Âile içindeki mesuliyetlerinizi biliniz ve çocuklarınıza yaş ve durumlarına uygun mesuliyet veriniz.
Allah Rasûlü nün(sav) mes ûliyet şuurunu vurgulayan buyruğu bir çok kardeşimiz tarafından bilinir ve değişik vesilelerle sıkça tekrar edilir, edilmelidir. Gereğini yerine getirerek ve daha şuurlu olarak.
26/03/2012 - 11:16

“Hepiniz çobansınız ve sorumluluğunuz altında bulunanlardan sorumlusunuz. Emir seçilenler de bir çobandır. Bir erkek âilesinin başında bir çobandır. Bir kadın da kocasının evinde, çocuklarının başında çobandır. Hepiniz çobansınız ve sorumluluğunuz altında bulunanlardan sorumlusunuz.” [1]

   Bu buyruk, hayat boyu bilinmesi ve hayatın her devresinde de dikkat edilmesi gereken bir buyruktur.

   Âilede babanın vazifeleri, sorumlulukları vardır; annenin ve çocukların vazifeleri, sorumlulukları vardır. İster âile içinde, isterse âile dışında yaşasınlar büyük annelerin, büyük babaların sorumlulukları ve görevleri vardır. Akrabaların birbirlerine karşı sorumlulukları ve görevleri vardır… Bu çerçeveyi genişletip büyütmek mümkündür. Anca biz âileden fazla uzağa gitmek istemiyoruz.

  Günümüzün en ciddî sıkıntılarından birisi de mesûliyetlerin yeterince idrak edilememesi, vazifelerin yerine getirilememesi veya ihmal edilmesidir. Herkesin yapması gerekeni kendisinin değil, karşısındaki insanların bilmesi ve dile getirmesidir.

  Bir başka ifadeyle evin hanımının görevlerini erkeğin bilmesi ve dile getirmesi, evin erkeğinin görevlerini hanımın bilip dile getirilmesi, anne ve babanın görevlerini çocukların, çocukların üzerine düşenleri ve yapması gerekenleri anne ve babanın dillendirmesi, zaman zaman da birbirlerine karşı silah olarak kullanmalarıdır.

   Evin hanımı sıralıyor: "Evin erkeği dediğin eve eli boş gelmemelidir. O eli boş gelirse ben evde ne pişireceğim? Çocuklara ne giydireceğim? Nasıl kendi üstüme başıma, çocukların giyimlerine dikkat edeceğim? Yok ile ne yapılır?

   Akşama kadar biz onun yolunu gözlüyoruz. Gelince bize asık surat, sinir, öfke mi getirmeli?.. İş yerinin, sokağın sıkıntısını neden eve taşıyor? Eve güler yüzle gelse olmaz mı? Bizi, çocukları sevindirecek bir şey yapsa olmaz mı? Bizim de halimizi hatırımızı sorsa!

    Bizim ilgiye ihtiyacımız yok mu? Herkesle ilgileniyor, bizimle ilgilenmiyor? Biz ondan çok şey mi bekliyoruz? Her hanımın, her ev halkının beklediklerini bekliyoruz. Daha ne yapalım?

   Çocuklarla o da ilgilenmeli. Hep benim başıma kalıyorlar, dertlerini, isteklerini hep bana söylüyorlar.

   Hep zamanım yok diyor. Ne zaman zamanı olacak?

   Ne zaman dışarı çıkacağız? Biraz hava alıp eş dost göreceğiz? Ne zamandır annemi, babamı görmedim. Ne zaman onları görmeye sıra gelecek?

   Evin erkeği bir başka telden çalıyor: "Hanım dediğin kocası gelmeden yemeği hazırlar. Kendine ve evine çeki düzen verir. Kocasını güler yüzle karşılar. Daha oturur oturmaz şikâyet sıralamaya başlamaz. Çocukları, ev eşyalarını, eksikleri şikâyet sırasına dizmez.

  Zaten biz günün bütün yorgunluğuyla geliyoruz. Evde huzur bulamazsak, şikâyet üzerine şikâyet, dert üzerine dert dinlersek halimiz ne olacak?.. Huzuru nerede bulacağız?

