Mü’minler aman dikkat!
Allah’ın rızasını kazanmak için öncelikle haramlardan mümkün olduğunca arınmış bir hayat yaşamaya mecburuz. Haramlardan ve harama götüren çevreden, vesilelerden arınmak zorundayız. Ve bu arınmanın da ancak güçlü bir direnme ile mümkün olacağını bilmeliyiz.
06/11/2013 - 11:17

İçinde bulunduğumuz şartlar bir mü’min olarak üzerinde düşünmemizi gerekli kılıyor. Üzerine üşüştüğümüz dünyanın gerçek çehresini bize gösteriyor. Ne yazık ki bile bile bu kapana takılıp kalıyoruz. Önce âyetin mealini okuyalım. Sonra da âyetin anlattıklarını anlamaya çalışalım:
‘Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda karşılıklı bir övünme, çok mal ve evlat sahibi olma yarışından ibarettir. Tıpkı şöyle: Bir yağmur ki bitirdiği bitki, çiftçilerin hoşuna gider. Sonra kurumaya yüz tutar da sen onu sararmış olarak görürsün. Sonra da çer çöp olur. Ama ahrette (böyle olmayacak) Ya şiddetli, çetin bir azap veya Allah’ın mağfiret ve rızası vardır. Dünya hayatı, aldanış metasından (aldatıcı ve geçici bir tatmin) vasıtasından başka bir şey değildir.’ (57 Hadid 20)
Dünyayı yaratan ve şekillendiren sonra da bizi onun üzerinde sınamak isteyen Allah’tır. İmtihan çeşidini, zaman ve şartlarını da belirleyen sadece O’dur. Allah’ın takdirinde dünya oyun ve eğlencedir. Süstür, övünme vesilesidir mal-evlat yarışından ibarettir. Bu altı çizili kavramlara dikkat edersek Allah’ın dünyayı nasıl görmemizden razı olacağını da anlarız.
Bütün bunlara rağmen Allah, dünyanın tamamen ihmal edilmesini de istememiştir; sınamanın tam gerçekleşmesi için dünyanın da ihmal edilmemesi gerekmektedir. Kullarının elinde dünya da bulunsun istemiştir ama ellerinde durması gereken dünyayı kalplerine koyanları da kaybedenler listesine geçirecektir.
Rabbimiz, bütün insanların çok rahat anlayabilecekleri bir örnekle gözlerimizi açmayı murat etmiştir: Yağmur ve bitki! Yağan yağmur toprağı coşturur. Coşan toprak çiftçinin yüzünü güldürür ama bir zaman sonra yağan yağmurla beraber yeşeren bitki kurumaya yüz tutar. Sonra da toprak eski hâlini alır. Dünya da böyledir: Eline geçince yüzünü güldürür. Onu ekine döndüremezsen kurur gider, elinde iken sana ahireti kazandıracak bir nimet olduğu hâlde azaba sebep olur. Dünyayı ahiret kazancına sebep olarak kullanamayanlar, dünya yüzünden kesinlikle azap göreceklerdir. Nitekim onu ahiret kazancına sebep yapanlar da ebedî bir cennet nimetinin vesilesine dönüştürürler dünyayı.
 İnsanların dünyevileşme meyline, ahireti unutma gafletine karşı İslam toplumu Tasavvufu geliştirmiştir. Doğrusu eğrisi bir kenara tasavvuf, dünyevileşme gidişatına karşı gelişmiştir. Şimdiki tasavvuf ekolleri yani tasavvuf üzere çalışan gruplar, insanlara Fudayl’lerin, Ceylani’lerin, Gazali’lerin, İmam-ı Rabbani’lerin menkıbelerini ders kitabı gibi okutan insanların yaşayışları bile ‘dünyevîleşme hastalığı’ndan kurtulamadıklarını göstermektedir. Şimdiki tasavvuf erbabı, zühd ve takva vitrini oluşturanlar, iş adamlarından daha lüks bir hayat yaşamaktadırlar. Önceleri ‘Çilehane’ olarak hatırlanan tekkeler şimdi Lüks Hanelere dönüşmüştür. Yunus Emre’nin sırtında heybesi ile dağdan dağa yürüdüğünü menkıbe olarak anlatanlar özel helikopterlerle zikir meclislerine katılmaktadırlar. ‘Tasavvuf erbabında bile böylesi bir sürece gelindi ise gerisi nasıldır?’ diye düşünmekten kendimizi alıkoyamıyor, hastalığın dehşetini ve insanımızı ne duruma düşürdüğünü daha iyi anlıyoruz.
