EY FIKIH OKUYANLAR, FIKHEDİN!
Humeyd ibn Abdirrahmân anlatıyor:

Ben, Muâviye ibn Ebi Süfyân’dan hutbe yaparken işittim, şöyle diyordu:

" Ben, Rasulullah (s.a.s.)’den işittim, şöyle buyuruyordu:

"Allah, her kimin hayrını isterse onu, dinde fakîh kılar (din hususunda büyük bir anlayış verir).

Ben (verici değil) yalnız taksim ediciyim. Veren ise Allah’dır. Bu Ümmet, Allah’ın (kıyamet) emri zuhur edinceye kadar, Allah’ın dini üzerinde hep sebât edip duracak ve kendilerine muhalefet edenler, onlara zarar vermeyecektir."1
23/07/2012 - 12:38

Yegâne önderimiz ve hayat örneğimiz Rasulullah (s.a.s.)’in bu hadislerinin birinci bölümü olan fıkıh ve fakîh konusu üzerinde durmak istiyoruz…  Önce salih selefimiz olan öncü ulemânın bu konudaki açıklamalarını hep beraber okuyup tefekkür edelim!..

Allâme İbn Hacer el-Askalânî (rh.a.), “Fethu’l-Bârî” adlı meşhur Sahih-i Buhârî şerhinde şöyle der:

“Bu hadis, Allah’ın dininde anlayış sahibi/derin fıkhî bilgiye sahib kişiler için iyiliğin söz konusu olduğunu, bunun yalnızca kişisel çaba ile kazanılamayacağını, aksine Allah’ın nâsib ettiği kişilerin buna sahib olacağını buna sahib olanların kıyamete kadar mevcut olacağını belirtmektedir.

Bu hadisten şu hususlar anlaşılır:

Dinde anlayış sahibi olmayan, yani İslâm’ın temel kurallarını ve bunlara ilişkin fıkıh ve inanç ile ilgili detayları öğrenmeyen kişilerin hayırdan mahrum olduğunu gösterir. Ayrıca âlimlerin diğer insanlar üzerinde bariz bir şekilde üstünlüğünün bulunduğunu, dinde derin fıkhî bilgi sahibi olmanın da diğer ilimler üzerinde bir üstünlüğünün olduğunu göstermektedir.

İmam Nevevî:

— Bunların mücahid, fakîh, muhaddis, zâhid, iyiliği emreden vb. hayırları yapan mü’minlerden, Allah’ın emirlerini yerine getirenlerden bir gurup olması muhtemeldir. Bunların bir yerde toplanmış olması şart değildir. Ayrı ayrı olmaları da mümkündür, demiştir.”2

 

Sahih-i Müslim şerhinde şunlar beyan edilmiştir:

“Hadisteki ‘hayır’dan murad: Ya bütün hayırlar yahud çok hayırdır. Bu kelimenin nekire olarak zikredilmesi, umûm ifade etsin diyedir. Çünkü şart siyakında vârid olan nekireler, siyâk-ı nefide ederler. Kelimenin nekire olarak zikrinden ta’zim kasdedilmiş de olabilir.

Fıkıh: Bir şeyi bilmek veya hakkıyla bilmek demektir. Şeriat istilâhında ise, şeriatın fer’i hükümlerini tafsilî delillerden istidlâl yoluyla çıkararak bilmektir. Burada münâsib olan birinci mânâdır. Zirâ din ilimlerinin hepsine şâmildir.

Fıkıh ilmi ile meşgul olan âlime Fakîh derler.

İmam Hasan el-Basrî:

—Fâkih, dünyadan el çeken ve ahirete rağbet gösteren, din işlerinde basiretle hareket eden Allah’ına ibadet eden kimsedir, demiştir.”3

 Sünen-i İbn Mace’nin şerhinde bu hadis için şunlar kaydedilmiştir:

“Hadiste geçen fıkıh kelimesi, Arab dilinde anlamak, bilmek demektir. Din lisanında ise, şeriat ilmine tahsis edilmiştir. Şer-i Şerif’e Fıkıh adının verilmesinin sebebi ise şer’î hükümlerin bir takım kaideler, deliller, kıyaslar, derin ictihadlar ile ve büyük bir anlayış kabiliyeti ile meydana çıkarılmasıdır.

