Genç Anne (Hâcer) ve Mekke Şehrinin Kuruluşu
İbrâhîm(a.s.), küçük İsmâil ile annesi Hâcer’i alarak Mukaddes Diyâra, Mekke’ye getirmişti. İlâhî emir gereği hanımını ve yıllar sonra kavuştuğu yavrusunu atının terkisine almış, getirerek bu ıssız ve kurak topraklarda bırakmış, şimdi geri dönüyordu.
05/05/2014 - 12:25

İlk bakışta bu yapılan, selim gönüllerde zor kabul edilebilecek bir işti. Biri kucakta yavru, diğeri korumasız bir anne. Bu anne ve yavru, bir nevi yalnızlığın, çaresizliğin, açlığın, korkunun… kucağına teslim ediliyordu. Onların bırakıldıkları bu yer nereydi? Niçin İbrâhim(a.s.) buralara kadar yürümüştü? Niçin günlerce yol gelinmiş, sahrâlar, vâdîler, dağlar, beller, kızgın çöller… aşılmıştı? Yol boyu geceler gündüzlere, gündüzler gecelere dönüşmüş, kah birleşip kah ayrılan yollar artık çözülmez bilmecelere dönüşmüştü.
 
Aşılan yollarda görünüşü daha güzel yerler, daha yeşillik vâdîler vardı. Daha düzlük arazîler, ekime uygun topraklar görmüşlerdi. Niçin oralarda kalmamışlar, bu ıssız vâdîye ulaşmak için bu kadar yol gelmişlerdi? Niçin yardımlaşacakları, dayanışacakları, oturup konuşarak, dertleşerek yalnızlıklarını giderecekleri, içlerine karışarak hayatlarını sürdürecekleri insanların bulunduğu bir yerleşim merkezine gitmemişlerdi?
 
Yanlarında bir çıkın içinde biraz yiyecek, kırba içinde biraz suları vardı. Bunlar çok geçmeden biterdi. Sonra ne olacaktı?
 
Belki bu soruların cevabını İbrâhîm (a.s.) de bilmiyordu. Ancak bildiği bir şey vardı: Geride bırakacağı yavrusunu, onu şefkatle kucaklayan vefâlı anneyi, onu bu topraklara yönlendiren Rabbi koruyacaktı. O, bir baba olarak ciğer pâresini, kendinden bir parçayı ve bir koca olarak kalbinde îman nûru, gönlünde vefâ duygusu taşıyan hayat ve dâvâ arkadaşını, çocuğunun annesini, Rabb’inin emri olmadan bu ıssızlığın ve  vahşetin kucağına terk edemezdi.
 
Onları bırakmış şimdi gidiyordu. İçi dolu dolu gidiyordu. Geldiği yolları kim bilir hangi duygular içinde geri dönecekti? Gelirken geçtikleri yolları, sevimli yavrusu ve annesiyle konakladıkları yerleri gördükçe neler hissedecekti!?.
 
Şimdi atının başını dönüş istikâmetine çevirmişti… Hâcer, O’nun gitmek için uzaklaştığını hissetti. Davranışları bunu gösteriyor, üzerine çöken hüznün ağırlığı her hareketine yansıyordu. Peşinden yürüyerek; “Bizi bu ıssız, kimsesiz vâdîde bırakıp gidiyor musun?” diye sordu; cevap alamadı.
 
Aslında bu cevap alamayış da bir cevaptı. Hâcer’i bu suskunluk daha da korkuya düşürmüştü. Demek ki hissettiği doğruydu. Koşarak İbrâhîm’in (a.s.) atının dizginlerini tuttu. Sorusunu birkaç kere daha tekrar etti. Ancak son derece üzgün olan ve ne diyeceğini bilemeyen, dönüp zevcesi ve çocuğuna bile bakamayan İbrâhîm (a.s.)’de ses yoktu.
 
Hâcer zeki ve olgun bir kadındı. O, İbrâhim(a.s.)’i çok iyi tanıyordu. Her davranışı salâh ve takvâ dolu olan İbrâhîm(a.s.) bir anneyi ve çocuğunu, üstelik yıllar yılı hasretini, özlemini duyarak beklediği öz oğlunu,, neredeyse ümit kestiği bir demde kavuştuğu yavrusunu kendiliğinden ıssızlık ve çaresizliğin kucağına terk edip gidemezdi. O, hidâyet, hikmet, güzel ahlak ve nübüvvetle şereflenmiş bir insandı. Yumşak huyluydu; merhamet ve şefkat doluydu… Ancak sorusuna da cevap vermiyor, yalvarmalar onu yumşatmıyordu. İçinde bulundukları durum farklı bir durumdu. Bunun üzerine Hâcer Vâlidemiz sorunun şeklini değiştirdi. Buhârî’nin İbn Abbas’tan naklettiği bir hadiste anlatıldığı gibi Hz. İbrâhîm’e;
 
” آلله أمرك بهـذا؟ ” “Sana bunu Allah mı emretti?” diye sordu.
 