 Dünya nimetlerinin üzerine çullanan Müslüman, başka bir göstergeye gerek bırakmayacak kadar dünya nimetlerine râm olmuştur. Siyasi, ekonomik ve sosyal menfaatler üzerindeki hırs, bu çullanmanın göstergesidir. Aslı helal olan ama elde ediliş tarzı helal olmayan imkânlar ya da abartılan mübahlar bu yola kayışı gösterir. Üç günlük dünyayı ebedîleştirme sonucuna götüren bir anlayış, ebedî saadet arayan bir insan için çelişki olacaktır elbette. Bilhassa haram sınırlarının zorlanması, mü’minlerin mü’min olmayanlar gibi iş yapması, kazanç elde etmesi, birbirlerinin hukukunu çiğnemesi dünyaya çullanmadır.
Tekâsür suresinin defalarca okunup üzerinde tefekkür edilmesine, bu dönemde ne kadar da muhtacız! Ölüm bile ürkütmüyor artık. Nasıl ürkütsün ki mezarlıklar bile yapılaşmadan, içine düştüğümüz bina yarışından nasibini almış durumda. Allah’ın bize, oyun ve eğlence olarak tanıttığı dünya, gaye ve hedef hâlini almıştır. İnsanoğlu çok malla elde edilecek imkan ve itibarın ona her kapıyı açacağını düşünüyor. Kınanan çok mal değil, mal çok az da olsa onu çoğaltma tutkusudur. Cüneydi Bağdadi hazretleri fakrı, ‘Fakr hiçbir şeye sahip olmaman değil, dünyalara sahip olsan da hiçbir şeyin sana sahip olmasına izin vermemendir’ diyor.
Serveti, keyfimizce tasarruf edeceğimiz bir mülkiyet değil, hesabı sorulacak bir emanet olarak görürsek kendimizi toparlayabiliriz. Şeytan, insanı bitmeyen bir fakirlik ve muhtaçlık korkusu altında tutmak ister. Bunun için de sabah akşam yalanlarla dolu bir propagandayı evde, camide her yerde enjekte etmeye çalışır. Cimriliğe, kısmaya teşvik eder. Tavize sürükler. Zillete bile razı ettirir. İster ki mü’min hiç dünyanın peşinden ayrılmasın. Sanki mü’min bir an dünyayı ihmal etse tamamen elinden gidecek zanneder.
 
Peygamber Efendimiz, yegâne hakikati kulaklarımıza haykırıyor. İnsan, esefle geçmişine yanacağı gün gelmeden onu dinlemeli, şeytana esir olmamalıdır.
 ‘Vallahi sizin için fakirlikten korkmuyorum ama dünyanın size açılmasından endişeliyim. Sizden öncekilere açıldığı gibi; onların dünya üzerinden yarıştığı gibi sizin de yarışmanızdan ve onları dünyanın helak ettiği gibi sizi de helak etmesinden çekiniyorum.’ (Buharî)
Bir duasında da ‘Allahümme hasıbnîy hisaben yesîyra (Allah’ım hesabımı kolay eyle!) diye dua eder. Kıyamet gününün hesabına hazırlanan mü’min, dünyada da bir hesap şuuru ile yaşamalıdır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de: “De ki: Size tek bir öğüdüm var: İster başkalarıyla beraber, ister yalnız başına iken, Allah’ın huzurunda bulunduğunuz gerçeğini asla unutmayın!” (34 Sebe 46)
İnsanlar mala düşkünlükte birbirlerini geride bırakmayacak şekilde faydasız bir yarış içine girmektedirler. İnsanın bu yönünü Peygamberimiz: ‘Adem oğlunun iki vadi dolusu malı olsa üçüncüyü ister. İnsanoğlunun karnını (gözünü) ancak toprak doldurur’ buyurmaktadır.
Ekonomik yarışların dünyayı nasıl Cehenneme çevirdiğini, her gün yaşadığımız olaylarla daha net görüyoruz. Ortalık kan, şiddet, felaket ve ateşten geçilmiyor. Yer altı ve yerüstü zenginliklerini kapmak için kıyılan canların, yakılan ateşlerin, cehennemi andıran görüntülerin haddi-hesabı yok. Mal biriktirme, dünyaya aşırı bağlanmanın insanları nasıl insanlıktan çıkardıkları görülüp ibret alınsaydı hepimiz başka bir dünya inşa ederdik. Allah’ın insana bahşettiği dünyalıkların insan ile Rabbinin arasına girmesine mani olmak, her türlü maddi-manevi imkanları ona verenin Rabbi olduğunu unutmadan yaşamak problemin çözümüdür. Her türlü nimete sahip olduğunda göndereni unutmadan, imkanları paylaştığında, ‘emanet şuuru’ ile hareket ettiğinde, ölçülü ve dengeli yaşayabilir. Zaten insan malını ‘mülkiyet’ bildiğinde veremez, emanet bildiğinde verebilir.
