“Tarafların, diğer adıyla Moğolların İslâm diyarına girişleri hadisesini kaleme almaktan yıllarca çekinip durdum. Bu olayı kaydetmeyi hiç de istemiyordum. Bazen bunu yazmanın gereğine inanıyor, bir adım ileri atarken, iki adım geri atıp vazgeçiyordum. İslâm’ın ve Müslümanların ölüm haberlerini ve başlarına gelen büyük felâketi yazmak, kimin kolayına gidebilir? Kim bu büyük felâketin yazılmasını ve anlatılmasını kolay görebilir? Keşke annem beni doğurmasaydı, keşke bu büyük felâketten evvel ölüp gitseydim! Adım ve sanım unutulsaydı da bu olayla karşılaşmasaydım, böyle bir olayı yaşamasaydım! Bu büyük ve dehşet verici olay, muazzam musibet, gün ve gecelerimizi kararttı, hayatımızı perişan etti. Bölgede yaşayan bütün insanları ve özellikle Müslümanları kökünden kazıdı. Şayet birisi çıkar da: Cenâb-ı Allah’ın, Hz.Âdem’i yarattığı günden bu güne kader bu büyük felâketin benzeri görülmüş ve yaşanmış değildir! Derse, mutlaka doğru söylemiş olacaktır. Moğol istilâsı felâketini yazan tarihler, bu olayı bütün dehşetiyle ne kadar anlatıp dursalar, yine de kıyısından kenarından geçmemişlerdir diyebilirim. İnsanoğulların yeryüzünde yaşadığı en büyük musibet ve felâketlerinden birisi olarak, Buhtunnasr-ın İsrailoğullarına karşı giriştiği katliâm ve Kudüs şehrini tahrib etmesi olayı kaydedilir. Bu lânetli heriflerin (Moğolların) tahrib ettiği ve Müslümanların başına getirdiği felâket, ne İsrailoğullarının başına gelen felâkete benzer, ne de Kudüs’ün tahrib edilmesine. Harabeye çevrilen her bir şehir, Kudüs’ün başına gelen felâketi yaşamıştır. Müslümanlardan öldürülenlerin sayısı, İsrailoğullarından öldürülenlerle kıyaslanamaz. Moğolların bir şehirde öldürdükleri Müslüman sayısı, belki yeryüzünde yaşayan bütün yahudîlerin toplamından çok daha fazla idi. Cenâb-ı Allah’tan temennimiz, bu dünya ayakta durduğu müddetçe kıyamet kopuncaya kadar, belki Ye’cûc ve Me’cûc olayı hariç, inşallah bir daha böyle büyük musibet ve dehşet verici bir felâketin insanların başına gelmemesidir. Dünyanın sonlarına doğru zuhur edecek olan Deccâl, kendisine tâbi olan insanlara dokunmayacak, fakat kendisine muhalefet edenleri ise yok edecektir. Amma Moğollar, yeryüzünde hiç kimseyi sağ bırakmadılar. Kadınları, erkekleri, küçük yaştaki çocukları toptan katliâma uğrattılar. Hattâ hamile kadınların karınlarını deşerek, taşıdıkları ceninleri bile öldürdüler. Böyle bir musibet karşısında“İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciun, ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahi’l-aliyyi’l-azim” demekten başka bir çaremiz yoktur.”(1)
Böyle feryâd eden meşhur tarih yazarı İbnü’l-Esir (ra), “el-Kâmil Fi’t-Tarih” adını verdiği ünlü tarihinde onlarca sahifeyi yalnızca Moğolların zulmünü anlatmak için yazmıştır. İmam İbn Kesîr (ra) ise, “el- Bidaye ve’n- Nihaye” adlı eserinde “Hicretin Altıyüzonyedinci Senesi” olaylarını beyan ederken şöyle yazıyor: “Bu sene, Timuçin adını taşıyan Cengiz Han sebebiyle umumî bir belâ ve büyük bir musibet meydana geldi. Allah, Ona ve beraberindeki Tatarlara