   Biz dışarılarda geziyorsak keyfimizden mi geziyoruz? Onlar için çırpınıp duruyoruz. Kazancımın ne kadarı kendim içindir? Bu evde kendisine en az eşya alınan ben değil miyim? Ben iki senede bir ayakkabı değiştiriyorum. Çocuklar iki ayda. Yine de onlar şikâyetçi.

   Hep ilgi bekliyorlar. Benim ilgiye ihtiyacım yok mu?

   Neden akşam yatarken, sabah kalkınca eşyamı yerli yerinde bulamıyorum? Neden bir baba gibi, bir koca gibi yeterince ilgi, hürmet görmüyorum?

   Bu cümleleri sayfalar dolduracak şekilde sürdürmenin mümkün olduğunu biliyorsunuz. Çünkü sizler de bu hayatın içinde yaşıyor bunlarla karşılaşıyorsunuz.

   Çocuklar anne ve babaların görevlerini bütün incelikleri ve detayları ile sıralıyorlar, anne ve babalar da çocukların.

   Bu sadece âilede değil cemiyet içinde de bir salgın hastalığa dönüşmüş durumda. Öğretmenler öğrencilerin, öğrenciler öğretmenlerin, cemaat hocaların, hocalar cemaatin, komutanlar askerlerin, askerler komutanların, idareciler memurların, memurlar âmirlerin ne yapması, nasıl davranması gerektiğini çok iyi biliyor. Kendi işi olmayan alanlarda fikirler yürütüyor, yol gösteriyor, kararlar veriyor, verilmesini istiyor, elinde imkân varsa zorluyor, tehdit ediyor.

   Yürütülen bu fikirlerin, dile getirilip kelimelere dökülenlerin hepsi yanlış değil. Çoğunun doğru olduğu bir gerçek. Bir hanımın kocasının üzerine düşenleri, yapması gerekenleri söylerken sözleri yabana atılmamalıdır. Aynı şekilde kocanın hanımı ve eviyle ilgili söyledikleri de… Bunların bir kısmı hissi veya imkana bağlı meseleler olsa da çoğu doğrudur, olması gerekenleri dile getirir. Çocuklarla ilgili olanlarda da, cemiyetin içinde dillendirilenlerde de nice doğrular vardır.

   Ancak ortada çok ciddî bir yanlış vardır. Herkesin kendi üzerine düşenleri, yapması gerekenleri değil, karşı taraftaki insanların üzerine düşenleri ve yapması gerenleri bilmesi ve dillendirmesidir. Bu iddialaşma, karşılıklı suçlama ve niza getirir. Herkesin kendi üzerine düşeni idrak etmesi, yerine getirmek için çalışması ise huzur ve güven kaynağı olur, karşılıklı anlayışa kapı açar ve yardımlaşmaya zemin hazırlar.

   Ev hanımın; "-Ben evin hanımıyım. Üzerime düşeni yapmalıyım. Kocam işten yorgun dönüyor. Onu güler yüzle karşılamalı, yemeğini hazırlamalıyım. Ona yorgunluğunu ve sıkıntılarını unutturmalıyım. Efendimiz(sav); “Sana kişinin koruyacağı en hayırlı hazineyi haber vereyim mi? Sâliha kadın. Baktığında gönlüne sürûr verir. Bir şey söylediğinde itaat eder, yerine getirir. Yanında olmadığın zaman, hem malını hem de iffetini korur." [2] buyuruyor. Ben saliha kadın olmalıyım.

  Çocuklarım için de şefkatli, dirayetli ve becerikli bir anne olmalıyım… Evime, eşyamıza, kendime, çocuklarıma dikkat etmeliyim. Çocuklar için asıl mürebbî annedir. Onların ahlâkı, annenin ahlâkı ve davranışlarına bağlıdır. Yarınlar için güzel çocuklar yetiştireyim. Önce ben bana düşeni yapayım.