Bu soru İbrâhîm (a.s.) için daha rahatlatıcı bir soruydu. “Evet,” diye cevap verdi. Bu cevâp İbrâhîm(a.s.)’i biraz rahatlamıştı. “Evet” sözünü duyan Vâlidemiz de rahatlamıştı.”إذاً لا يُضَيّعُنـاَ “  “Öyleyse, O bizi helaktan koruyacaktır,” diyerek geri döndü.
 
Kendilerinin burada bırakılmasını emreden Yaratan’ın takdirine razıydı. Anlamıştı ki, bu beldeye de boşuna gelinmemişti… Aklında bir dizi soru vardı ama vakti gelince hepsinin aydınlanacağına inanıyordu.
 
Şimdi İbrâhim(a.s.) onları Allah’ın himâyesine bırakıp, riâyetine sığınak gidebilirdi. Allah, kendi hukukunun kaybına sebep olmayan kulların emeklerini zayi etmez, himâyesini üzerlerinden eksik etmezdi…
 
 
Hâcer’i ve çocuğunu geride bırakan İbrâhîm (a.s.) gözden kaybolup onların kendisini göremeyeceği bir tepeciği aşınca Beytullah’a temel olan noktaya doğru yöneldi; ellerini kaldırdı ve Rabbine şöyle duâ etti:
 
﴿ ربنا إنّي أسكنت من ذُرِّيَّتِـي بوادٍ غيرَ ذي زرعٍ عنـد بيتك المحـرّم لا ربنا ليقيموا الصـلاة فاجعل أفئـدةً من الناّسِ تهوِي إليهم وارْزُقْهمْ من الثمرات لعلّهم يشكرون.
 
“Rabbim! Ben âilemden bir kısmını Senin Mukaddes Beyt’inin yanında, ekim-dikim olmayan bir vâdîye yerleştirdim. Rabbim! Namazlarını hakkıyla edâ etsinler istiyorum… İnsanlardan burayı arzulayıp gelen gönüller olsun. Onları çeşitli meyvelerle rızıklandır; umarız ki şükrederler. (İbrâhîm, 14 / 37)
 
Evet, İbrâhîm(a.s.) hanımı ve çocuğunu kuru yamaçların arasında yer alan bu vâdîde bırakıyordu ama gönlü şefkatle doluydu. Hâcer’in önündeki son derece metin, sabırlı ve kesin tavrı sanki uçup gitmişti. Gönül pınarları, boşalacak çağıltılara hazırdı. O, bir babaydı. Sevimli küçücük bir yavrunun babası. Bir tek yavrunun. Üstelik yaşlı bir baba. Yıllar yılı beklediği, yaratanının kendisine ileri yaşına rağmen ihsan ettiği, bu ihsan ile dünyalara sığmayacak kadar sevindiği yavrunun babası.
 
Ve biricik yavrusunun annesi; vefalı kadın… O da yavrusuyla birlikte geride kalıyordu ve ne kadar teslimkâr ve metin davranmıştı!..
 
Şimdi kendisine onları bu vâdîde bırakma emri veren sonsuz kudret ve şefkat sahibi Allah’a yönelmiş, onlar için duâ ediyordu. Neslinden nice enbiyânın geldiği bu aziz Peygamber’in duâsı da ibret vericiydi. Yaptığı duâ sadece açlığa, susuzluğa, hastalığa, sıcağa, soğuğa karşı korunmalarına, can emniyetlerinin sağlanmasına yönelik değildi. Bunların yanında Rablerine ibâdetlerini, kulluk görevlerini yerine getiren, Gerçek kulluk şuurunu ve ahlâkî güzelliklerini de taşıyan bir neslinin olması, onların başka insanlarla kaynaşmaları, her an rızklarını temin etme imkanlarının bulunması ve devamlılığı yönündeydi…
 
Bu arzu ve ince ruhu İbrâhîm (a.s.)’in başka duâlarında da görüyoruz.
 
