Peygamberimize olan hasret ve düşündürdükleri |
Peygamber Efendimizin Hayatı’nın örnekliği, bizim hayat tarzımızı etkilemeli, bu vesile ile çeki/düzen vereceğiz hayatımıza. |
10/01/2014 - 10:18 |
Seni ben böyle tanıdım.
Yetim doğdun, yetimleri unutmadın. Düşkünler senin himayende huzur buldular. Bedeviler sende medeniyet gördü. Kalabalıklara karşı nezaketinle erittin yürekleri. Hiç affedilmez şeyleri affettin. Umudu tükenmişler senin bağrında çiçek açtı.
Zavallıların o kadar yakınındaydın ki onların dövülmeleri, aç bırakılmaları bir yana, hizmetçilere beddua edilmesini bile yasaklamıştın.
Bir defasında, aklından biraz zoru olan bir kadın seninle konuşmak istemişti. Senin yanındakilerden sıkıldığını anlayınca kadına: “Hangi sokağa gitmek istiyorsan oraya geleyim de konuş.” demiştin. Kadın seni tuttu, en ücra sokağa götürüp, derdini anlattı. Erinmedin, üşenmedin de onun derdini dinledin. O gün, Enes bile sana şaşırmıştı.
Seni ben böyle tanıdım.
Uhud’a giderken, bir münafığın bahçesinden geçiyordun. Bahçe sahibi kör bir insandı. Senin geldiğini anlayınca, bağırıp çağırmaya, sana hakaret etmeye başlamıştı. Avucunu toprakla doldurmuş sana dönerek diyordu ki: “Şu avucumdaki toprak, başkasına da değmeyecek olsa onu yüzüne atardım.” Yanındaki sahabiler, adamı cezalandırmaya kalktılar. Sen ona da merhamet göstermiştin de şöyle demiştin: “Bırakın onu. Onun kalbi de kör, gözü de.”
Seni böyle tanıdım.
Hani o, Mekke’nin putlardan kurtulduğu gün, büyük fetih günü vardı ya! Artık fetih gelmiş; Bilal, ezildiği yerlerde ‘Allahuekber’ diye sesini yükseltmişti.
O gün, Ebu Bekir (r.a) babasının evine gitmiş ve hâlâ Müslüman olmamış olan babasını alıp senin yanına gelmişti. Bir de baktın ki bembeyaz saçlarıyla yaşlı bir dede önünde duruyor. Müslüman olmadığı halde ona acıdın da Ebu Bekir’e dönüp:
“Dedeyi evinde bekletseydin de ben gitsem ona, uygun olmaz mıydı” Ebu Bekir ise:
“Ya Resûlellah! Onun senin ayağına gelmesi, senin ona gitmenden daha uygundur.” demişti.
O gün sen o dedeyi önünde oturttun. İkram ettin. Sonra elinle göğsünü sıvazladıktan sonra bir kere: “Müslüman ol!” dedin. Senin bu eşsiz nezaketine dayanamayıp, asırlık şirk bataklığından çıktı ve Müslüman oldu.
Seni böyle tanıdım.
Arkadaşlarına merhametliydin; bir yolculukta yakacak odun toplayan dostlarından geri kalmamış, "Ben bir topluluk içinde ayrıcalıklı bir durumda bulunmaktan hoşlanmam!" demiştin. Güçsüzlere merhametliydin; "Hastayı ziyaret edin, açı doyurun esiri kurtarın!" diye seslenmiştin bütün zamanlara. Hayvanlara merhametliydin; aç bir devenin sahibine, "Konuşamayan bu hayvana bakarken Allah'tan kork!" diye gürlemiş, susuz köpeğe su içiren bir günahkârın cennete girdiğini haber vermiştin inananlara. Ağaçlara merhametliydin, bir ağaç dalının kırılmasına bir otun yok yere koparılmasına razı olmamıştı kalbin. Düşmanlarına karşı merhametliydin; Mekke'nin fethinde kendisine yıllarca kötülük yapanlara şöyle seslenmiştin bineğinin üstünden: "Hepiniz serbestsiniz!"
Seni böyle tanıdım.
Peygamberimize gelen koca sahabe “Ya Resûlallah! Kalbim katılaştı, üzülemiyorum, ağlayamıyorum.” deyince Resûlullah Efendimiz, “Yetimin sofrasına otur, muhtaçlarla hemhâl ol. İhtiyaç sahiplerinin ihtiyacını gider. Kalbinde yumuşama göreceksin” diyordun. Seni böyle tanıdım.