   Kendi anneme babama, büyüklerime hürmet etmeliyim. Çocuklarım büyüklere hürmeti ve hizmeti benden görmeli. İbadet sevgisini benden almalı… Tutumlu davranışı, kanaatkârlığı bende görmeli. Çocuklar birinci derecede dili anneden öğrenirler. Onun için asıl dillerine "ana dili" denilir. O ana dilini öğrenirken benden duyduğu güzel kelimelerle öğrenmeli." demeli ve dediklerine uygun hareket etmelidir.

  Evin erkeği de; "Hanımımın ve çocuklarımın yanına dönüyorum. Onları saadet, huzur ve güven hissettirmeliyim. Benim eve dönüşüm sevinç kaynağı olmalı. Evimin ihtiyaçlarını götürmeliyim. Eşime, çocuklarıma yakınlık göstermeli, onlarla güzel duygular paylaşmalıyım. Günün yorgunluğunu ve sıkıntılarını çocuklarıma taşımamalı, onlarla yorgunluklarımı, sıkıntılarımı yok etmeliyim.

 Kâinâtın Efendisi; “Mü’minlerin imanı en olgun olanı, ahlâkı güzel olan ve âilesine hoş muâmelede bulunan, onlara karşı sevgi ve şefkatle davranandır..”[3] buyuruyor. Ben Rasûlullah ın ümmetindenim. Ona layık birisi olmalı, Rabbimin rızasını kazanmalıyım. Âileme, çocuklarıma, yakınlarıma örnek olmalıyım. Çocuklarım ve âilem benim davranışlarımla onur duymalı. Âilem önce benden sorulur. Onların güzel olmasını istiyorsam önce ben güzel olmalıyım. Kendim güzel ahlâklı, hayırlı bir insan olmadan bunları başkasından nasıl isteyebilirim? Büyüklere hürmette, küçüklere şefkatte güzellikler sergileyebilmeliyim. Çocuklarım bunu benden görmeli ve öğrenmeli. Benden kabalık, çatık kaş, acı söz duyarlarsa nasıl güler yüzlü, tatlı sözlü, güzel ahlâklı insanlar olurlar?

   Onlara helal rızk temin etmeliyim. Bu benim görevimdir. Onları kimseye muhtaç etmemeliyim. Yuvama haram sokmamalıyım, Bu yuvamı bereketlendirecek, bana ecir kazandıracaktır," demelidir.

  Ve daha nice doğrular sıralanabilir. Bunlar hep bildiğimiz şeylerdir. Sadece bildiğimiz şeyler olmamalı, aynı zamanda paylaştığımız ve yaşadığımız şeyler de olmalıdır.

   Bu sözlerin benzerlerini çocuklar için de düşününüz. Hayatın diğer dallarında da.

   Her ferd kendi sorumluluğunu bildiğinde ve yerine getirmek için gayret ettiğinde yuvalara huzur ve saadet gelecek, yuvalarda canlanan saadet cemiyete aksedecektir.

   Küçük hatalar yapıldığında, yerli yerinde ve iyi üslupla yapılacak ikazlar veya ikaz edici örnek davranışlar hemen karşılık bulacak, âile de birbirini affetmenin, hoş görmenin gönle verdiği sıcaklığı hissedecektir.

   Hayat merdivenlerini tırmanırken her ferdin kendi mesuliyetini bilmesi ve yerine getirmesi güzel olduğu gibi, henüz basamakların başlarında olan çocuklara uygun şartlarda iş ve sorumluluk vermek, onları yerine getirmelerini beklemek, bu konuda onlara güvenmek, onların fikir ve zekâ olarak gelişmesine ve olgunlaşmasına yardımcıdır. Bu yardım zannedildiğinden daha tesirli, daha öğretici ve eğiticidir.

   Bilgiler sadece öğretim yoluyla elde edilmezler. Eğitim ve öğretim yoluyla elde edilen bilgiler her ne kadar daha hızlı ve programlı ise de hayat tecrübelerinin öğrettiği bilgiler daha sağlam ve kalıcıdır. Sorumluluk üstlenmesi ise çocuğa ayrı bir güven ve tecrübe verir. Yerine ve zamanına göre bunların hepsine ihtiyaç vardır.