 
İbrâhîm(a.s.) Rabbinin emrine teslimiyet, takdirine rıza şuurunun, gönle verdiği azim  ve sabır sıcaklığına sığınmış yeniden geldiği topraklara doğru yol alırken  Hâcer Vâlidemiz, yavrusu İsmâîl ile ıssız bir dünyada yapayalnız kalmıştı. Acıktıkça çocuğunu emziriyor, Hz. İbrâhîm’in yanlarına bıraktığı hurmadan biraz yiyor, sudan içiyordu… Teslimiyet, rıza, sabır ve vefânın zirvesini oluşturan zaman dilimini yaşıyordu. Ağzına lokma atarken iştahı var mıydı? Canı bir şeyler yemek istiyor muydu? İçtiği su içindeki yangını söndürüyor muydu? Bunları bilemiyoruz. Ama o, yemeli, içmeliydi. Kendisi için değilse bile yavrusu için… Onun kalbindeki incelik, letafet ile dış dünya şu an ne kadar tersdi. O ne kadar şefkatli, çevresindeki görüntü ne kadar acımasızdı…
 
Bir süre sonra içecek su kalmadı. Yavru İsmâîl susamıştı. Susamışlığın belirtileri giderek çoğaldı, kıvranışlar arttı. Hâcer anneydi; yiyip içmedikçe sütü gelmiyordu. Yiyecek, içecek de yoktu. Şimdi kalbi şefkat dalgalarıyla yoğruluyordu. Bu durumda ne yapacağını, nereye gideceğini bilemiyordu.
 
Bir süre çaresizce yavrusunun susuzluktan kıvranışlarına baktı. Yavrusunu bu durumda görmek istemiyordu. Âciz kalmanın acısını hissederken bir şeyler yapabilme arzusuyla gözlerini çevrede gezdirdi. Safa tepesini gördü. Tepe hem yakın, hem de biraz daha geniş bir ufku görebiliyordu. Tepeden çevreye göz atabilme imkanı vardı. Bir şeyler görebilmek, bulabilmek ümidiyle tepeciğe tırmandı. Oradan uzanan vâdîye baktı; gözleriyle çevreyi taradı. Hiç kimse görünmüyor, suyun varlığına delil sayılacak bir işaret de göze çarpmıyordu. En âcil ihtiyaçları suydu. Şu anda bütün zihni onu bulabilmek veya kendisini ona ulaştırabilecek bir canlı izine rastlayabilmekti…
 
Biraz ileride yağmur sularının oyduğu vâdî tabanı uzanıyordu. Vâdînin de susuzluktan bağrı yanmıştı. İlerideki Merve tepeciği dikkatini çekti. Safa Tepesinden indi, oraya doğru ilerledi. Vâdînin tabanını oluşturan sel yatağına geldiğinde yavrusunun buradan görünmediğini fark etti. Ayağına takılmaması için eteğinin bir tarafını hafifçe yukarı kaldırarak koşmaya başladı. Sel yatağını aşıp biraz yükselince yeniden İsmâîl’i gördü. Koşmayı bırakıp yürüyerek Merve Tepesine çıktı. Tepenin üzerinde durarak bir süre gözleriyle çevreyi süzdü. Yine ümit bağlayacak hiçbir şey görünmüyordu. Yeniden Merve’den daha yüksekçe olan Safâ’ya döndü. Vâdî tabanını yine koşarak geçti. Çevreyi daha dikkatli gözden geçirdi. Su izi yoktu; bir şey görünmüyordu. Yüreği ümit ve ümitsizlik arasında çırpınırken yedi kez bu iki tepe arasında gitti geldi.
 
Küçük İsmâîl ilerde ağlıyor, ayaklarıyla yeri tepiyordu. Acı, ızdırap, çaresizlik, hüzün birbirine karışmış, meçhulün derin, dipsiz duyguları yaşanıyordu.
 
Merve Tepesine son çıkışında kulağına bir ses çaldı. Nefes nefeseydi. Kendi hareketleri ve nefes alış verişleri zayıf sesleri duyuşuna engel oluyor gibiydi. Kendi kendisine; “-Sus,” dedi. Sustu, dinledi. Biraz önceki sesi yine duydu. Yanılmış olamazdı. Heyecanla karşılık verdi:
 
“Sesini duyurdun! Yardım imkanın var mı!?”
 