Kastalânî şöyle der:

“Hadiste, fıkıh kelimesinin lügat mânâsı ile yorumlanması daha uygundur. Çünkü dini ilimlerin hepsine şâmil olmuş olur. Aksi takdirde yalnız şeriat ilmine münhasır kalır.”

Sindî ise şöyle diyor:

“Din hususundaki fıkıh bilgisi, Kalbe Allah korkusunu veren ve o korkunun etkisini kişinin dış organlarında gösteren öyle bir ilimdir ki, artık sahibi, kendi çevresini uyarmaya girişir. Tevbe Sûresi’nin 122. ayeti buna işaret buyurur.”4

Rabbimiz Allah şöyle buyurur:       

“Mü’minlerin tümünün öne fırlayıp çıkmaları gerekmez. Öyleyse onlardan her bir topluluktan bir gurup, çıktığında (bir gurup da), dinde derin bir kavrayış edinmek (tafakuhda bulunmak) ve kavimleri kendilerine döndüğünde onları uyarmak için (geride kalabilir). Umulur ki, onlar da kaçınıp sakınırlar.”5

Şeyhu’l-İslâm Ebu’s-Suûd Efendi (rh.a.) “İrşadu’l-Akli’s-Selîm” adlı meşhur tefsirinde bu ayet hakkında şunları söyler:

“Mü’minler, gazadan geri kalanlar hakkında nâzil olan ayetleri duyunca, va’dedilen mükâfatlara rağbet ederek ve va’dedilen cezadan da korkarak, hepsi sür’atle savaş birliklerine katıldılar ve dinî bilgileri edinmekten tamamen kesildiler. İşte bunun üzerine belli bir topluluğun cihada gitmesi, geri kalanların ise, geniş dinî bilgi edinmek için geride kalmaları emredildi ki, cihad-ı ekber (en büyük cihad) sayılan ilim tahsili kesintiye uğramasın. Çünkü Peygamberlerin gönderilmesinden asıl maksad, ilmî hücetlerle mücadele vermektir.

Burada, özellikle din bilginlerinin zikredilmesi, bunların mensub oldukları toplumu aydınlatmalarının çok önemli olmasındandır.

Bu ayet-i kerime, derin ve geniş dinî bilgi edinmenin farz-ı kifâye olduğuna ve bu tahsili yapanların, amaçlarının, insanlara üstünlük taslamak ve servet sahibi olmak değil, fakat hem kendilerinin, hem de başkalarının hayatına istikamet vermek olması gerektiğine delildir.”6

Şeyhu’l-İslâm Ebu’s-Suûd Efendi (rh.a.)’in bu tesbiti, ilgili kişiler için büyük bir ders olmalıdır… Elde ettikleri fıkıh bilgisini, Rabbleri Allah’ın kendilerine verdiği bir nimet, bahşettiği yüce bir lutuf olarak kabul etmeli, ilimleriyle âmil olmalı ve bundan dolayı ömür boyu şükretmelidirler… Kendisiyle amel ettikleri ilimleri, onları mütevazi kılmalı, öğrendikçe ve bildikçe tevazuları artmalıdır… Kendilerine verilen ilim nimeti, onlar için bir imtihan vesilesidir… Bu ilim servetini, Allah yolunda harcamalı, ilimde cimrilik yapmamalı, cömert olup, diğer müslümanlarla paylaşmalıdırlar… Yoksa öğrenip bildikleri ilimleriyle, insanlara hava atmak, onlara üstünlük sağlamak diğerlerine kuş bakışı bakmak onları küçük görmek, cahil sayıp hakirleştirmek ve bu ilimlerini dünyalık meta’ karşılığında satıp servet sahibi olmak, imtihanı kaybetmek, böylece büyük zarara uğramak demektir…

Rabbimiz Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“ Her bilgi sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır.”7

Öğrenip bildikleri ilimlerle Allah rızasından başka şeyleri hedefleyenler için büyük bir tehdit:

“Allah’ın indirdiği kitabdan bir şeyi gözardı edip saklayanlar ve onunla değeri az (bir şeyi) satın alanlar, onların yedikleri, karınlarında ateşten başkası değildir. Allah, kıyamet günü onlarla konuşmaz ve onları arındırmaz. Ve onlar için acı bir azab vardır.