   Bilindiği gibi Allah Rasûlü(sav) henüz 19 yaşlarında olan Üsâme yi devrine göre oldukça büyük bir ordunun başına vermiş, Bizans hudut boylarına göndermek için hazırlık yapmıştı. Ordu Medîne den ayrılmış, hazırlıkları gözden geçirmek ve eksiklerini tamamlamak için Medîne dışına çıkmış ve orada karargâh kurmuştu. Allah Rasûlü nün hastalanmasıyla karargâh kurduğu yerden ayrılamamış, Allah Rasûlü nün vefatından sonra Ebu Bekir(ra) tarafından yolaçıkarılmıştı. Üsâme(ra) üstlendiği vazifeleri hakkıyla yerine getirerek Medîne ye dönmüş, herkesi sevince boğmuştu.

   Allah Rasûlü nün henüz gençliğinin baharında sayılan ve şüphesiz hayat tecrübesi az olan Üsâme yi komutan tayin etmesinin, üzerinde çok ciddî olarak düşünülmelidir.

   Bu ağır mesûliyet verilişine Üsâme(ra) açısından bakıldığında görülecektir ki, böyle bir seferin ona kazandırdığı bilgi ve tecrübe, ilmî seviyesi son derece iyi ve donanımı fevkalâde bir üniversitenin kazandıracağı bilgi ve tecrübeden çok daha fazladır. Unutulmayacak bilgi ve tecrübelerdir.

   Başkasının sorumluluğu altında iş yapan veya yardımcı olarak işe katılanlar ile asıl sorumluluğu üstlenen ve netîcede aynı işi yapanlar arasında da çok ciddî farklar vardır.

   Bu konuyla ilgili bir hatıra daha paylaşıyoruz. Çocukluk çağlarındaki bir görevlendirmeyi Enes(ra) anlatıyor:

   "Rasûlullah(sav), bir kadınla düğün yapıyordu. Beni gönderdi, insanları yemeğe ben davet ettim." [4]

   Enes’in(ra) adını vermediği Zeyneb Bint Cahş(ra) Vâlidemizdir. Enes in sahabeleri yemeğe davet için görevlendirilişi onun düğününde olmuştur.

  Enes in(ra) bu görevlendirmeyi bir iftihar vesilesi olarak aktarışı, onun böyle bir sorumluluğu o çağlarda üstlenmekten ve kendisinden isteneni yerine getirmekten ne derece mutluluk duyduğunu bizlere hissettirmeye yetiyor.

  Çocuklar, küçük yaşlardan itibaren, yaşlarına uygun küçük sorumluluklar verilerek yetiştirilmeli, gerektiğinde uzaktan takip edilerek üstlendiği vazifeyi başarması için önüne çıkan engeller ortadan kaldırılmalı veya kendisine yol gösterilmelidir.

    Verilen işte ona güvenilmeli ve bu güven kendisine hissettirilmelidir. Büyükleri tarafından kendisine güven duyulması, hem onun başarısına tesir edecek, hem de özgüveninin artmasına, kendisine güveni olduğu için de girişken olmasına vesile olacaktır. Bu da yeni başarıların elde edilmesini sağlayacaktır.

   Henüz yeni yürüyen bir çocuğun eline bir şey verip; "Hadi bunu anneye götür!" veya "babaya, amcaya, ablaya götür, ver!" denilince, çocuk da denileni yapıp alıp götürünce, başardığı bu işle ne kadar mutlu olduğuna dikkat ediniz. Bakkala, simitçiye parayı onun vermesi küçük dünyasına sevinç katacaktır.

   Kuzuyu ağıla onun katması, avucundan ona tuz yalatması, mutfaktan bardağı düşürmeden getirmesi, biraz büyüyünce küçük kardeşini kucaklayabilmesi, sallayarak uyutabilmesi, sobayı tutuşturabilmesi, kırdan papatya toplayıp ondan kolye yapabilmesi, evde pişirilen çöreğin komşu ve dostlara onun tarafından dağıtılması hep böyledir.

