DEDİN Kİ… |
(Bir rivayete göre hz. Muhammed peygamber olarak gönderilince, şeytanlar İblise üzüntülerini bildirmişler. Bunun üzerine İblis onlara, "Bunlar dünyayı sever mi?" demis. Onlar, evet deyince, "Öyleyse üzülecek bir şey yok. Onlara haksız kazanç sağlatırız, gereksiz masraf yaptırırız, lüzumlu yere de harcamalarına engel oluruz. Zaten her kötülük bu üç şeyden meydana gelir" demiş.) |
07/09/2011 - 14:36 |
Dedin ki: Hayat güzel. Ve her şey bu güzelliği doyumca yaşamaktan ibarettir.
Dedim ki: Her şey güzel gibi görünse sonuçta her şey geçici değil mi? Geçici olana takılıp kalmak gözleri perdeler de insan gerçek güzel ile, sanal güzel arasındaki farkı anlayamaz. Yüreği doyuran ile, nefsi oyalayan şeyi ayıredemez. Gözleri perdeleyen tuzaklar ile, gözleri açan ibretler arasında savrulur. Ayakbağı olan şeyler ile, göz ağrısı olan şeyleri karıştırr. Bir nefescik eğlenceği, bir ömür sürecek mutluluğa değişir. Bir ağacın yaprağına takılır da, arkasındaki ormanı göremez. Bir dal çiçekle avunur da göz alabildiğine serpilen çiçek bahçesini/gülistanı kaybeder.
Dedin ki: Gerçek denilen şey sadece sana sunulandır, değerlendirmek gerek.
Dedim ki: Hani baharda açılan yapraklar, çiçekler, yeşeren otlar, yani bahar, canlanma, dirilme: insanı sevindirir. Sonra yaza doğru her bir çiçek meyveye durur, serpilip gelişir, yeni hayatlara nüve olur. Ama bir de bakarsın ki güz geliverir. Olgunlaşan meyveler düşer, yapraklar solar, otlar kurur, ortalık sarı bir dünya olur. Sonra soğuklar başlar, kar yağar. Kış gelir. Umutların/hayellerin üzerine bir beyaz örtü örtülür. Hayır, o da fazla sürmez, değişir, yine bahar gelir.
Sabah güneşi doğunca, kimbilir insan der ki, bu güneş hiç gitmeyecek. Fakat az sonra güneş vaktini tamamlar, ya dağların ardından ya da ufkun ötesinden geldiği yere gider. Akşam olur, karanlık bastırır. Karanlığa alışan da diyebilir ki, eyvah, her taraf karanlık ve ürkütücü. Aydınlık yok, umut yok, bayram yok, sevinç yok. Hayır, zaman orada da durmaz. Deveran eder. Fecir gelir, sabah olur, Güneş gittiği yerden yine geri gelir. Bedenine bir diken batar, bir yara olur, bir elem dokunur: ağrısını hissedersin, belki ağrının şiddetinden feryat edersin. Ya da amansız bir hastalığa yakalanırsın. Belki hastahaneye kaldırırlar, ağrıdan sızıdan duramazsın. Ama biraz sonra bakarsın ki, ağrı azaldı, elem gitti, hastalık iyileşti.
Bugün doğan çoçuk bir kaç yıl sonra genç olur. Güçlenir, cebbarlaşır, katılasır. Ancak biraz sonra ömrünün ortasına doğru değişir, başkalaşır, olgunlaşır. Bir kaç yıl sonra da elden ayaktan düşer. Ne emelleri kalır, ne hayalleri. Ve bir gün çeker gider, sessizce.
Yani görüyorsun ki her şey geçici. Yani fani.
Dedin ki: Madem ki hayat geçici, madem ki bu kadar kısa; öyleyse ne kapabilirsen, ne kadar alabilirsen…
Dedim ki: Maksada varmak icin alet ve araç gerekir. Alet ile oyalanırken maksadı unutmak akıllı adam işi değildir.
Dedin ki: Ne demek istiyorsun?
Dedim ki: Senin dünya hayatı dediğin bir araca benzer. Aracı iyi kullanan hedefine varır. Aracı iyi kullanmayan ya yolda kalır, ya da zarar eder. Önemli bir yolculuğa çıkıyorsun. Uçağın şu saatte kalkacak. Bunu biliyorsun. Taksi ile gitmen gerekiyor. Diyelim ki yarım saatin var uçağa yetişmeye. Bir taksi çağırıyorsun. Taksi geliyor. Bir de bakıyorsun ki taksi çok güzel bir araba. Hem değişik bir model, hem çok sevimli ve bakımlı. Arabaya bayılıyorsun. Sen uçağa yetişmeyi unutup arabayı sevmeye başlıyorsun ‘ne güzel, ne şirin, ne sevimli şey’ demeye. Sahibine “nereden aldın, yaşı kaç, şurasını nerede yaptırdın, burasını nereden aldın?” gibi sorular sormaya. Seni havaalanına götürmek için gelen araca binip gitmek dururken sen uzun müddet aracı sevmekle meşgul olursan ucağı kaçırırsın. O zaman seni çok önemli bir seyahattan alıkoyan o aracın güzelliğinin ne faydası olur?
