Tüketen ve Tükenen İnsan |
14/10/2010 - 19:12 |
İnsanın yaradılış itibarı ile zayıf olduğunu bize haber veren Kuran’dır… Dolayısıyla insan muhtaçtır. İhtiyaç duyar ve bunu giderebilmek içinde arayışlara girer. Ancak İslam insanın temel ihtiyaçlarını temin etme konusunda başıboş ve belirsizlik içinde bırakmamıştır. Teklife muhatap olan insan tehdit altına alınmıştır. İslam, insan fıtratına uygun olanı, toplumsal düzen için adil olana işaret etmiş ve sınırlarını buna göre çizmiştir. İslam temelde tüketime karşı olan bir din değildir. Çünkü tüketim hem fıtri hem de sosyal bir gereksinimdir. Yaşamın idamesi için bu bir gerekliliktir. Tabi ki; kazanma ve harcama Allah’ın koyduğu kurallara tabidir. İlahi denetimin dışına çıkan bir tüketim günaha açılan bir kapı demektir… Yaşamı sürdürmede, ihtiyaçları gidermede, ihtiyaçları gidermede değişmez kriter; hududullah ve ilahi tekliftir… Bu açıdan müminler için bağlayıcı olan piyasa kuralları değil, kulluk görevleridir… Artık belirleyici ve sürükleyici olan vahşi rekabet ve çılgın tüketim değil, adil paylaşım ve ölçülü tüketim olacaktır… Evet, tüketmeden yaşamak imkânsız, ancak yemek için yaşayanları, yaşamak için yiyenlerin ayırdına varmak lazım… Burada öncelikle fıtri tüketimle, şeytani tüketimin sınırlarının nereden başlayıp, nerede bittiği belli mi? Bilmek durumundayız… İşte bu tanım ve bu taksim bizi,’’Müslümanlar nasıl tüketmelidir?’’ sorusuna götürecektir… Bir defa daha belirtelim ki; adaleti gözetmeyen, vahyin kriterlerini göz ardı eden her tüketim cahilidir ve vahşicedir… Hududullahı hesaba katmayan kazanımlar insanın sadece kahrını arttırıyor ve günahın gayyasına sürüklüyor... Diyebiliriz ki; Hududullah dışı hayatlar haramdır… Hüsrandır… Helaktır… Belki günümüzde en temel problem zaruretin sınırı nedir, ihtiyacı kim belirliyor, sorusu gelmektedir… Klasik fıkıh kaynaklarındaki zaruret ve ihtiyaç tanımları çoktan aşıldı ve unutuldu… Bu gün ihtiyaçlardan ziyade istekler konuşuluyor... Arzular belirliyor… Alışkanlıklar etkiliyor... Arkadaşlıklar sürüklüyor… Evet, tüketimi tetikleyen bunlar… Öyle ki israfın ismi bile ihtiyaç oldu… Heva ve hevese göre ihtiyaç tanımlamaları insanları dinden laubalileştirdi... Sahte ihtiyaçlar zorlama zaruretler Müslümanları sömürü sistemlerinin nesnesi haline getirdi… Öğretilmiş, özendirilmiş istekler dünyasında insanlar adeta tüketim sarhoşu… Kapitalist düzenin parçası ve pazarı haline gelen Müslümanlar nasıl bir perişanlığa ve pişmanlığa sürüklendiklerini geç fark ettiler… Paralandıkça pespayeliğin kapısı aralandı… Değerler parçalandı… İlkeler paralandı… Ekonomik özgürlük, serbest piyasa, sahip olma arzusu aid olmayı yani aidiyeti unutturdu... Aid olmayı, şahid olmayı atlayan insan; sahip oldukları ile şımarır oldu… ‘’Hamd-i unutan insan ‘’hazza’’ takılı kaldı… Tüketim kültürü hazlar üzerinden oluşuyor.. Doğru olan, doğal olan nedir, doğrusu insanları çokta ilgilendirmiyor, doyumsuz ve güvensiz bir yaşamın girdabında insanlar yüzmeye çalışıyor… Kapitalizmin tek derdi, habire depolarını ve raflarını boşaltmak… İnsanlara gelince zincirinden boşalmışçasına raflara koşuyorlar… Sınır, kural, ölçü tanımayan bir iştah… Bitmeyen bir heves… Tüketim ideolojileşti… İkonları; markalar, modeller ve modalar… Mabetleri büyük alış-veriş merkezleri… Tüketim ideolojisinin tebliğcileri; reklamcılar, pazarlamacılar, propagandistler… İnsanlar mabet eksenli bir hayattan kopup market merkezli bir yaşamda karar kıldılar… Pazarlama stratejileri, reklamcılık atraksiyonları, rekabet rüzgârları kışkırtıyor, toplumu yeni bir yaşam biçimine ikna ediyor… Ortada doğal ve doğru bir tercih yok, ayartılmış zihinler, kışkırtılmış nefisler, yönlendirilmiş arzular, özendirilmiş duygular var… Marka tutkusu, farklı olma arzusu, beğenilme dürtüsü, özgür takılma sevdası insanımızı kutsaldan ve kulluktan koparıyor… Eyyamcı, hazırcı, hazcı, şimdici umursamaz bir kuşak yetişiyor… Tüketici toplum, artık önüne konan ihtiyaç