Ortaklaşa düzenleyecekleri bir suikastla ortadan kaldırmayı kararlaştırmalarına rağmen müşriklerin üzerindeki emanetlerinin teslim edilmesini dert edinmiş, Hz. Ali’yi sahiplerine vermesi için vazifelendirmiştin.
Seni böyle tanıdım.
Peygamberimiz, “İman etmedikçe cennete giremezsiniz” diyor, ayrıca insanı iliklerine kadar sarsan bir şey daha söylüyordu: “Birbirinizi sevmedikçe de gerçekten iman etmiş sayılmazsınız!” Bu güzel söz, imanı yetiştiren toprağın “sevgi” olduğunun açık ifadesiydi. “Mümin; seven ve sevilen, dost olan ve dostluk kurulandır. Sevmeyen ve sevilmeyende, dost olmayan ve dostluk kurulmayanda hayır yoktur!” diyordu En Sevgilimiz… Sadece demekle kalmıyor, bu sözün nasıl hayata dönüştürüleceğinin en güzel örneklerini de veren bir Peygambersin sen.
Seni böyle tanıdım.
Hz. Enes anlatıyor: “Medine’nin çocuklarından herhangi küçük bir kızcağız bile Resûlullah’ın elinden tutsa, onu istediği yere çeker götürür ve Peygamberimiz ondan elini geri alamazdı.” Bugün böylesi şefkatli ele o kadar muhtacız ki! Günah ve isyan kirlerinden arınmaya o kadar ihtiyacımız var ki!
Seni böyle tanıdım.
Hz. Aişe validemiz bir defasında hırçın bir deveye binmişti. Hayvanı sakinleştirmek için onu sert bir şekilde bir o tarafa, bir bu tarafa götürmeye başladı. O zaman Peygamber efendimiz Hz. Aişe’ye: “Aişe hayvana yumuşak davran! Hayvana yumuşak davran. Çünkü nerede yumuşaklık, kolaylık varsa, orada güzellik vardır. Yumuşaklık ve kolaylığın bulunmadığı her şey çirkindir.”
Seni böyle tanıdım.
Öyle bir hayat yaşadın ki, her bir davranışın bütün anlaşmazlıklarımıza hakem... Hikmet dolu tek bir sözün, bütün çaresizliklerimize çözüm… Nakış nakış faziletle süslü lekesiz hayatının parlaklığı asırlar öncesinden günümüzü aydınlatıyor; incinmeye ve incitmeye asla razı olmayan nurlu kalbinle her dem ışık tutuyorsun yolumuza… Mâzi, hâl ve istikbâlimizi kuşatan değerli sözlerin kardeşliğimizi pekiştiriyor. Sevincimizle sevinen, hüznümüzle hüzünlenen Kutlu Nebî! Kuraklıktan çatlayan topraklar yağmura nasıl hasretse, Sana öyle hasretiz… İnleyen hastalar sabahı nasıl beklerse, Seni öyle bekliyoruz.
Peki biz ne yapacağız?
Çarpık bir itaat ahlakının ardına sığınıp insanları iradesizleştirmeyeceğiz. Hatada hikmet aramayacağız. Haddini aşanın zıddına döneceğini unutmayacağız. Kendimizi alemlere rahmet zannetmeyeceğiz. Partimizi, cemaatımızı, vakfımızı, derneğimizi, din gibi, liderimizi mehdi gibi, muhalefeti deccal gibi görme hastalığından kurtulacağız.
Eskiler, "üslub-u beyan, aynıyla insan" diyerek bize yol göstermişler. Bir davaya en çok zararı, ona düşman olanlardan çok, onu kötü savunanların vereceğini hatırımızdan çıkarmayacağız. İnsanlığın değişmez değerlerini bünyesinde barındıran ve insan mutluluğunun öbür adı olan İslam'dan yüz milyonlarca insan mahrum yaşıyorsa, kendimizi bu durumdan mes’ul hissedeceğiz.
Ehli sünnet dışı bütün cereyanlara karşı set oluşturacağız. Allah’ın hükmünün tatbik edilmesi için mücadele edeceğiz. İslamı hayata hâkim kılmanın mücadelesi bu!
İnanç sistemimizde "tevbe" gibi, "emr bilmaruf nehy anilmünker" (iyi ve doğru olana teşvik, kötü ve yanlış olanı tenkit) gibi ibadet sayılan birer vecibe olan eleştiri geleneğimize sırt çevirmeyeceğiz.
