allah takvâ sahiplerinin güzel amellerini, kurbanlarını kabul eder.”
Zikr-i Hakîm, bu olayı şöyle anlatıyor:
“Onlara, Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek şekliyle anlat. Hani her ikisi de birer kurban takdim etmişlerdi de birisinin kurbanı kabul edilmiş, diğerininki edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen kardeş; – Yemin olsun ki seni öldüreceğim! dedi. Diğeri ise; – Allah ancak takvâ sahiplerininkini kabul eder, diyerek cevap verdi.” (Mâide Sûresi, 5/ 27)
Ve ekledi: “Andolsun ki sen, öldürmek için bana el uzatsan bile, seni öldürmek için ben san el uzatmayacağım. Ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.
İlle de beni öldüreceksen ben, hem benim günahımı, hem de kendi günahını yüklenerek senin ateşe atılanlardan olmanı tercih ederim. Zâlimlerin cezası işte budur.” (Mâide, 5/ 28-29)
Hâbil’in verdiğ bu karar, sıradan bir karar, söylediği sözler de suradan sözler değildi. İnsanlığın bu ilk kavgasında gelinen bu durum, öncesi ve sonrasıyla, alınan tavırlarla gerçekten üzerinde durulması ve düşünülmesi gereken bir durumdur.
Kâbil’in gözünü artık hırs bürümüştü. Evlenmek istediği kızı kaybetmenin eşiğine gelmişti. Kurbanının reddedilmesinin, içinde taşıdığı saldırgan ve haksız, yersiz duyguların açığa çıkmasının sıkıntılarını yaşıyordu. Çözülmüş, dengeyi kaybetmiş bir durumdaydı. Öfkesini, hırsını, hasedini, kıskançlığını… tehdide döküyor, kardeşi Hâbil’i ölümle tehdit ediyordu. Tâbir yerindeyse gözünü kan bürümüştü.
Hâbil ise nefse çok zor gelebilecek bir karar almıştı. Ancak doğru kararı almış, doğruyu yapıyordu. O, yanlışa, yanlışla, zulme zulümle, kine kinle karşılık vermeyecek, Kâbil’in düştüğü çukura, o düşmeyecekti. Sabredecek, Allah’ın rızasını, ecrini tercih edecekti. Allah’ın huzuruna zâlim olarak çıkmaktansa veya zulme ortak olmaktansa, mazlum olarak çıkmayı arzu ediyordu. Üstelik iki kardeşten daha güçlü olanı oydu.
İki kardeşin arasında geçen bu konuşmada dikkat edilip ibret alınması gereken bir incelik daha var. O da, Hâbil’in niyetini ve alacağı tavrı önceden belli edişidir. Bu belli ediş, iki temel ciddî konudaydı:
1- Kendisi, kardeşine karşı saldırı ve öldürme hırsı taşımıyordu. Böylece Hâbil, alevlenen ateşi körüklemeyeceğini açığa vuruyordu.
2- Aldığı tavır ve söylediği cümlelerle kardeşine nasihat ediyordu. Bu şekilde ona doğruyu hatırlatıyor, içine düşeceği hatayı, kendisini öldürürse hatalarına nasıl bir hata, günahlarına nasıl bir günah daha ekleyeceğine dikkat çekiyordu. Üstelik bu seferki hata öyle bir günah, öyle bir isyandı ki Hâbil onu işlemektense ölmeyi tercih ediyordu. Çünkü bu günah, işleyeni Cehennem ateşine sürüklayacakti. Zâlimlerin sonu da buydu…
Gözünü hırs ve hased bürümüş olan Kâbil, ne yazık ki bu gerçeği anlamadı, irşad ve nasihat onda hedefini bulmadı; gelecek nesillere bir ibret olarak kaldı. Kâbil’in içinden bir ses durmadan onu tahrik ediyordu. Önünde duran seçeneklerin içinden doğru olan yerine kendisini arzu ve hedefine götürecek olanı seçiyordu. Arzusuna ulaşmak için de kardeşi önünde ciddî bir engeldi.