listelerine mahkûm… Hep tüketmek mecburiyetinde… Bunlar ne ihtiyaç, ne de iradi isteklerdir... Kampanyalarla gelen tüketim kamplarının gönüllü köleliğinden başka bir şey değildir… Maddeye, metaya, eşyaya meftun olmanın daha doğrusu mahkûm olmanın tezahürü olsa gerek… Alım gücü artan bireyler, harcamada hiçbir sınır tanımaz oldular. Şimdiler de tüm dert, imaj satın almak... Teknolojik tuzaklar artıyor, modernizmin çarkında toplum çarpıklıkların, çirkinliklerin kurbanı oluyor… Moda, marka, makam, mal tutkusu tapınma düzeyinde insanların gündemini işgal ediyor.. Haz, hız, kız sevdası sınır tanımıyor… İnsanların değişmeyen gündemleri; maç, maaş, magazin… Kasa, masa, nisa tüm zamanların vazgeçilmezi… “Yasak ağaçlar…” ”yasak balıklar...” “yasak nehirler…”, iştah kabartıyor… Günümüz şeytanları hangi yasaklar üzerinden insanları nasıl ayarlıyor, bilmek zorundayız… Felah ve salah yolcuları refah ve konfora takılı kaldı… Medenileşmekle, modernleşmek karıştırılır oldu.. “Muttaki toplum,, projelerinin müsrif ve mücrim eller ile hayata geçirilemeyeceğini bilmek gerekiyor… Artık tüketim düzeyine göre, toplumsal farklılaşmalar ve tabakalaşmalar oluştu… Farklılık, bencillik, beğenirlik ön planda… Herkes sınıfının bilincinde kendi sitesini inşa ediyor… Tek mümkünü bu dünya olan bir paradigmanın paradoksunu insanlar yaşıyor… Meleleşen, mütrefleşen bir toplumda değerlere yer yoktur… Şeytani şerlerle, fıtri değerlerin savaşımı kesintisiz devam etmektedir… Toplum mühendislerinin başını çektiği kampanyalar, reklam bombardımanı ile sersemleyen yığınları sürüleştirmek için bulunmaz fırsatlar sunuyor… Unutmayalım ki; tüketilen sadece milli gelir değildir… Dostluklar, kardeşlikler, komşuluklar tükendi… Değerler aşındı… Mana metalaştı… Anlamın yerini yarar aldı… Hayata anlam katan doğrular hoyratça tüketildi… Hülasa, tükenen hayattı… Hatta insanın bizatihi kendisi idi… İsraf, insanın iflasıydı… Lüks, istikbale yönelik bir suikasttı… Tükete tükete sonuçta tükenen insan oldu… Haddini ve hesabını bilmeyen insan harcandı… Ama hâlâ akıllanmadı… Kurtuluşu ekonomik kalkınmışlıkla arıyor… Akılcı, bilimci, ilerlemeci çizgide herşeyi çözeceğini zannediyor… Başka bir dünyanın mümkün olduğuna ikna olmuyor… Denize düşüyor, yılana sarılıyor… Bu vahim, bu elim, bu vahşi duruma “Dur” demenin mutlaka bir yolu vardır… Hayata Allah’ın yüce adı ile başlamak… Üretime, tüketime, yatırıma, açılıma, tasarrufa, teşebbüse O’nun adı ile yönelmek… Yani “Besmele”li bir hayat… O’na sığınarak, O’nun ipine sarılarak, O’nunla kendini sınırlayarak sahaya inmek… Yani “Euzu”lu bir sefer… Evet, “euzu” ile başlayan, “besmele” ile sürdürülen, “hamd” ile inşa edilen bir hayat… O zaman modaya, markaya, maddeye, metaya, eşyaya değil, takvaya ve veraya kodlanmış hayatlarımız olacaktır… Dünyevi tüm imkânlara sahip olsak bile hep Allah’a ihtiyaç duyarız… Hayat, “amentü” ile anlam kazanır… Kapitalist sistemin ekonomik kuşatmasından kurtulur, kanaat ekonomisini kuşanırız… Gönüllü bir sadelik, sünnete dayalı bir tevazu sarar bizi… Savurganlık, sorumsuzluk bizden uzaktır, o zaman… Her işte Allah’ı hesaba katar, hesabını veremeyeceğimiz hiçbir işe imza atmayız… Çünkü arzular vahiyle gemlenmiş, istekler sünnetle terbiye olmuştur… Belki de bu tüketim çılgınlığına karşın ilk yapmamız gereken; ruhlarımızın açlığını “ Takva azığıyla ” doyurmaktır… Her türlü saldırı ve savrulmaya maruz kalan kimliğimizi ve kişiliğimizi “takva örtüsü,, ile korumaya almaktır… Depremlere ve depresyonlara hedef olan yapı, oluşum ve binalarımızı “takva,, ve “Allah rızası,, temelinde yeniden inşa etmektir… Bunun için ise 4M formülüne muhtacız: Bir… Düşünce dünyamızın ve hayata bakışımızın netleşmesi için MERCİ, Kur’an olacak… İki… Sahih bir hayatın inşası için MİMAR, Muhammedi Sünnet olacak… Üç… İslami yaşamda güzel bir örneklik için MODEL, Ehl-i Beyt olacak… Dört… Doğru bir hattı hareket için METOD; siyeri Nebi olacak… O zaman hayat bir başta güzel olacak... |