 

 

 

Onlar, hidayete karşılık sapıklığı, bağışlanmaya karşılık azabı satın almışlardır. Ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar.”8

İmam Burhaneddin ez-Zernûcî (rh.a.) şunları kaydediyor:

“Fıkıh ilmi ise dünya ve ahiret saadeti ile ilgili ilimlerin inceliklerini bilmektir.

İmam A’zam Ebu Hanife (rh.a.), fıkıhı şöyle târif ediyor:

Fıkıh ilmi, kişinin, leh ve aleyhine olan şeyleri bilmesidir. İlim, ancak amel etmek içindir. İlim ile amel etmek, ahiret saadeti için dünya meşguliyetlerini terk edip gönülden çıkarmaktır.”9

Lehinde ve aleyhinde olan şeyleri bilen bir müslüman kişi, bildikleriyle amel etmelidir. Çünkü kendisiyle amel edilmeyen ve sahibine faydalı olmayan ilim, taşıyanı için ağır ve mesuliyet getiren bir yüktür… Ahiret saadeti isteyenler, elde ettikleri ilim servetini Allah yolunda harcamalı, dünyalık hırsını bir yana bırakmalı, ilmiyle şöhret ve dünya malı elde etmeye çalışmamalıdır… Özellikler, Allah’ın kendisine bağışladığı ilim ile gurur, kibir ve riyâ gündeme getirmemeli, mütevazı ve ihlaslı olmalıdır… Gurur, kibir ve riyâ, gerçek ilim ehli olanların en büyük düşmanıdır… Bu düşmanın galip gelmesi, ilim ehlini dünyada rezil, ahirette zelîl eder… Bundan dolayı ilim ehli olan müslümanın, bu düşmana karşı her ân tetikte olmalı, onu tevazu ve ihlas ile yenmelidir!..

Allâme İbn Abidîn (rh.a.)’in “Reddü’l-Muhtar Ale’d-Dürrü’l-Muhtar” adlı esrinin “Metin” kısmında şunlar beyan olunmuştur:

“Fıkıh, lügatta, bir şeyi bilmek demektir. Bilahere şeriat ilmine tahsis edilmiştir. Kelimenin mazisi Fıkıha okunursa mastarı, fıkhan gelir ve bildi kanasını ifade eder. Fekuhe okunursa, masdarı fekahaten gelir ve fekîh olduğu mânâsına kullanılır…

Istılahta, usul-ı fıkıh ulemâsına göre fıkıh:

 

Tafsili delillerden çıkarılan şer’î olan fer’î hükümleri bilmektir. Fıkıh ulemâsına göre furua aid meselelerden en az üç meselenin hükmünü bilmektir. Ehl-i Hakikata göre ise, ilimle ameli bir araya getirmektir. Çünkü, Hasan-ı Basrî:

 

—Fakîh, ancak dünyadan yüz çevirip ahirete yönelen ve kendi kusurlarını gören kimsedir, demiştir.”10

Cabir (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“İlim iki kısımdır: Kalbde olan ilim ki, faydalı olan ilim budur. Bir de dilde olan ilimdir. (bu, dilde kalıp fiilen yapılmadığı için) Allah, Âdemoğlunu bununla sorumlu tutacaktır.”11

Bu Hadisin şerhinde şunlar beyan edilmiştir:

“Faydalı ilim, sahibinin kendisiyle amel ettiği ve böylece onu, Allah’a karşı sevgi ve saygıya, huşûya götüren, iği amellere sevk eden, kötülüğün her çeşidinden men’ eden ilimdir. Bu ilim, kalbde yer eden ilim olarak tarif edilmiş ve övülmüştür.

Faydasız ilim ise, sahibini kendisine göre amel etmediği, onun sadece dilinde kalan, derûnuna nüfûs etmeyen, ruhunda ve organlarında hiçbir etkisi görülmeyen ilimdir. Bu ilim, sahibinin üzerinde bir vebaldır ve onun sorumluluğunu arttırır. Diğer taraftan böyle bir ilme sahib olanlar, onu başkalarına anlatır, gereğinin yapılmasını tavsiye ederler, amma kendileri aksini yaparlar. Bu da, onların aleyhine bir durum olur. Allah, böyle yapanları kınamaktadır.”12

Şöyle buyurur Rabbimiz Allah Teâlâ:

“Siz, insanlara iyiliği emrederken, kendinizi unutuyor musunuz? Oysa siz, Kitabı okuyorsunuz. Yine de akıllanmayacak mısınız?”13

“Ey iman edenler, yapamayacağınız şeyi neden söylersiniz?

Yapamayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında bir gazab (konusu olması) bakımından büyüdü (büyük bir suç teşkil etti).”14

İbn Ömer (r. anhuma) rivayet eder.

Rasulullah (s.a.s) şöyle buyurur:

“Cahillerle ve aklı noksan olanlarla münakaşa etmek veya âlimlere karşı böbürlenip övünmek yahut da halkın teveccühünü kazanmak niyeti ile ilim talep eden kimse ateştedir.”15

Cabir b. Abdillah (r.anhuma)’ dan

Rasullah (s.a.s) şöyle buyurdu:

“Ne âlimlere karşı iftihar ve övünmek için ne de cahillerle münâkaşa etmek için ve ne de meclislerde şekçin köşelerde yer almak için ilim taleb etmeyiniz.

Bu yasağa reğmen kim böyle yaparsa, ateşe (müstehaktır), ateşe müstehaktır.”16

Şerh de şöyle denmiştir:

Bu iki hadis, İslâmî ilimlerden, basit ve süflî emellerin beslenmesini yasak olduğunu ve böyle bir maksadla ilim taleb eden kimselerin mükâfat alması şöyle dursun, ilmin yüceliği ile bağdaşmayan kötü niyet ve davranışı yüzünden cehennem ateşine müstehak olduğunu bildiriyor. Evet, dinî ilimler, idrakı kıt, iz’ anı kısır, aklı zayıf olanlarla ve cahillerle münâkaşa ve mücadele etmek için öğrenilmez. Kezâ din âlimlerinin karşısına çıkarak bilgisi ile iftihar etmek, gururlanmak, böbürlenmek, övünmek ve kibirlenmek içinde ilim öğrenilmez. Hele halkın itibar ve teveccühünü kazanmak, toplumun saygısına, kadru kıymetine mazhar olmak, varılan meclislerde en üst köşeye geçmek, en yüksek yere oturmak, halk hizmetçi gibi kullanmak ve dünya malını toplamaya ilmi aracı koyup istismar etmek gibi menfur emellere kavuşmak için dinî ilimleri basamak yapmak kesinlikle yasaklanmıştır.

Hadisler, böyle basit ve merfur emellere erişmek için dinî ilimleri taleb edenlerin cehenneme mütehak olduğunu hükem bağlıyor. Tabiî cehennemlik olmaları, geçici olup ebedî değildir. Ayrıca onların affedilmesi, Allah’ın irâdesine bağlıdır. Allah dilerse onları bağışlar.”17

Ebu Hüreyre (r.a.) rivayet etti.       

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Kendisiyle Allah’ın rızası kazanılan bir ilmi, sırf dünya menfaati elde etmek için öğrenen bir kimse, kıyamet günü cennet kokusu bulamayacaktır.”18

İbn Ömer (r.a)’ dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“İlmi, Allah (rızasın)dan başka bir maksadla öğrenen ve ilimle Allah (rızasın)dan başkasını murad eden kişi, cehennemden yerini hemen hazırlasın.”19

Abdullah İbn. Mes’ud (r.a.) şöyle demiş:

— Kim ilmi, şu dört şey için tahsil eder, öğrenirse cehenneme girer:

 

Âlimlerle karşılıklı övünmek için,

Cahillerle çekişmek için,

İnsanların ilgisini kendisine çekmek için,

Onunla idarecilerden (bir şeyler) elde etmek için.20

Başta fıkıh olmak üzere İslâmî ilimleri bu dört şey ve benzerleri için öğrenen kişilerin durumları malumdur!..