Neticede bütün doğrulara kulağını tıkayarak, gerçeklere göz kapayarak takvâ ve teslimiyet, hayr ve fazîlet dolu kardeşi Hâbil’i öldürdü. O anda belki kazandığını zannediyordu ama kaybeden o oldu.
Kâbil’in bu sıradaki duygularını elbette ki bütünüyle bilemiyoruz. Ancak kardeşini öldürür öldürmez içini bir suçluluk duygususnun kapladığı kesindi.
Şimdi önüünde bir problem daha vardı. Öldürdüğü kardeşini ne yapacaktı? Artık hareket etmeyen bir bedenle karşı karşıyaydı ve bu kendi suçunun eseriydi. Bir an evvel ondan kurtulmalı gözünün önünden uzaklaştırılmalıydı. Nasıl ve ne şekilde?…
Uzun süre ne yapacağını bilemeden ölü kardeşini sırtında taşıdığı nakle-dilir. Çünkü insanlık tarihi yeni başlamıştı. Önceden bir insanın ölümüyle karşı karşıya gelinmemiş, böyle bir durumda ne yapılacağı öğrenilmemişti. O, bu şaşkınlık ve çaresizlik içindeyken gereken işaret geliyor, gözünün önünde bir örnek cereyan ediyordu. Zikr-i Hakîm’e kulak veriyoruz:
“Allah bir karga gönderdi. İşlediği çirkinliğin bir neticesi olarak bu hale gelen kardeşinin cesedini nasıl örteceğini ona gösterircesine yeri deşeliyordu. Kendi kendine şöyle dedi: -Yazıklar olsun ! Bu karga kadar da olamadım? Kardeşimin cesedini örtemedim!..
İçinde bulunduğu duruma pişmanlık duyanlardan oldu.” (Mâide Sûresi, 5/ 31)
Kurtubî (rh.a.), Mücahid’den; iki karganın gelerek öldüresiye birbirleriyle döğüştüklerini, dövüş sırasında birinin diğerini öldürdüğünü, daha sonra da çukur kazarak onu gömdüğünü nakleder.
Karganın davranışlarını gören Kâbil ne yapacağını anlamıştı. Yeri kazarak açtığı çukura kardeşini koydu, sonra üzerini toprakla örttü. Cesedi gömmüş, şimdilik içinde bulunduğu çaresizlikten kurtulmuştu.
Kaynaklarımızda Âdem (a.s.)’ın olayı duyunca son derece üzüldüğü, uzun yıllar gülmediği, hiçbir şeyden tat, lezzet alamadığı nakledilir. Onun bu duyguları mısralara dökülmüştür:
” Değişti sanki beldeler, değişti üstündekiler,
Tozlandı yeryüzü; bulandı, çirkinleşti görüntüler,
Değişti her renklinin rengi, kalmadı tatlar, lezzetler,
Azaldı çehrelerdeki gülücükler, azaldı aydınlık yüzler…”
Ne var ki olan olmuştu. Üzüntüler gideni geri getirmiyordu. İlk cinâyet işlenmişti. Bu cinâyeti işleyenin artık kıyamete kadar işlenen her cinâyetten payı olacaktı. Çünkü yolu o açmıştı. Allah Rasûlü, Abdullah İbn Mes’ûd’un (r.a.) rivâyet ettiği bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyordu:
“Ne zaman can taşıyan bir insan zulmen öldürülse, Beşeriyetin ilki olan Âdem’in oğlu onun kanından bir günah payı alır. Çünkü öldürme yolunu ilk açan kişi odur.”
Burada “Âdem’in oğlu” diye zikredilen şüphesiz Kâbil’dir. Bu yolu başlatan odur.
Aynî o günlerde Kâbil’in yaşının 25, Hâbil’in yaşının 20 olduğunu kaydeder. Bir başka ifadeyle bu yaşlar gençliğin zirve çağlarıdır. Ne yazık ki kan bulanmıştır.