Gözünü sesin geldiği tarafa çevirdi. Bu, İsmâil’in bulunduğu taraftı. Ancak ses İsmâîl’den gelmiyordu. Orada bir melek duruyor, topuğuyla  yeri deşeliyordu. İbn Abbas’ın (r.a.) anlattığına göre Melek topuğuyla –bir başka lafızda “kanadıyla”-yeri deşmiş, çok geçmeden sert, kuru zeminden su kaynamaya başlamıştı. Yerden suların kaynadığını ve zemine yayıldığını gören Hâcer Vâlidemiz heyecanlanmıştı. Koşarak yetişti. Bir taraftan kumdan havuzcuklar yaparak suyu durdurmaya çalışıyor, diğer taraftan boşalan kırbasına fırsat buldukça avuçlayarak su koymaya çalışıyordu. Sevinç ve telaştan ne yapacağını şaşırmıştı. Suyla konuşurcasına eliyle işaret ederek; “şöyle toplan, şöyle!” diyordu… Kaynamanın devam ettiğini, suyun akıp kaybolmadığını, oluşturduğu havuzcuklara dolduğunu görünce rahatladı. Kurak bir arazide, sert kayaları yararak kaynayan su, akılara durgunluk verecek bir berraklık ve güzellikte çoğalmaya devam ediyordu. Yalnızlık, acı ve çaresizliği tadan, yavrusunu koruyabilmek için ne yapacağını bilmeden koşturan anne susuzluğunu, yanan bağrının ateşini hatırladı. Bu güzel sudan, bu paha biçilmez nimetten, korumasına sığındığı ve “O, bizi koruyacaktır,” diyerek teslimiyetini dile getirdiği Rabbinin lütuf pınarından kana kana içti, şükretti. Bu yalnızlığın, bu garipliğin, çaresizliğin tadını duymuş birinin minnet dolu şükrüydü. Sonra yavrusunu emzirdi…
 
Bu sırada Meleğin kendisini;
 
Dلا تخافوا الضيعـة فإن ههنا بيت الله يبنيه هذا الغلام و أبوه. و إن الله لا يُضَيِّعُ أهلـه.C
 
“Helak olma konusunda korkunuz olmasın! Şurada Beytullah var. Onu bu çocuk ile babası binâ edecekler. Allah kendi ehlini helâke terk etmez,” diyerek teselli ettiği Sahîh-i Buhârî’deki rivâyette yer alır.
 
Hayat yeniden canlanmış, umutlar yeniden filizlenmişti. Bu mübârek su, bu tarihin en kıymetli suyu “Zemzem” cana can katmıştı. O, artık Rabbinin emriyle yeryüzüne çıkmış, Allah’ın Evi’nin yanında sessizce kaynamaya başlamıştı. Hiçbir suya, hiçbir pınara nasip olmayacak bir şerefe ermişti. Asırlar boyu mü’min dudaklara uzanmaya devam edecek, kendisine hürmetle uzanan nice ellerle karşılaşacak, nice diyarlarda nice hanelere girecek, nice mü’min gönüllere sunulacaktı…
 
Bu güzel su, kendisine en çok ihtiyaç duyulan ve kıymeti en iyi bilinecek yerde kaynamaya başlamıştı. Allah’ın himayesinde yalnızlığın kucağına terk edilen anne ve yavru, susuzluklarını giderince Yaratan’ın himayesinin sıcaklığını ve huzurunu hissettiler.
 
 
Çok geçmeden çevredeki kuşlar da suyun varlığını hissetmişler, gökyüzünde süzülerek daireler çizmeye, tehlike olmadığını anladıklarında da inerek susuzluklarını gidermeye başlamışlardı.
 
Bu sırada “Kedâ” yoluyla gelen Cürhümîlerden bir kafile vâdînin güneyinde yakınlarda bir yerde konaklamıştı. Havada süzülen kuşları gördüler. Bu suyun varlığına işaretti. Ancak Cürhümlüler giderken de bu vâdîden geçmişler su görmedikleri gibi suyun varlığına dair hiçbir ize de rastlamamışlardı. Ancak kuşların bu dolaşışları, iniş-çıkışları boşuna olamazdı.
 
Araştırma yapmak ve durumu öğrenmek üzere kuşların odaklandığı yere bir veya iki rehber gönderdiler. Çok geçmeden gönderilen rehberler heyecan içinde geri döndüler. Su vardı. Hem de çok güzel bir su. Kuşlar boşuna bu vâdiye inip-çıkmıyorlardı. Hiç de su ümit edilmeyen bir vâdîde su kaynağı vardı. Aldıkça, kaynayan suların eksileni tamamladığı pırıl pırıl bir su kaynağı… Zaman zaman yağan yağmurlarla meydana gelmiş bir gölcük, bir birikinti değil, kaynayan bir pınar vardı… Bu su, kolay kolay su bulunmayan, bulunanının da sürekli olmadığı bir diyarda, hazine bulmaktan daha güzel bir şeydi.
 
