Gönül dostlarına kulak vermek
"Biri bizi incittiğinde, kum üzerine yazmalıyız ki, rüzgâr estiğinde onu silebilsin. Ama biri bize iyi bir şey yaparsa, onu kayaya kazımalıyız ki, hiçbir rüzgâr onu yok etmesin.’
27/08/2012 - 12:49

“Bir âdem bir âlem” demişiz, şefkat-merhamet hareketini başlatmış, “insan seferberliği” için yollara düşmüşüz. “Fütuhül kulûb, fütuhül buldandan önce gelir” demişiz. (Kalplerin, gönüllerin fethini, beldelerin fethinden öne almışız.) Medeniyetimize insanlıkla özdeş isimler vermişiz. Kalp Medeniyeti, Gözyaşı Medeniyeti, Yürek Medeniyeti, Şefkat-Merhamet Medeniyeti, Hicret Medeniyeti, Diriliş Medeniyeti, vs. Büyük ve dağınık bir coğrafyada, şaşılacak kadar kısa bir zamanda “insanlık fethi”ni gerçekleştirmişiz. Bütün bunları gerçekleştirenler olarak bizler; şimdi kendi insanlarına, kendi torunlarına, kendi çoluk-çocuklarına sahip çıkmaktan âciz hale gelmişse burada durup bir nefs muhasebesi yapmamız gerekmez mi?

İnsanımız nerede? Nerede hata yaptık? Devlet-iktidar-güç-parti-gazete-dernek-vakıf-cemaat-dergi-medya vs. Bütün bunlar insan için vardır.  İnsandan önce bunları tercih edenlere, doğru adres göstererek “önce insan” demek durumundayız. O halde insanımız için, onun yetişmesi, gelişmesi ve şahsiyet eğitimi için var olan bu kurum ve kuruluşlar adına insanın harcanıp harcanmadığına dikkat etmeliydik.İnsana hizmet için kurulan bu müesseselerde  “insana hizmet” deyince ne anlaşıldığı üzerine mesul ve mükellef olanlar kafa yormalıydı. Yoksa insan; şahsa, kuruma, lidere, teşkilata feda edilip  (insanların kurallar için değil, kuralların insanlar için) olduğu da unutulur gider. Burada gönül dostlarının ikazına, irşadına nefesine ihtiyaç var. Ana dizine başını koyan evlat misali. O diz dertleri unutturur, o bakış derûnumuza nüfûz eder.

Gönül dostları bizi kendimize döndürür. Mevlana’nın ‘Şems’te ne buldun?’ sualine cevabı ne kadar güzeldir. Diyor ki: “Ben Şems’e rastlamadan önce  üşüdüğüm zaman ısınıyordum. Ama Şems’ten sonra ısınamıyorum. Çünkü Şems bana birşey öğretti. Yeryüzünde bir tek mümin üşüyorsa, ısınma hakkına sahip değilsin! Ben de biliyorum ki, yeryüzünde üşüyen müminler var, artık ben ısınamıyorum. Eskiden açken bir tas çorba içince doyardım. Şimdi hiçbir şey bana gıda hazzı vermiyor, çünkü biliyorum ki açlar var. İşte Şems bana bunu öğretti”

Bir başka gönül dostu; ‘kötülüğü unutmak, iyiliği hatırlamak’ gerektiğinden bahsedip bir nakilde bulunur:

‘Çölde yolculuk eden iki arkadaş, yolculuk sırasında aralarında tartışırlar. Biri diğerine tokat atar. Tokadı yiyenin canı çok sıkılır ama arkadaşına bir şey söylemez. Kum üzerine şu sözleri yazar: "Bugün en iyi arkadaşım bana bir tokat attı."

Yürümeye devam ederler. Tokadı yiyenin ayağı takılır. Düşerken başı kayaya çarpar ve kendini kaybeder. Arkadaşı, hemen yanına koşar, ona bakar ve iyileştirir. Bu defa, kaya parçasının üzerine, aynı kişi şu notu düşer: "Bugün en iyi arkadaşım benim hayatımı kurtardı."

Önce tokadı vuran, sonra da arkadaşının hayatını kurtaran kişi sorar: "Neden tokat attığımı kum üzerine, hayatını kurtardığımı ise kaya üzerine yazdın?" İşte arkadaşından aldığı cevap: "Biri bizi incittiğinde, kum üzerine yazmalıyız ki, rüzgâr estiğinde onu silebilsin. Ama biri bize iyi bir şey yaparsa, onu kayaya kazımalıyız ki, hiçbir rüzgâr onu yok etmesin.’

Bir başka gönül dostu  “Bir Hz. Ebu Bekir'iniz var mı?” diye sorar.

‘Size sırt çevirmeyecek, size hep yâr olacak, sizi ağyara yem etmeyecek, sıkıştığınızda size pervane olacak, üstünüze yağacak oklara vücudunu siper edecek bir Hz. Ebu Bekir'iniz var mı? Uykudan sıçradığınızda yatağınızın başucunda "ben buradayım" diyecek bir Ebu Bekir'iniz var mı? Bütün dünya üstüne çullansa "önce beni ezin sonra dostuma ilişin" diyecek bir gönül dostunuz var mı? " Bana gelecek bütün kapıları kapatın, sadece onun kapısı açık olsun" diyeceğiniz bir gönül dostunuz var mı?’ diye sorup cevabı da yapıştırır:

‘Bence çoğunuzun yoktur. Yoktur çünkü Hz. Ebu Bekir zannettikleriniz sıddık, dost, yürek, gönül olmaktan çok uzaktır. Kötü gün yaşamadığınız için size yakın olanların yarın ne olacağını bilmiyorsunuz. Hz. Ebu Bekir gibi yakın ve sadık bir dostum olmadı. Olduğunu sandıklarımın Ebu Bekir olmadıklarını gördüm. Belki de ben bir Ebu Bekir bulmaya layık değildim.’ Peki, madem ki Hz. Ebu Bekir gibi bir sadık yok çevremizde, ne yapacağız? Yapmamız gereken nedir?