Cür’et ve Cehâlet
Şüphesiz gençler üzerinde yapılacak çok ciddî tahlillere, bu tahlillerden çıkan neticelerin değişik açılardan değerlendirilmesine, eğitim ve öğretim için çizilecek plan ve programların buna göre yapılmasına ihtiyaç var.
Gençlerin yakından tanınması, duygularının, düşüncelerinin, hevesleri-nin, arzularının, emel ve ümitlerinin yakından bilinmesi, onlarla birlikte yürümeyi ve onlardan verim almayı kolaylaştıracaktır.
Gençlerin en belirgin özelliklerinden biri de cür’et ve cesaretlerinin, bilgi ve tecrübelerinden daha fazla oluşudur. Bildiklerini, mevcut bilgilerinden çok daha fazla zannedişleri, çevresinde yaşananlara kendi bakış açılarından başka bakış ve değerlendiriş açılarının bulunabileceğini, belki de bu açıların daha doğru olabileceğini zor kabul edişleridir.
Zannediyorum Nuh (a.s.) ile oğlu arasında yaşananlar bunun açık misallerinden biridir. O günlere dönüyoruz:
Hakka teslim olmayan, içinde yaşadığı bataklıktan çıkmayan, çıkma yolunda da hiçbir gayret sarfetmeyen, üstelik kendilerinin kurtarmak için çırpınan Nuh (a.s.) ile alay eden; “Biz seni apaçık bir sapıklık, dalâlet içinde görüyoruz,” diyerek kendilerini doğru, Nuh (a.s.)’ı yanlış gören kavim için toplu azap günleri gelip-çatmıştı.
Nuh (a.s.), emredildiği şekilde gemi yapıyor; o çalışırken yakınından gelip geçenler kendisiyle ve yaptığı işle alay ediyorlardı.
Bu sırada oğullarından Sâm, Hâm ve Yâfes yanındaydı, hidâyet saflarında yer almışlardı. Dördüncü oğul Yâm ise yerini karşı safta seçmişti. Belki o kolay olanı tercih etmişti. Biliyordu ki babası iyi bir insandı. Ancak onun diğer insanlardan farklı tarafları vardı. Peygamber olduğunu, Alllah’tan vahy aldığını iddia ediyor, toplum hayatının akıntısını tersine çevirmeye çalışıyordu.
“Ondan başka hiçbir ilâh olmayan Allah’a kulluk edin. Allah’tan korkmuyor musunuz?” (Mü’minûn, 23/ 23)
“Sizin için o büyük günün azabından korkuyorum.” (A’râf, 7/ 59) diyordu.
Karşısındaki insanlar ise çok kalabalıktı. Topluluğun hayat akışı, O’nun arzu ettiği gibi değil, O’nu anormal görenlerin, O’na “sapık, çıldırmış”… diyenlerin, O’nunla alay edenlerin istediği yöndeydi. Onların arzu ve isteklerine uygun bir şekildeydi.
İnsanlar için akıntının gittiği istikameti seçmek daha kolaydı. Çoğunluğun seçtiği yol, gittiği istikâmet, yaşadığı hayat, derinliğine düşünmeyenler, uzak yarını hesap etmeyenler, “neler doğru, neler yanlış?” diye yapılan ve yaşananları ciddiyetle incelemeyenler için daha akla uygun ve seçimi kolay geliyordu.
Nitekim aradan uzun asırlar geçmesine rağmen günümüzde de öyle. Nice yanlışlar var ki, onları doğrultmak şöyle dursun, tartışma imkanı dahi bulunamıyor. Yanlış olduğunu söylemek bile suç sayılıyor. Belki daha acı bir gerçek olarak kaydetmek gerekirse; birçoğunun yanlış olduğu bilindiği için tartışılmasına, tenkit edilmesine fırsat verilmiyor. Birçok yanlış, sunî olarak oluşturulan kamu oyu doğru kabul ettiği için doğrular arasında yer alıyor. Doğruluğuna delil olarak da kamu oyunun anlayışı gösteriliyor.