İşgal güçleri tarafından istilâ edilen İslâm beldelerinde egemen zalim tağutların yönetiminde yaşayan ve müslüman olduklarını beyan eden kitleler arasında din adına eğitim görmüş, diploma sahibi olmuş ve egemenlerin görevlendirdiği birer memur konumunda olanlar, elde ettikleri ilimle Allah’a kul olmaya ve müslümanlara hizmet edeceklerine, işgal güçlerinin hizmetinde, onların sömürüsünün devamına yardımcı olmaktadırlar… Gerek öğrendikleri Arabça lisanını, gerekse İslâmî ilimlerini kendilerine geçim kaynağı yapmış, bununla halk arasında bir itibar elde etmiş ve egemen tağutların katında makamlara sahib olmuşlardır…

Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’nın kendilerine bağışladığı ilim servetiyle ahiret yurdunu aramaları gerekirken, tamamen dünyevîleşmiş, söyledikleri, yaptıkları ve bulundukları hâller ile sanki hesap gününü unutmuş gibidirler… Sahib olduğu yüce ilimle yücelmesi gerekli iken, yere meyledip saplananlar ve izzetin yerine zilleti tercih edenler, yönetici tağutların hizmetinde bulunmayı kendileri için uygun görmüşleridir… Bu zilleti tercih ettiklerinden ve tağutî düzenin verdiği menfaatten mahrum olmamak için, zulmün her türlüsüne karşı olup reddeden İslâm’ı zulme ve zalimlere rıza gösteren bir nizam olarak beyan etmeye başlayıp devam ettiler… Şirkin, küfrün, zulmün ve sömürünün karşısına dikileceklerine, onların yaşaması için fetvalar üretmeye çalıştılar… Zillet fetvalarıyla izzeti arar oldular!.. Ayetleri, hükümleri, hadisleri ve Sünnet’i bu zillet anlayışı ile yorumlayıp, mazlum ve mustez’af toplumları, egemen tağutlara köle yapmak için gayret etiller…

Müslüman olduklarını söyleyen bu ilim sahiblerinin gayesi:

“(Yeryüzünde) fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla (o fitnecilerle) savaşın. Eğer vazgeçerlerse, artık zulüm yapanlardan başkasına karşılık düşmanlık yoktur.”21 Olması gerekliyken onlar, fitnecilerin memuru ve hizmetkârları oldular… Ve bu hâlleriyle şu ayet-i kerimelerin muhatabı hâline geldiler:

 

“Hani kitab verilenlerden: ‘Onu, mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz’ diye kesin söz almıştı. Fakat onlar, bunu arkalarına attılar ve ona karşılık az bir değeri satın aldılar. O aldıkları şey ne kötüdür.

Getirdikleriyle sevinen ve yapmadıkları şeyler nedeniyle övülmekten hoşlananlar  (kazançlı) sayma. Onları azabdan kurtuluş olarak sayma. Onlar için acı bir azab vardır.”22

Şu bir gerçektir ki Allah’ın kendilerine ilim nimeti verip fakîh kıldığı muvahhid mü’min müslüman olanlar müstesnâdır… Onlar, her türlü olumsuzluğa rağmen üzerlerine düşen kulluk görevini yapmış, okudukları fıkhı fıkhederek, ilimleriyle amel etmiş, haktan yana olup zulmün ve zalimin karşısında mücadelelerini yaparak, kendilerinden beklenen tavrı net olarak ortaya koymuşlardır... İşgalcı güçlerden tamamen berî ve egemen tağutların asla hizmetkarı olmamışlardır… İzzeti tercih edip, hakkı yüceltmişlerdir… Dinde fakîh olanlar bunlardır!.. Katıksız imanlarıyla, takva ve tevazularıyla öğrendikleri ilimlerini bir araya getiren fakîhler, merhamet olunmuş ümmetin öncüleridirler… Bu öncülerin örneği, önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’in duâsını alan Abdullah İbn Abbas (r.anhuma) dır…

İbn Abbas (r.anhuma) anlatıyor:

Rasulullah (s.a.s.), helâya (tuvalete) girdi. Kendisi için (yıkanıp abdest alacak) su koydum.

“Bunu kim koydu?” diye sordu.