   Bir çocuğun büyüklerin yapabildiği bir işi başarması, bir konuda sorumluluk alması da bunun gibidir. Aldığı sorumluluk onu olgunlaştırır, ulaştığı başarı sevindirir ve kendisine hayat boyu kullanabileceği bir tecrübe kazandırır.

   Yaş büyüdükçe çocuğa verilen sorumluluk da büyümeli, çocuk verilen sorumlulukların da giderek büyüdüğünü anlamalı, böylece kendisine güvenildiğini, yükseldiğini hissetmelidir.

   Çocuklarımıza duyduğumuz güvensizliğin, "o henüz çocuk, böyle bir işin altından kalkamaz," anlayışının ve bu duygularla çocuklara sorumluluk verilmeyişinin çocuklarımızın çekingen yetişmesine sebep olduğu bir gerçektir ve ne yazık ki bizim çocuklarımız, ortalama olarak birçok ülkenin çocuklarından daha çekingendir. Çekingenlik ile hayâ veya hürmet duygusu da birbirine karıştırılmamalıdır.

   Ayrıca çocuk, hep korunulan, hep kendisine hizmet edilen, her ihtiyacı olduğunda yanına koşulan, her istediğini, ağlayıp sızlayarak başkalarına yaptıran biri olmaktan da kurtarılır. Bir çok şeyi kendi kendisine başarmanın mümkün olduğunu görür, hazzını duyar. Çocuk her düştüğünde yanına koşulmamalı, senden yardım isteyen, gelmen için dönüp sana bakan gözlerine bakarak; “- Haydi, hop de kalk yavrum! Sen aslan gibi kalkarsın!” demek ve kendi kendine kalkmasını beklemek daha doğrudur. Ancak tehlikeli düşüşlerde yanına koşulmalı, kendisiyle ilgilenilmelidir. Hayatın, düşe kalka devam ettiği, bütün bunların üstesinden gelebileceği ona öğretilmelidir. O, şefkate de muhtaçtır, kendisine güvenilmesine de.

   Her çareyi, derdine her devayı anneden, babadan, büyüklerden bekleyen çocuklar görür olduk. Canının sıkıntısına, havanın sıcaklığına, yağmurun yağışına, yolun uzunluğuna, arabanın sıkıcılığına bile annesinin çare bulmasını isteyenlere şahid olduk… Bu tür istekleri bile yerine getirebilmek çırpınan anne, babaları da… Böyle anne ve babaların kendilerine eziyet etmelerinin yanında her dediğine koştukları çocuklarına da iyilik etmedikleri, hatta kötülük ettikleri ortadadır. Çocuk kendi kendisine yetmesini öğrenmeli, yardım istediğinde, gerçekten yardıma ihtiyacının olduğu bilinmelidir.

   Belli bir yaştan sonra ufak işlerde anne ve babasına, evin ihtiyaçlarına, kendisinden küçük kardeşlerine yardım edebilmeli ve hem kendine güveni, hem mes’ûliyet duygusu, hem de kabiliyetleri artmalıdır. Böylece kendisine yönelen sevgi de artacak, ev bütünlüğünde güzel bir yeri olacaktır. Bu yetişme tarzının hayat boyu faydasını görecektir.

   Asr-ı Saadette mes’ûliyet üstlenme ve onu yerine getirme ile ilgili, en fazla yâd edilmeyi hak eden çocuklardan biri şüphesiz Hz. Ebubekir in oğlu Abdullah(ra) tır.

   Abdullah(ra) hicret sırasında henüz çocuk denecek yaşlardadır. Onun hicret sırasında üstlendiği sorumluluk, hakkıyla yerine getirdiği görev hepimizin hayranlık duyacağı, her çocuğun örnek alması ve unutmaması gereken güzellikte ve değerdedir.