Ne yazık ki, olayların mazîsini bilmeyen nesiller, yaşantının akıntısına kapılan insanlar da sathî bir düşünceyle bu yanlışları ve eğrileri doğru görüyor ve doğruluğunu iddia ediyor. Gerçek doğruları reddediyor, cephe alıyor, yerine göre alaya ediyor…
Nuh (a.s.)’ın oğlu Yâm’ın da bu akıntılara kapıldığını, kolayı seçtiğini, toplumun dışlamaya çalıştığı babasını haksız, söylediklerini yanlış kabul ettiğini görüyoruz. Ona göre babası, boş ve mânâsız bir yolda asılsız ve toplumun fikirleri ve yaşantısıyla uyuşmayan haberler veren biriydi. Büyük iddialarda bulunuyordu.
Ancak gün gelmiş, gökten yağmurlar boşanmaya başlamıştı. Bu yağmur, sıradan bir yağmur değildi. Sanki gök yarılmış, içinde ne varsa boşaltıyordu. Semâdan boşalan sulara, yerden fışkıranlar da eklenmişti. Artık her taraf su kaynıyordu. Yüksek vâdilerken çağıldayarak inen seller, yerden kaynayanlarla birleşerek vâdîlerin tabanında her geçen dakika biraz daha yükseliyordu. Çok geçmeden yükselen sular, insanlık tarihini en meşhur gemisini taşımaya başladı. Kurtuluşa erecekleri bağrında barındıran bu gemi, artık sular üstündeydi ve suların yükselişiyle o da yükselişine devam ediyordu.
Tasvire sığmaz bir manzara yaşanıyordu. Vâdîler doluyor, üzerinde yürünen yollar, içinde yaşanılan evler, gölgesinde oturulan dev ağaçlar, kayalıklar adım adım yükseklere doğru ilerleyen suların altında kalıyordu. Oluşan göller ve denizlerde çılgın dalgalar meydana gelmeye başlamıştı. Kısa sürede küçük, hırçın dalgalar, dev dalgalara dönüştü…
Bu dehşetli an yaşanırken Nuh (a.s.) bir kenarda duran oğlunu gördü. Babalık şefkati içini doldurmuştu. Seslendi: “Yavrum! Sen de bizimle birlikte gemiye bin! Yaratanı inkâr eden kâfirlerle berâber olma!” (Hûd. 11/ 42)
Oğlu, henüz yaşanılan olayların şuurunda değildi. Yüksek dağlara çıkarsa, suların kendisine zarar veremeyeceğini zannediyordu. Ona göre; sular ne kadar yükselirse yükselsin dağ tepelerine ulaşamaz, vâdilere yayılır, akar giderdi. Bu kadar engin vâdileri doldurup, dağların doruklarını aşması, dev dağları boğması mümkün değildi. Cevap verdi:
“Dağlara sığınırım! Tepeler beni sudan korur!”
Nûh (a.s.) hâlâ onu kurtarmaya çalışıyordu:
“Yavrum! Bu gün, Allah’ın azabından ancak rahmetiyle korudukları kurtulur.” (Hûd. 11/ 43)
Delikanlı duyduklarıyla iknâ olmamıştı. Zaten önce de iknâ edilememişti. İnkarcılar safındaki yerini koruyor, babasının son ikazına da aldırmayarak, kafirlerle beraber olmayı tercih ediyordu.
Aniden gelen bir dalga, konuşmayı noktalıyor, Nûh (a.s.) ile oğlunun arasını perdeliyordu. Nûh (a.s.)’ın arayan gözleri artık oğlunu göremiyordu; dalgalar arasında kaybolup gitmiş, şimdi boğulanlar arasındaki yerini almıştı.
Zikr-i Hakîm’de olay, öz olarak şöyle anlatılır:
“Gemi dağlar gibi dalgalar arasında onları götürüyordu. Nûh (a.s.), gemiden biraz uzakta, bir kenarda duran oğluna; – Yavrucuğum ! Sen de bizimle berarber gemiye bin. Kâfirlerle birlikte olma! diye seslendi.