Kur'an- Kerim’de, bu vazifeyi terk eden toplumların, ümmetlerin sosyal ve ahlaki çözülmeye maruz kalıp yok olacağını haber verir. Bu sebeple sevgi temelinde, adalet ve itidalle yapıldığında eleştirinin de yerine göre ibadet ve vecibe olduğunu unutmayacağız.
Siz, biz olmasak da dünya dönüyor, yeryüzünün bütün ırmakları yokluğumuzda da akmayı sürdürür. Güneş, biz olmadan da doğuyor güllerin ve dikenlerin, bülbüllerin ve sırtlanların, İbrahimlerin ve Nemrutların üstüne.
Nefs muhasebesi yapacağız.
Yara bere içindeyiz. Eller, ayaklar, gözler, kulaklar yaratılış hikmetinden kopmuş. Yürekler ezilmiş, zihinler paramparça olmuş. İnsanî yönler kaybolmuş, insanlık çöle dönmüş adeta… Kendimize gelmemizin, iç muhasebe yapmamızın, “zor zaman”ı aşmamızın, fıtratımıza yönelmemizin zamanı gelmedi mi? Kalbimizde merhamet, şefkat, acıma/üzülme/sevme var mı? Yoksa gaflet örtüleri mi örttü üzerimizi?
Ahlâkı Kur’an olan ve “Yürüyen Kur’an” diye anılan Peygamber Efendimizi önce iyi tanımak, söz ve davranışlarını doğru anlamak, O’nun yolunda yürümek, onun izini sürmek. Çare bu! Cahil ve zalimlerin zorbalıkla hükmünü yürüttüğü ve güvensizliğin kuşattığı günümüz dünyasının “cinnet toplumu”, vahyin inşa ettiği Muhammedü’l Emin Efendimizin
Peygamberî soluğuyla“cennet toplumu”na dönüştürülebiliriz ancak. Bunu gerçekleştireceğiz.
Din kardeşlerimize yüreğimizde ne kadar yer açabildiğimizin, Dünyevileşme hastalığına karşı ne durumda olduğumuzun, İbadetlerden haz alıp almadığımızın, İnfak edip etmediğimizin, Haramlardan ne kadar kaçındığımızın, Kur’an’la alakamızın, Sabır ve sebatımızın, Tevekkülümüzün, rızık endişemizin, umudumuzun, Allah’a davette görev alabilmemizin, bütün bunların muhasebesini yapacağız. Peygamber Efendimizi sadece kandillerde, TV başında seyrettiğimiz programlarla anmayacağız. Hayat tarzı olan Sünnetini çağa taşıyacağız. Ölçümümüz Eshab-ı Kiram üzerinden olacak elbette.
Peygamber Efendimizin Hayatı’nın örnekliği, bizim hayat tarzımızı etkilemeli, bu vesile ile çeki/düzen vereceğiz hayatımıza. Münakaşayı sevmeyen, imtiyazlı (Ayrıcalıklı) olmayı kabul etmeyen, suizana sebebiyet vermeyen, savaş ahlakını öğreten, vefalı bir Peygamberimiz var bizim. Esirlere dokunmaya, içki içene bile “lânet etmeyin!” diyen bir Peygamber. Tahammül gösteren, aşırı övgüden rahatsız olan, hayatı hayır istikametli, bir Peygamber. Ashabıyla tartışıp istişare eden (fikir alışverişi yapan) onların görüşlerine değer verip alınan karara uyan bir Peygamber.
Yanında yapılan bir hata karşısında genç bir kızın utandığı gibi yüzü kızaran hâyâlı bir Peygamber. Yanlış yapan kimsenin yüzüne yanlışını vurmayan, mahcub etmeyen bir Peygamber. Karşılaştığı herkese tebessüm ederek sözle selam veren, Selam kelimesindeki "barış, esenlik, güven" temasına işaret edercesine "Selamı yayın" diyen bir Peygamber.
Meyvelerin ilk çıktığı mevsimde Kendisine getirilen meyveleri, yemeyen, Medine'nin çocuklarını toplayıp, ilk turfanda meyveyi onlara tattıran, "Allah'ım, meyvemizi, buğdayımızı (ölçülen, tartılan rızkımızı) bereketli kıl" diye dua eden bir Peygamber.
Uzaktan gelen, nasıl davranacağını ve konuşacağını bilemeyen bir köylü, yakasını tutup çekiştirdiğinde sabreden, tepki gösteren sahabesine müdahale ederek "Bırakın, derdini anlatsın" diyen bir Peygamber.