Dedin ki: Ama insanın isteklerini ve duygularını görmemezlikten gelemeyiz.
Dedimki: Konu insanın isteklerini ve duygularını görmemezlikten gelmek değil. İstek ve duyguları yönlendirebilmek, sınır koyabilmektir. İstek ve duyguların emrine ve yörüngesine girmek değil, onlara hakim olabilmektir.
Aşırı isteklerine tutkun birisi herhangi bir lezzeti tatsa, tatmin olmaz, bir başkasını ister. Hatta başka lezzetlere olan arzusu ve iştahı daha da artar. Sahibi ona başka lezzetleri de taddırır, ama yine doymaz mutlaka bir başkasını ister. Dünyalık bir şeye aşırı bağlılık, nefsin bir başka şeye de bağlanmasını beraberinde getirir. Başka bir şeye, başka bir zevke, başka bir lezzete düşkünlük çoğalır.
(Bir bilen şöyle demiş: “Kişi dünyaya ne kadar çok bulaşırsa, ondan ayrıldığında da hasreti o miktarda şiddetli olur.”)
Bu böyle sürüp gider. Ama kişi istek ve arzularına hakim olabilse, onlara hükmedebilse, onlara ihtiyaç duydukları kadar verse, aşırı arzulara ’hayır’ diyebilse, hem mutlu olur, hem de isteklerimi elde edeceğim diye sürünmekten kurtulur.
Dedin ki: Yine de insan ihtiyaçlarını karşılamalı, arzu ettiği şeyleri elde etmek için savaşmalı.
Dedim ki: Haklısın. Ama unutma, saksıdaki çiçeğe hiç su vermesen de ölür, ihtiyaçtan fazla versen de ölür. Bir gemi kapasitesinden çok yük alırsa batar. Bir yolcu uçağını bisiklet motoru ile uçuramazsın. Arabanın motor yağı limitten fazla olursa motoru öldürür. Midenin boyutu belli. Hiç yememek akıl dışı, çok yemek sağlık dışı. Çok çok yeyip obezit olmak anlaşılır şey değil.
İsteklere hakim olan iradeyi alkışlamak gerekir. Nerede duracağını, nerede yürüyeceğini bilir. Neyi alması gerektiğini, neyi bırakması gerektiğini bilir. Aşırı isteklerine sınır koyabilmek, kahramanlıkır. Hele tüketimin çılgınca pompalandığı günümüzde. Bu kahramanlığın sorumluluktan kaynaklandığını söylemeliyim.
Hanımına söz verdin, sigara içmeyeceğim diye. Dünyanın diğer ucunda da olsan, ciddi bir adamsan, sorumluluğunun bilincinde isen bunu yerine getirirsin. Bulunduğun ortam her ne kadar sigara içmeye musait olsa da, çevrendekiler aşırı ısrarcı olsa da, dünyanın en derin efkârına yakalananlar gibi ‘ah bir dal sigara olsa’ denilecek bir ortam olsa da, sen yine hayır, ben hanıma dolaysıyla kendi benliğime söz verdim, sigara içmem diyebilmelisin.
Biliyor musun bunu müslümanlar Ramazan’da fiilen uyguluyorlar. Onlar gündüzleri yememeğe ve içmemeye Rablerine söz verirler. Bu söz onlar açısından öylesine güçlüdür ki, gizlide açıkta, uzun günlerde veya kısa günlerde, tenha yerlerde veya insanlar arasında, her ne şekilde olursa olsun, acıksalar da, susasalar da, açlıktan mideleri sırtlarına yapışsa da, ssusuzluktam dudakları kurusa da; sözlerine sadıktırlar, sahur ile iftar arası yemezler ve içmezler. Nefislerinin isteklerine hakim olurlar. Onlar nefislerinin güdümünde değil, nefisleri onların kontrolündedir.
Onlar, bunun da doymak gibi, uyku gibi, saadet veya felaket gibi geçici olduğunu bilirler. Sabrederler, zira az sonra nefislerin ihtiyaç duyduğu rızkı yeme imkanı olacaktir. Sabrederler, zira bunun kendileri için ne anlama geldiğini bilirler. Elde edecekleri sonucun, karnı tıka basa doyurmak daha hayırlı olacağının farkındadırlar.
Yine onlar bilirler ki, aşırı bir isteğine dur diyemeyen, buna güç yetiremeyen diğerlerine de dur diyemez. Bir sınırı olmayanın, hiç sınırı olmaz.
Sınırı olmayan insan icin ne demek uygundur? Onu da istersen sen düşün.
Dedin ki: Düşüneceğim.
Dedim ki: İyi, düşünmek anlamaya kapı açacaktır.
Huseyin K. Ece / 25.7.2011 / Zaandam |