Dağ başına çekilme yahut insanlardan kopup içine kapanma tarzında bir hayatın bizden beklenmediğini iyi bilmeliyiz. Dünyanın fırtınasına kapılmamak dünyadan kaçmakla değil ona esarete karşı uyanık bulunmak ve Allah’ın dinini yaşamakla mümkündür. Bize, fakirliği teşvik eden bir dinimiz yoktur. Meydanları Allah’ın düşmanlarına terk etmekle emredilmiş değiliz. Aczimizi itiraf edip bir kenara çekilerek imtihan kazanamayız. İmtihana girmeden, kazanmak veya kaybetmek mümkün müdür? Eğer gaye Allah’ın rızasını kazanmak ise -ki, mü’min için başka bir tercih yoktur- yapacağımız bellidir:
* İmanımızı güçlü tutmak için dinimizi ciddiye alıp gerekenlere önem vermeliyiz.
* Allah’ın rızasını kazanmak için öncelikle haramlardan mümkün olduğunca arınmış bir hayat yaşamaya mecburuz. Haramlardan ve harama götüren çevreden, vesilelerden arınmak zorundayız. Ve bu arınmanın da ancak güçlü bir direnme ile mümkün olacağını bilmeliyiz.
* Haramlardan arındıktan ya da iyi bir arınma mücadelesi içinde olduktan sonra Allah’ın farzlarını yerine getirmek için yoğun gayret göstermeli, tek bir farzı bile ihmal etmemeliyiz.
 * İmkânlarımız ve kabiliyetlerimiz doğrultusunda bir nafile birikimi oluşturmalıyız.
 * Mü’min kardeşlerimizle bağımızı güçlü tutmalı, devamlı yeni bir kardeş kazanma hamlesi içinde olmalı, her Müslüman’ın ‘davetçi’ olduğunu unutmamalıyız.
 * Yeryüzünde iman ehli olarak bulunmanın tabii bir gereğinin de küfürle mücadele içinde olma, sürekli bir şekilde Hak adına yaşama olduğunu bilmeliyiz. Buna cihat denecekse cihat edeceğiz. Sabır denecekse sabredeceğiz. Direnme denecekse direneceğiz.
 * Hayatımızı ölçü ve denge üzerinde yaşamaya çalışacağız. Dünyayı tamamen ihmal eden anlayış da yanlış, dünyayı yüreğine sıkıştırmaya çalışan anlayış da... Mü’min, ahiret için çalışırken dünyadan da nasibini unutmayan insandır. Özellikle ekonomik ve siyasi alanların mü’minlerin ihmalleri sebebiyle mü’min olmayanlara terk edilmesi ayrıca bir vebaldir. İtfaiyeci mantığıyla dünyaya yaklaşabiliriz; “yanmadan yangını söndürmek” görevimiz. Resûlullah Efendimizin şu hadis-i şerifteki dengelemeyi ölçü alabiliriz. Buyuruyor ki:
‘Dünyaya tenezzülsüzlük, helali haram saymak veya malı zayi etmek değildir. Asıl dünyaya tenezzülsüzlük, sendekini Allah’ın yanındakinden daha iyi görmemen ve başına gelen bir sıkıntıdan dolayı elde edeceğin sevabın, sana göre o sıkıntıdan dolayı kaybedeceğin maldan üstün olmasıdır.’ (Tirmizî)
 
 * İslam’ın emirlerinden bir emir ya da hayatın gereklerinden bir gerek üzerine yoğunlaşmamız, diğerlerini ihmalimize sebep olmamalı. İslam, sadece şundan ibarettir, gerisi ikinci sınıf olabilir denebilecek bir şey yoktur. Mesela her yıl haccetmeyi böylece bütün enerjiyi hacca harcamayı ya da her iki günde bir Kur’an’ı hatmedecek şekilde Kur’an okuyup çocukları, aileyi ihmal etmeyi benimseyemeyiz. Kulluk, emredilen her şeyi sahiplenmekle gerçekleştirebiliriz. Bağlı bulunduğumuz ‘gönüllü kuruluş’un bütün faaliyet, çalışma ve hizmetteki usul ve üslubunu, ‘Kur’an ve Sünnet ışığında değerlendirmeliyiz. Kur’an ve Sünnet şaşmayan ölçümüz olmalı, ona uymayan ölçüyü kabullenemeyiz. Nitekim İmam-ı Rabbani Hazretleri de “Bir kimse ki, Kur’ana ve hadise gözlerini kapamıştır; o kimse bahis dışıdır.” demiyor mu?
Gerek âyetler, gerekse hadisler bizleri ikaz etmektedir. Bizler de mü’minler olarak bu ikazları birer ‘uyarı levhası’ gibi görüp mucibince amel etmeliyiz.