Üstadın 30. Seneyi devriyesi münasebetiyle… |
Yazı hayatında boşluk bırakmadı. Yazmadığı saha kalmadı. |
10/06/2013 - 10:42 |
Dün gibi hatırlıyorum. Dersten çıktım. Teneffüste bir çay içeyim derken, “ziyaretçiniz var” dediler. Baktım bizim eski arkadaşlarımızdan birisi. Üstadın vefatını ve cenazenin Fatih camiinde kılınacağını, müteakiben Eyüp Sultan’a defnedileceğini söylerken kelimeler âdeta boğazında düğümleniyordu. Okuldan izin verilmemesine rağmen Fatih’e nasıl geldiğimizi, O mahşerî kalabalığı, eller üstünde (ufak-tefek olaylara rağmen) polis kontrolünde Eyüp Sultan’a yürüyerek ne şartlar altında geldiğimizi, Üstad Necip FAZIL’ı Abdülhakim Arvasî Hazretlerinin eteğine defnettiğimizi sanki dün gibi hatırlıyorum. Cenazeden sonra gönül dostlarıyla “Üstadla Hatıralar” bahsiyle uzun sohbetlerimizi, bize kazandırdıkları “öz güven”i heyecanlarımızı, imanın bedel istediğini, her Müslümanın bu bedeli ödemesi gerektiğini, kendisinin her türlü dünya nimetlerine; hapis hayatı ve işkenceyi tercih ettiklerini, “imtihan dünyası”nın her çeşidine hazır olunması gerektiğini, dâvâ adamlığı” şartını taşıyan bir adamdan nasıl korkulduğunu yaşanmış misallerle anlatmıştık birbirimize.
67-68’lerde Ortaokula giderken “Büyük Doğu” dergileriyle tanıştım. Daha sonra konferansları, çeşitli gazetelerde yazdığı makaleleri, yazı dizileri, kitapları… Bir diğer Üstad Sezâi KARAKOÇ’un “Diriliş”i bizi o günlerde anne sütünü emen çocuklar gibi besliyordu. Zamanının en güzel fikir ve sanat dergisi idi Büyük Doğu. Sahafları dolaşmamız eski sayılarını temin için yapılan pazarlıklar… Dönüş paramız kalmadığı için eve yaya dönüşler, vs. Her sayısını incelerken “aşağılık kompleksi”nden kurtulduğumuzu hissediyor, din düşmanlarına karşı mücadeleye hazırlanıyor, meşrû zeminde bilgili ve kültürlü yetişerek muhataplarımızı susturuyorduk. Zamanla bu dergi fikrî mücadelenin kavga dergisi oldu. Eski sayıları bize “tarih şuuru” veriyordu. Meselâ; Bir sayısının kapağında kocaman bir kulak resmi. Altında da şu yazı: “Başımızda kulak istiyoruz.” İsmet Paşa’nın dergiyi kapattığını ileriki sayılarından anlıyoruz. Bakıyorsunuz bir başka gün bir başka kapak. Bir cennet ırmağı ve altında Yunus’un mısrasıyla Anadolu’yu târif ediyor: “Şol cennetin ırmakları akar Allah deyu deyu.” Bir başka kapakta harikulâde güzel yüzlü bir kız çocuğunun ağlayan resmi altında izahat: “Milletçe Ağlıyoruz.” Tabiî CHP’nin elinden.
Bir defasında yine Büyük Doğu’da, “Allah’a itaat etmeyene itaat olunmaz” hadîsini neşretmiş ve tabiî kapatılmıştı.
Üstad, hayatının aşağı yukarı her şeyini Bâbıâli isimli kitabında büyük bir açık kalplilikle, samimiyet içinde yazmıştır. Rusların kültür ataşesi Mihailof ismindeki adamın “Bize senin gibiler lâzım. Nazım’lar falan değil. Komünist olsan Moskova’nın yarısını verirdik” dediğini hatırlayınca, bugünün menfaatperestlerini, istismarcılarını, en küçük çıkar uğruna ezilip büzülen ‘ham yobaz kaba softalar’ının hali, insanı dehşete düşürüyor. O DAVAsı için hapishaneyi, çileyi, zulmü, servete tercih etmişti. İmanının, davasının bedelini ödeyen adamdır Necip FAZIL. “Fikir suçu olmaz” diyenlerin hepsi onun hapishanede kalması için seferber olmuşlardı. Üstad bunları, “elimde kibrit çöpü kadar bir neşir organı olduğu zaman kuyruklarını apış aralarına sıkıştırarak kaçarlar” diye tarif ederdi. Muhataplarının hepsi basın mensubu olan bu adamlar basın hürriyetini bir tarafa bırakarak Büyük Doğu’nun sayılarının toplatılmasına sebep olmuşlar, en azından göz yummakta mahzur görmemişlerdir.
Yazı hayatında boşluk bırakmadı. Yazmadığı saha kalmadı. Şiir yazdı, makale yazdı, köşe yazısı yazdı, deneme yazdı, tarih tezi olabilecek incelemeler yazdı, Çok zekiydi, çok kabiliyetliydi; mürşidinin ‘keşke bu kadar zeki olmasaydın’ sözünü sık sık naklederdi.
Konferanslar verdi, tiyatro eserleri yazdı, dinî-fikrî eserler yazdı, ilmihal bile yazdı! “Yazmaktan, düşünmekten; beynimiz, kalemimiz kan revan içinde.” Diyordu. Polemiklere, siyasi kavgalara girdi. Bütün bunlar, “sosyal mesele” alanının her yerinde ‘bizde varız’ı göstermek, inanan insanımızı aşağılık duygusundan kurtarıp, ona özgüven aşılamak içindi. Mâziye ait her şeyin hoyratça kundaklandığı bir ülkede yangından mal kurtarıyordu. ‘Din-dil-tarih şuuru’na sahip insanımızın yetişmesinde hamurkârlık yapmıştı. Aydın geçinen, bilim sahtekârlarının elinde millî ve manevî değerlerin ayaklar altına alındığı, yücelerin cüce, cücelerin yüce gösterildiği o dönemde kalemiyle, kelamıyla bu güruhun karşısında ‘Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!’ diye haykıran bir devdi o. Yazılarını milleti ve dini uğruna savaşır gibi yazdı. Bütün fıtrî hasletlerini DAVAsının neşrinde harcadı. Basında, kültürel ve sosyal hayatımızda örnek alabileceğimiz tezahürlerini göstererek Müslümanları ümitsizlikten kurtardı. Necip Fazıl olmasaydı, insanımız her şeyden ümit kesip aşağılık duygusuna kapılacaktı.
Üstad Necip FAZIL’ı, “belirli günlerde anmak” değil, “anlamak”tır önemli olan. Necip Fazıl anlaşılamazsa, belirli günlerde “anma” ne ifade eder? Gönül arzu eder ki, yıllarını mahkeme koridorlarında, hapishanelerde geçiren Necip Fazıl'ın hayat ve hatıralarını, yarınlarımızı inşa etmek isteyen gençlerimiz bilsin, Üstad'ın bütün eserlerini döne döne, düşüne düşüne okusunlar. Bu sayede hem halimizi, hem mazimizi hem de dünyayı tanırlar. |