Cürhümlüler, gelen haberle birlikte sevinçle yerlerinden fırladılar. Büyük bir heyecan içinde suyun olduğu yere geldiler. Evet, gerçekten kaynayan bir su vardı, sürekliydi ve çok güzeldi. Ancak başında bir kadın vardı. Belli ki su onundu. Bu suyun nasıl kaynadığını, nasıl yer yüzüne çıkarıldığını bilmiyorlardı ama vardı, gürdü ve kaynamaya devam ediyordu. Önceki uğrayışlarında görmedikleri bu su, sevinç ve hayreti iç içe yaşamalarına sebep olmuştu. Çevrede suyun uzun zamandır varlığına delâlet edecek işaretler, izler de yoktu… Karmakarışık duygular ve düşünceler içinde Hâcer Vâlidemize yaklaştılar.
 
“Bize de izin verir misin? Burada konaklayıp, buraya yerleşebilir miyiz?” dediler.
 
Hâcer Vâlidemiz sevinmişti. Yalnızlığın ne demek olduğunu iyi biliyordu. Bu gelenler de iyi insanlara benziyordu. Gayet edepli davranmışlar, suyu sahiplenmeye kalkmamışlar, kendisinden edep çerçeveleri içinde izin istemişlerdi. Hayırlı komşulara ne kadar da ihtiyacı vardı… Belli ki bu insanlar sürekli oturacakları, güven ve huzur duyacakları bir belde arayışı içindeydiler.
 
“Evet” diye cevap verdi. Yalnız bir şartı vardı: “Su üzerinde hak iddia etmeyeceksiniz!”
 
Sevinerek; “Evet” dediler. Sudan istifade edeceklerdi ama asıl sahibinin Hâcer olduğunu unutmayacaklar, su ile ilgili kararları o, günü gelince de kucağındaki yavru verecekti.
 
Konakladılar. Derhal bir ekip hazırlayarak Yemen diyarındaki yakınlarına haber uçurdular. Onları yerleşmek için seçtikleri bu bölgeye çağırıyorlar, kendileri de onlar gelinceye kadar ön hazırlılarla uğraşıyorlardı…
 
 
Issız vâdîde şimdi çocuk sesleri vardı. Her geçen yıl vâdîye serpilmeye başlayan evlere yenilerini ekliyordu. Hâcer yeni komşularından memnundu. Onlarla kaynaşmış, onların hürmet ve yakınlıklarını görmüştü. Hürmet gösteriyorlardı çünkü bu yeni vatanın kapısını kendilerine o aralamıştı. Onlarla suyunu, yarınlarını paylaşma kararı vermişti. Kendi güzel, ahlâkı güzel, çok şeyler gören ve bilen bir kadındı. Oğlu da hayran olunacak güzellikte ve olgunluktaydı…
 
Küçük İsmâîl filizlenmiş, arkadaşlar edinmiş, dillerini öğrenmiş onlarla konuşuyor, koşup oynuyordu…
 
Bütün bunlar, mutlak güç ve kudret sahibi Mevlâ’nın, çizdiği hatta rızasına uygun yürüyen bu iki insanı nasıl koruduğunu gösteren işaretlerdi. İbrâhim’in (a.s.) içi yana yana ettiği;
 
“Rabbim! Ben âilemden bir kısmını Senin Mukaddes Beyt’inin yanında, ekim-dikim olmayan bir vâdîye yerleştirdim. Rabbim! Namazlarını hakkıyla edâ etsinler istiyorum… İnsanlardan burayı arzulayıp gelen gönüller olsun. Onları çeşitli meyvelerle rızıklandır; umarız ki şükrederler.” (İbrâhîm, 14 / 37) duâsının kabul edilişini gösteren delillerdendi.
 
Bir sonraki âyette de Rabbine;
 
﴿ربنّـا إنك تعلـم ما نخفـى وما نعلن و ما يخفـى على الله من شىء فـى الأرض و لا فى السماء.﴾
 
Rabbimiz! Şüphesiz Sen bizim gizlediklerimizi de açığa vurduklarımızı da bilirsin. Çünkü ne yerdeki ne de göklerdeki hiçbir şey Allah’tan gizlenemez.” diye seslendiği bildiriliyor. Gönülden geçenleri ve her şeyi bilen Rabbi yavrusunu ve annesini koruyor, insanlarla kaynaştırıyor, onlara salâh ve takvâda örnek kılıyordu…