Yüce Allah'ı yâr ve O'nun Peygamberini yâren kabul etmek! Oraya sığınmak. Evet himmetiniz orası, kapınız orası olacak. Bütün kapıları kapatın, sadece Yüce Allah'a ve O'nun Peygamberine açılacak kapıyı aralık tutun. Sadece Yüce Allah'a açılacak kapıyı... 

Peygamberimizin Hayatından 

Zulmün çeşitlerini anlatan bir Peygamber 

Hz. Enes anlatıyor:

Peygamberimiz buyurdu ki: “Zulüm üç çeşittir: Bir zulüm vardır ki, onu Cenab-ı Hak asla bağışlamaz. Bir zulüm vardır ki, Allah Teala onu dilerse affedebilir. Bir zulüm vardır ki, Allah Teala onu terk buyurmaz. Alla Tealanın affetmeyeceği zulüm, şirktir (Allah’a ortak koşmaktır). Allah, “Şirk, en büyük bir zulümdür” buyurmuştur. Hak Tealanın dilerse affedeceği zulüm, kulların kendileriyle Rableri arasındaki hususlarda, kendi nefislerine yaptıkları zulümdür. Allah kendine karşı işlenen bu zulmü dilerse affeder. Hak Tealanın terk buyurmayacağı zulme gelince, bu kullardan bazılarını bazılarına yaptıkları zulümdür (kul hakkıdır) ki, mazlum zalimden hakkını almadıkça Allah onları terk buyurmaz, bağışlayıp affetmez.

 

Dil Yâresi 

Mecelle… Herkes Ölecek Ecelle… 

Geçmiş zaman bu ya… Bir köşe yazarının makalesini okurken, çok şaşırmıştım. Yazar başbakanın bir konudaki demecini eleştirirken “Bu sözlerin hiçbir kıyâmet-i harbiyesi yoktur” şeklinde bir cümle kullanıyordu. Bir an için bu fahiş hatanın dizgi yanlışı olabileceğini düşündüm ve merak edip ertesi günü bekledim. Fakat herhangi bir düzeltmeyle karşılaşmadım. Demek ki yapılan yanlışın bir “ kıymet-i harbiyesi yokmuş.” “Kıymet-i harbiye” sözünün, “kıyamet-i harbiye” diye kullanıldığını da gördüğümüze göre, artık kıyameti bekleyebiliriz. “Vakt-i merhun” sözünü, “vakt-i merhum” diye söyleyerek büyük bir yanlışlığa düşenlere, ne yazık ki bazı köşe yazarlarının arasında bile rastlıyoruz. Vakt-i merhun, rehin verilen vakit demektir. Dolayısıyla her şeyin bir vakt-i merhunu vardır. O vakit gelmeden, olması gereken bir şey asla ve kat’a olmaz, gerçekleşmez. Mesela ecel bir vakt-i merhundur. Eceli gelmeden kimse ölmez. Merhum Muzaffer Ozak, sık sık, “Mecelle, Mecelle…Herkes ölecek ecelle!...” derdi. Evet, siz konuşurken veya yazarken “vakt-i merhun”u, “vakt-i merhum” yaparsanız, vakti öldürmeye teşebbüs etmiş olursunuz ki, böyle bir şey muhaldir. Hem de muhal ender muhaldir.

Muhal deyince aklıma geldi. Bir gazete haberinde bu kelimenin de yanlış kullanıldığını görmüştüm. Bilindiği gibi, “muhal”,  imkânsız; olması, gerçekleşmesi asla düşünülemeyecek şey anlamına geliyor. Muhabirin cümlesi şöyleydi: “…Bunların hiçbiri gerçekleşmez, mahal farz gerçekleştiğini kabul edelim…” Halbuki doğru kullanımı şöyle olmalıydı. “… Bunların hiç biri gerçekleşmez, muhal farz gerçekleştiğini kabul edelim…” Büyük âlimlerden biri diyor ki: “Eski hal muhal, ya yeni hal, ya izmihlâl!” Bu cümleyle, eski devre dönmek imkansız. Ya yeni şartları, yeni gelişmeleri kabul edeceğiz veya tarih sahnesinden silinip yok olacağız, denilmek isteniyor.        

(‘Sohbet Tadında’ kitabından Dursun GÜRLEK   Kubbealtı Yayınları) 

Şiir Defterimden 

Gülü İncitme Gönül 

Çiçeklerle hoş geçin,

Balı incitme gönül.

Bir küçük meyve için

Dalı incitme gönül.

 

Konuşmak bize mahsus,

Olsa da bir güzel süs,

‘Ya hayır de, yahut sus,’

Dili incitme gönül.

 

Sevmekten geri kalma,

Yapan ol, yıkan olma,

Sevene diken olma,

Gülü incitme gönül.

 

Başın olsa da yüksek,

Gözün enginde gerek,

Kibirle yürüyerek

Yolu incitme gönül.

 

Mevlâ verince azma,

Geri alınca kızma,

Tüten ocağı bozma,

Külü incitme gönül.

 

Dokunur gayretine,

Karışma hikmetine.

Sahibi hürmetine

Kulu incitme gönül.

 

Bestami YAZGAN