lânet etsin. Hepsini kahretsin. Bunların yaptıkları cidden çok kötüydü. Her tarafı bozguna uğratmışlar, her yerde fesâd çıkarmışlardı. Çin’in en uç noktasından ulaştıkları Irak’a ve çevresine kadar her tarafa zarar vermişler, nihayet Erbil’e ve kazalarına ulaşmışlardı. Bu sene Irak, Cezire, Şam ve Mısır dışındaki tüm İslâm âlemini ele geçirmişler, buralardaki Harezmli, Kıpçak, Gürcü, Lân, Hazar ve diğer kavimlerin tümünü kahretmişlerdi. Bu sene, Müslüman topluluklardan ve diğerlerinden müteaddid beldelerde sayılamayacak ve evsafı belirtilemeyecek kadar çok sayıda insanı öldürmüşlerdi. Özetle, girdikleri bütün beldelerdeki savaşçıları, erkekleri tümden, kadın ve çocuklardan da çoğunu öldürmüşlerdi. Buralardaki malları, şayet ihtiyaçları varsa yağmalayıp alıyorlar, şayet ihtiyaçları yoksa yakıyorlardı. Hattâ onlar, taşımaktan âciz çok miktarda aldıkları ipeği bir araya getirip topluyorlar, sonra da ateşe verip seyrediyorlardı. Evleri yıkıyorlar, yıkamadıklarını da yakıyorlardı. En fazla da camîleri ve mescidleri yakıyorlardı. Müslümanlara savaşıyor, esir ediyor, onları çembere alarak savaşta haklarında gelemediklerini öldürüyorlardı.”(2)
Meşhur müfessirlerden İmam İbn Kesîr (ra), aynı eserinde, “Hicret’in Beşyüzdoksandört Senesi” olaylarını anlatırken şöyle diyor: “Bu sene, Tatar hanı Cengiz Han ortaya çıktı. Hakimiyetini birçok yere yaydı. Allah, mustehakını versin. Tatarların ve maiyetindeki Türk emirlerinin uymaları için bir yasa çıkarmıştı. Cahiliyet hükümleri arayan kimseler, ancak bu yasaya uyabilirlerdi.” (3) “Cengiz Han, Tatarlar nezdinde büyük sultandı. Tatarların bugünkü krallarının babasıdır. Ona mensubturlar. Kaan’ı tazim edenler, Cengiz Han’a saygıyı amaçlarlar. Cengiz Han, Tatarlar için bir yasa (Kanunlar Külliyatı) koymuştu. Bununla hüküm verilir ve bu hükümlere uyulurdu. Amma bu kanunların Hükümlerinin çoğu, Allah’ın Şeriatı’na ve kitablarına aykırıydı. Tatarlar da bu kanunlara uymuşlardı”(4)
Cuveynî, Cengiz Han’ın yasasından bazı maddeler aktarmıştır. Şöyle ki: “Zinâ eden kişi, evli olsa da olmasa da öldürülür. Aynı şekilde homoseksüellik yapan da öldürülür. Kasden yalan söyleyen öldürülür. Büyü yapan öldürülür. Casusluk yapan öldürülür. Çekişmekte olan iki kişi arasına giren ve bu iki kişiden birisine yardım eden öldürülür. Durgun suya idrar yapan öldürülür. Durgun suya dalan öldürülür. Sahibinin izni olmaksızın bir esire yemek yediren veya su içiren veya bir şey giydiren öldürülür. Kaçak birini görüp de sahiblerine veya hükümete teslim etmeyen öldürülür. Bir esire yemek yediren veya yiyecek bir şeyi bir kimsenin önüne atan öldürülür. Çünkü yiyeceği önüne atmamalı, aksine bizzat eliyle ona vermelidir. Bir kimse bir başkasına yemek yedirecekse, önce kendisi o yemekten tadmalıdır. Misafir, Emir olsa bile böyle yapmalıdır. Amma esire yedirmemelidir. Bir kimse yemek yerde, yanındakine yedirmezse öldürülür. Bir hayvanı boğazlayan kimse, o hayvan gibi boğazlanır. Hayvanı boğazlamamalı, aksine karnını yarmalı ve içinden önce eliyle kalbini tutup çıkarmalı.”