Oğlu; – Ben dağa sığınacağım. O, beni sudan korur, dedi.
Nûh (a.s.); Bu gün, Allah’ın emrinden, İlâhî azabtan ancak O’nun rahmet edip korudukları kurtulur, diye cevap verdi.
Derken aralarına giren bir dalga onarlı ayırdı. Böylece Nûh’un oğlu da boğulanlardan oldu.” (Hûd, 11/ 42-43)
Cehâlet ve cüretinin, inkar ve kolayı seçmenin, kendisini bütünüyle akıntıya kaptırmanın bedelini Âsi genç acı ödüyordu.
Ancak Nûh’un (a.s.) şefkat duyguları geçmemişti. Rabbi ona ehlini, âilesini vaadetmişti. “…ehlini gemiye bindir!” buyurmuştu. Bu duygular içinde Rabbine yöneldi.
“Rabbim! Şüphesiz oğlum da âilemdendir. Senin vaadin de haktır. Sen hüküm verenlerin en âdilisin.” (Hûd, 11/ 45)
Devâmını Zikr-i Hakîm’den dinliyoruz:
“Allah buyurdu ki; Ey Nûh! O, kesinlikle senin âilenden değildir. O kötü amel sahibidir; yasğtığı doğru bir iş değildir.
Onun için, hakkında bilgin olmayan bir şeyi bizden isteme. Ben sana câhillerden olmamanı tavsiye ederim.” (Hûd, 11/ 46)
Nûh (a.s.) içinde bulunduğu duygulardan sıyrılmış, hatasını anlamıştı. Yeniden Zikr-i Hakîm’e dönüyoruz:
“Nûh (a.s.) dedi ki: Rabbim! Senden Hakkında bilgim olmayan bir şeyi istemekten Sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz, şefkat ve rahmetinle korumazsan, gerçekten zarar uğrayıp kaybedenlerden olurum!.” (Hûd, 11/ 48)
Gerçek buydu. Allah Rasûlü’nün davetine uymayan, yolundan yürümeyen, inkar ve dalâlet saflarında yer alan, Yaratan’a isyan eden, o Rasûlün kendi kanından, canından bir parça, -diğer bir ifadeyle öz oğlu-bile olsa ehlinden, âilesinden değildi. Gerçek kardeşlik, iman kardeşliği, gerçek âile bağı iman bağıydı.
Tarihin akışı içinde, iman nûrunun aydınlattığı gönüllerde bu kardeşliğin çok güzel örnekleri vardır. Hicret sonrası Medîne’de yaşananlar, kıyamete kadar hayırla anılmaya değerdi. Şüphesiz ebedî âlemde de unutulamayacak, karşılığını bulacaktı. Rabb’ımız, bu güzelliği şöyle över:
“Önceden Medîne’yi yurt edinmiş, imanı gönüllerine yerleştirmiş olan kimseler, hicret edip kendilerine gelenleri sever ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde herhangi bir rahatsızlık hissetmezler.
Kendileri muhtaç durumda olsalar bile, onları kendilerine tercih ederler. (Haşr 59/ 9)
Bedir’de de bunun güzel örnekleri vardı. Ebu Ubeyde (r.a.) gibi mü’min kardeşleriyle omuz omuza verip gerektiğinde babasıyla çarpışanlar, Ebu Bekir (r.a.) gibi İslân nûruna karşı çıkan oğullarını düşman saflarında arayanlar, kendi akrabâsına, yakınlarına iman bağıyla bağlandıklarını tercih edenler vardı.
Uhud’da vardı, Hendek’te vardı, Hudeybiye’de vardı. Sonraki günlerde de vardı… günümüzde de var. Şu ilâhî buyruk, bizlere bu gerçeği hatırlatıyor:
“Allah’a ve âhiret gününe inanan bir toplumun, Allah’a ve Rasûlü’ne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. Bunlar kendi babaları, çocukları. Kardeşleri, ya da aşîreti, akrabası olsa bile.