Kendisine haber verildi. Bunun üzerine:

“Allahumme fakkıhhu fi’d-dîn (= Allah’ım, onu dinde fakîh kıl)” diye duâ etti.23

Dinde fakîh kılınmak, yalnızca fıkıh okumak, arabça diline vakıf olmak ve fıkıh ilminin kaidelerini bilmek değil, dinin gayesi olan inceliklikleri sezip bilmek, çağından haberdar olmak, ilmî mesuliyetini kuşanmak, Peygamberlerin varisi oluşunu idrak etmek ve ümmete zilletten kurtulup izzete ulaşmak için rehberlik yapmak vazifesini hakkıyla yerine getirmektir…

Rabbimiz Allah’ın:

“Ey iman edenler, Allah’dan korkup sakınırsanız, size doğruyu yanlıştan ayıran bir nûr ve anlayış (furkan verir. Kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah, büyük fazl sahibidir.”24 buyruğuyla amel etmek isteyen ey fıkıh okuyanlar, fıkhedin!

 

Dipnot

 1- Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-İlm, B. 4, Hds. 13.

    Kitabu’l-Humus, B. 7, Hds. 24.

    Kitabu’l-İ’tisâm, B. 10, Hds. 43.

    Sahih-i Müslim, Kitabu’z-Zekat, B. 33, Hds. 98-100.

    Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-İlm, B. 1, Hds. 2783 (İbn Abbas, r.a.’dan)

    Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B. 17, Hds. 220-221 (Ebu Hüreyre’den)

    Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B. 24, Hds. 231 (İbn Abbas’dan)

    Kitabu’r-Rikak, B. 1, Hds. 2709 (İbn Abbas’dan)

     İmam Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, çev. Rıfat Oral, Konya, 2003, C. 1, Sh. 253-258, Hds. 7/204-207 (İbn Abbas, Ebu Hüreyre ve Muaviye b. Ebu Süfyan’dan)

     İmam Nesâî, es-Sünenü’l-Kübrâ, çev. Hüseyin Yıldız, İst. 2011, C. 5, Sh. 336. (Ebu Hüreyre’den)

2- İbn Hacer el-Askalânî, Fethu’l-Bârî-Muhtasar, çev. Halil Aldemir-Soner Duman, İst. 2006, C. 1, Sh. 221-222.

3- Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, İst. T.Y. C. 5, Sh. 438.

4- Haydar Hatipoğlu, Sünen-i İbn Mace Tercümsi ve Şerhi, İst. 1982, C. 1, Sh. 382.

5) Tevbe, 9/122.

6- Şeyhu’l-İslâm Ebus’s-Suûd Efendi, Ebu’s-Suûd Tefsiri, çev. Ali Akın, İst. 2006, C. 6, Sh. 2715.

7- Yusuf, 12/76.

8- Bakara, 2/174-175.

9- İmam Burhaneddin ez-Zernucî, Ta’limu’l-Müteallim, çev. Y. Vehbi Yavuz, İst. 1980, Sh. 27.

10- İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtar Ale’d-Dürrü’l-Muhtar, çev. Ahmed Davudoğlu, İst. 1982, C. 1, Sh. 34.

11- İmam Hafız el-Munzirî, Hadislerle İslâm- Terğib ve Terhib çev. A. Muhtar Büyükçınar, Vdğ. İst. T.Y. C. 1, Sh. 143. Hds. 40-41. Hafız Ebu Bekr el-Hatib ve İbn Abdiber’den.

            İmam Suyutî, Câmiu’s-Sağir Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, çev. İsmail Mutlu Vdğ. İst. 1996, C.3, Sh. 20, Hds. 2762 (5717) İbn Ebi Şeybe ve Hatib’in Tarihinden.

       Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B. 34, Hds. 370-371.

12- Sünen-i Dârimî, çev. Doç. Dr. Abdullah Aydınlı, İst. 1994, C. 1, Sh. 392-393.

13- Bakara, 2/44.

14- Saff, 61/2-3.

15- Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B. 23, Hds.253.

       Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-İlm, B. 6, Hds.2792.

       Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B. 34, Hds. 379-380.

16) İbn Mace, Mukaddime, B. 23, Hds.254.

17) Haydar Hatipoğlu, A.g.e. C. 1, Sh. 419.

18) Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-İlm, B. 12, Hds.3664.

       Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B. 23, Hds.252.

       Ayrıca bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C. 2, Sh. 338.

19- Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-İlm, B. 6, Hds.2793.

20- Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B. 34, Hbr. 373.

21- Bakara, 2/193. Enfal, 8/39.

22- Âl-i İmrân, 3/187-188.

23- Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Vudû’, B. 10, Hds. 9.

24- Enfal, 8/29.