O, içimizden biri olan, başka türlü olma hakkı varken bizden biri gibi aramızda yaşayan, acı çeken, öksüz kalan, yetim düşen, eleştirilen, hırpalanan, taşlanan… Herhangi bir insanın başına gelebilecek bütün acıları yaşayarak, bizden biri olarak, evlat acısı, eş hasreti, eşlerinden kaynaklanan sıkıntıları yaşayan bir Peygamber.
Elbiselerini kendi yamamış, evini kendi süpürmüş, evdeki birçok ihtiyacını, hizmetini kendi görmüş ancak ALLAH’a giden yolda, Cebrail’i bile geride bırakacak kadar da mavera eri olan bir Peygamber!
Öyle bir Peygamber ki: Bir bakmışsınız, açlıktan karnına taş bağlamış ve sonra bir de bakmışsınız ki parmaklarından akan su ile bir ordunun susuzluğunu giderivermiş…
Ama hep vakur, hep ölçülü, hep kendinden emin… Hep müşfik, hep dengeli, hep mütevazı… Hareketleri hep tahmin edilebilen emin ve güvenilir bir dost, bir baba, bir amca, bir dede ve bir insan…
Kendisini görüp titreyen bir adama; "Arkadaş, neden titriyorsun? Nedir bu halin? Vallahi ben de senin gibi kurutulmuş et ve kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum" diyerek tevazuda zirveyi gösteren bir Peygamber. Bütün bu ve benzeri cümleler Peygamber Efendimizi anlatmakta elbette kifâyetsiz, deryadan bir katre bile değil. Şairin dediği gibi ‘Vema medahtu Muhammeden bi mekaleti, velakin medehtu mekaleti bi Muammed’in’ (Ben sözlerimle Muhammed’i sena etmedim. Aksine onun ismini mısralarımda anarak sözlerime güzellik, kuvvet ve anlam kazandırdım.) Biz de ancak bunu yapabiliriz işte!
O, en sevgiliydi. O gönüllerin sultanı, başların tacı Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellemdi. “(Ey Muhammed!) İslâm’a inanmayanların ardından üzülerek neredeyse kendini helâk edeceksin” hitabına muhatap olacak kadar “İslâm Sevdalısı Peygamberimiz”in izinde olmalıyız öncelikle... İnsanların önüne, onları İslâm’a götürecek cennet bahçeleri açmak gerek... Bir “nefs muhasebesi” yaparak önce kendimizi yargılayabilsek, Peygamber Efendimiz ne verdiyse onu alıp, neyi yasakladıysa da ondan kaçınarak, dinin özünün “İhlâs” olduğunu idrak edebilsek…Peygamberimize ulaşmayı kolaylaştırdık mı, zorlaştırdık mı? Dinimizi müjdeledik mi, nefret mi ettirdik? İnsanların bize bakıp İslâm’la ilgili kararlar verdiğini hatırımızda tuttuk mu? Rasûlullah Efendimizin etrafında el ele vererek halkalanan insanlar gibi biz de kenetlenebildik mi birbirimizle? Mahşerde Yüce Allah’ın huzurunda dizilecek ve bütünüyle şefkat, merhamet ve rahmet dolu bir yüreği yansıtacak insanlar gibi mi, yoksa kervan mallarına yetişebilmek için Resûlullah’ı minberde tek başına bırakanlar gibi miyiz? Bir zorlukla karşılaşıldığında, Huneyn’de Rasûlullah’ın etrafında siper olanlar gibi mi hissediyoruz kendimizi, yoksa darmadağın olanlar gibi mi?
Belâlar dalga dalga üzerimize geldiğinde inancımız mı arttı, ümitsizliğimiz mi? Birbirimizi sevmenin iman kadar değerli olduğunu söyleyen oldu mu bize? Allah’ın “kardeş” olarak nitelemesini ne kadar önemsedik? Kardeş olmanın bedelinin ne olduğuna ne kadar kafa yorduk? Kim için yola çıkmıştık, hedeflerimizde Allah rızası mı vardı, dünyevi tutkular mı?
Hz. Âmine annemizin şefkatli kucağından Âlemlerin Rabbi Yüce Mevlâmızın Cennet Bahçesi Ravza-i Mutahhara’ya uzanan çileli dünya yolculuğunun her anını cahil ve zalimlerle mücadeleye ve insanlığın irşadına adamış olan Peygamber Efendimizin Hayatı, kararan ufuklarımızı aydınlatan birer kandil vazifesi görür inşaallah… |