Allah, işte bu şuurda olan kimselerin kalbine iman nakşetmiş ve katından bir ruhla onları desteklemiştir. Onları, altından ırmaklar akan Cennet bahçelerine saraylarına sokacak ve orada ebedî hayat bahşedecektir. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Rablerinden hoşnut olmuşlardır.
Onlar, Allah taraftarı olan, O’nun istediği safta yer alanlardır. İyi bilmelidir ki, kurtuluşla erecek olanlar, Allah taraftarı olanlardır.” (Mücâdele, 58/ 22)
Fazla söze ne hacet!…
_______________________________
Kaynaklar
- Kur’ân-ı Kerîm
- El-Bidâye ve’n-Nihâye
Telif: Hafız İsmâil İbn Ömer İbn Kesîr (Ö. 774 H. / 1372 M.)
Tahkîk: Dr. Ebu Mülhim ve Arkadaşları
Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye 2. Baskı. Beyrut
- El-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân
Telif: Muhammed İbn Ahmed el- Kurtubî (Ö. 671 H. / 1272 M. )
Dâru’l-Kütübi’l-Mısrıyye. 3. Baskı. Kahire
- İrşâdü’l-Akli’s-Selim ilâ Mezâyâ’l-Kur’âni’l-Kerîm
Telif: Ebu’s-Suud Muhammed İbn Muhammed el-İmâdî (Ö. 951 H. / 1544 M.)
Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî. Beyrut.
- Kasasü’l-Enbiyâ
Telif: Hafız İsmâil İbn Ömer İbn Kesîr (Ö. 774 H. / 1372 M.)
Tahkik: Dr. Mustafa Abdülvâhid
3. Baskı- 1988 / Mekke
- Kısâs-ı Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ
Telif: Ahmed Cevdet Paşa
M.E.B. Yayınları 1. Baskı. 1972 / İstanbul
- Lisânü’l-Arab
Telif: Muhammed İbn Mükrim İbn Manzûr
Dâru Sâdır Beyrut.
- Muhtasaru Tefsîr-i İbn Kesir
Telif: Hafız İsmâil İbn Ömer İbn Kesîr (Ö. 774 H. / 1372 M.)
Ihtisar ve Tahkik: Muhammed Ali Es-Sâbûnî
Dâru’l-Kur’âni’l-Kerîm 1399 H. Beyrut
- Müsned-i Ahmed
Telif: Ahmed İbn Hanbel
El-Mektebetü’l-İslâmî 2. Baskı. Beyrut
- Safvetü’t-Tefâsîr
Telif: Muhammed Ali Es-Sâbûnî
Dâru’l-Kurâni’l-Kerim, 4. Baskı. 1981 / Beyrut
- Sahih-i Buhârî
Telif: Muhammed İbn İsmail el-Buhârî (Ö. 256 H. / 869 M.)
(Şerhi Umdetü’l-Kârî ile basılı)
Mektebetü’l-Halebî ve Oğulları 1. Baskı. 1972 / Kahire
- Sahih-i Müslim
Telif: Müslim İbn el-Haccâc (Ö. 261 H. / 874 M.)
Tahkîk: Muhammed Fuâd Abdülbâkî
Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî. Beyrut.
- Es-Sıhâh
Telif: İsmâil İbn Hammâd el-Cevherî
Tahkîk: Ahmet Abdülğafûr Attâr
2. Baskı. 1982 / Kahire
- Umdetü’l-Kârî, Şerhu Sahihi’l-Buhârî
Telif: Bedrüddin Mahmud el- Aynî (Ö. 855 H. / 1451)
Mektebetü’l-Halebî ve Oğulları 1. Baskı. 1972 / Kahire
- Hak Dini – Kur’ân Dili
Telif: Elmalılı Hamdi Yazır
Diyânet İşleri Başkanlığı Yayınları 1936 / Ankara
- Kur’ân-ı Kerîm Meâl-i Âlîsî ve Tefsiri
Telif: Ömer Nasûhî Bilmen
Sadeleştirilmiş Baskı. İpek Yayınevî. İstanbul