   Rasûlullah(sav) Efendimiz ve Ebubekir(ra) müşrikleri hem yanıltmak hem de ilk hızlarını kesmek için aksi istikamete yönelmişler ve gelerek Sevr Dağı nın zirvesinde bulunan mağaraya saklanmışlardı. Abdullah onların saklandığı yeri biliyordu. Yaşının küçüklüğünden de istifade ederek dikkatleri çekmeden Mekke’de dolaşıyor; her toplantıyı, her konuşmayı takip ediyor; ekipler ve çıkarıldıkları güzergahlar hakkında bilgiler topluyor, neler düşünüldüğü, neler planlandığı konusunda elde ettiği bilgileri, Allah Rasûlü ne(sav) ulaştırıyordu.[5] Gecenin karanlığından istifade ederek Mekke ile Sevr arasındaki yamaçları, tepeleri aşıp kimseye görünmeden dağa tırmanıyordu.

   Onun bu unutulmaz hizmeti, gayret ve cesareti mağarada kalınan üç gün devam etmiştir. Geceleri bir süre mağarada dinlendiğini biliyoruz. Bunun dışında ne zaman dinlendiği, ne zaman karnını doyurduğu, buna nasıl fırsat bulduğu konusunda fazla bilgimiz yok. Ancak bu küçük yiğidin yaptığı, başardığı unutulmayacak güzelliktedir ve yâd edilmelidir.

   Üçüncü gece, bu küçük yiğit mağaraya yine gelmiş, müşriklerin artık ümitsizliğe kapıldıklarını, takibe çıkanların eli boş ve yorgun döndüklerini, arama hızlarının kesildiğini, Allah Rasûlü ne(sav) haber vermişti. Onun getirdiği bu haber üzerine Rasûlullah(sav) Efendimiz yol rehberleri Abdullah İbn Uraykıt a gelmesi için haber göndermiştir. Yol rehberine haberi de yine bu küçük delikanlı götürmüştür. Hicret yolculuğu böyle başlamıştı.

   Abdullah(ra) o günlerde çocuk denecek yaştaydı ama gerçekleştirdiği iş çok büyüktü. Onun böyle bir kıvrak zekaya sahip oluşu, yorulmadan, çekinmeden azimle görevine devam etmesi, gecenin karanlığında korkmadan, ürkmeden tepeler aşıp her gün Sevr e çıkması, unutulmaması, gıpta edilmesi gereken bir hizmettir.[6]

 Sabrı, sebatı, dayanıklılığı, cesâreti Allah Rasûlü nün ona duyduğu güven ayrı ayrı üzerinde düşünülmesi gereken hasletlerdendir.

   Abdullah ve inandığı dâvâ için yaptıkları, çocuklarımız için gerçekten güzel bir örnek, çocuklarımızı nasıl yetiştirmemiz gerektiğine dair İslam tarihinde yer almış güzel bir ibret levhasıdır.[7]

   Küçük Abdullah ı hayırla yâd ediyoruz.

   Çocuklarımıza yaş ve durumlarına uygun olarak mesuliyet vermekten ne murad ettiğimizin de anlaşılacağını ümit ediyoruz.

 

  [1] Sahîh-i Buhârî, Ahkâm (20/ 108) Sahîh-i Müslim, İmâra (3/ 1459).

  [2] Sünen-i Ebî Davûd, Zekât (2/ 306) El-Müstedrek, Hâkim (1/ 409-410) Hâkim, sahih olduğunu söylemiş, Zehebî de onu tasdik etmiştir.

  [4] Sahih-i Buhârî, Nikah (16/ 351), Sünen-i Tirmizî, Tefsîr (5/ 351).

  [5] El-Bidâye ve n-Nihâye (3/ 182), Sahih-i Buhârî, Fedâil (14/ 26-27)

  [6] Sahih-i Buhârî, Fedâil (16/ 26-27). 

  [7] Abdullah İbn Ebu Bekr in(ra) hayatı hakkında bilgi için bak: Üsdü’l-Ğâbe (3/ 299-300), El-İsâbe, İbn Hacer (2/ 283)

 [3] Sünen-i Tirmizî, İman (1/ 9), Radâ’ (3/ 466). Tirmizî hadis için; “Hasen ve sahih” demiştir.