Bütün bu hükümler Allah’ın, kulları olan peygamberlere indirmiş olduğu şeriatlerine muhaliftir. Son peygamber Muhammed b. Abdullah (sav)’e indirilen muhkem şeriatı terk edip, neshedilmiş başka şeriatlerin hükmünce amel eden kimse kâfir olduğuna göre, Cengiz Han’ın yasalarına göre hareket eden kimse nasıl kâfir olmasın? Bu hükümlere uyan kimse, Müslümanların icmâıyla kâfir olur. Zira yüce Allah buyurmuştur ki: “Onlar, hâlâ cahiliyye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle (yakînen) inanan bir topluluk için hükmü, Allah’dan daha güzel olan kimdir?” (5/Mâide, 50) “Hayır, öyle değil. Rabbi ne andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar.” (4/Nisa, 65) (5)
Hicrî 7. –Miladî 13. Asrın en büyük fitnesi ve en korkunç felâketi, İslâm topraklarının Moğol orduları tarafından işgal edilmesi olmuştur. Moğol kâfir ve müşrikleri, kralları Cengiz Han’ın yasalarına bağlıydılar. Müşrik Moğol ordusunun başındaki başkomutanları Hulugu ile Baycu Noyan, Cengiz Han’ın küfür ve şirk yasasıyla amel ediyor ve işgal ettikleri İslâm topraklarında bu yasayı uyguluyorlardı. Alaaddin Ata Melik Cüveyrî, “Tarih-i Cihangüşa” adlı eserinde, Cengiz Han’ın kanunları için şunları kaydeder: “Cengiz Han, kendi kafasına göre her işe bir kural, her duruma bir ferman ve her suça bir ceza (had) getirdi. Tatar kavimlerinin okuma- yazmaları olmadığı için onların çocuklarına, Uygarlardan yazıyı öğretmelerini emretti. Sonra bütün yasaları tomarlara yazdılar. Ona, yasanâme-i buzurg (büyük yasanâme) adını koydular. Onu, şehzâdelerin hazinesinde bulunmasına karar verdiler. Bir han, ordu sevkedeceği veya şehzâdelerle meşveret edip karar vereceği zaman o tomarları getirip ona göre karar verirdi. Ordu teşkili, şehirlerin yıkılması ve imar edilmesi gibi işler de ona dayanılarak yapılırdı.” (6)
Makrizî ise, şunları beyan ediyor: “(Cengiz’in) ölümünden sonra çocukları ve onların çocukları, ilk Müslümanlar nasıl Kur’an’ın hükümlerine uymaya çalışmışlarsa, aynı dakiklikle Yasa’nın emirlerini yerine getirmişlerdir. Bu, onlar için bir nevi din mahiyetinde idi ve bunlardan birinin Yasa’ya aykırı hareket etmiş oldukları bilinmemektedir.” (7) Hevâsını ilâhlaştıran Cengiz Han, Moğolların idaresi için bir anayasa yapmış, gerek kendisi gerekse ondan sonra gelenler bu gayr-ı İslâm’i şirk anayasasıyla yönettiler. Bu yasalara göre hükmeden müşrik Moğol ordusu, İslâm topraklarını istilâ etti, yüzbinlerce insanın boynunu vurdu ve kanını akıttı. O günün İslâm âleminin başşehri olan Bağdat’ı işgal edip, Ümmetin Halifesi ve İslâm Milleti’nin İmamı olan Abbasî Halifesi Müsta’sım Billah’ı Şehid edip, Ümmeti halifesiz ve başsız bıraktılar. 20 Muharrem 656/27 Ocak 1258 tarihinde gerçekleşen bu felâket neticesinde hilafet, kısa bir müddet de olsa ortadan kaldırıldı. (8)
Hevâsını ilâhlaştıran (9) ve Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen, böylece kâfir, zalim ve fasık olan (10) Cengiz Han ve ona itaat edip tabi olanların hükümleri şirk ve küfürdür. Hepsi Cahiliyyenin hükümleridir! İmam İbn Kesîr, “Tefsiru’l- Kur’âni’l-Azim” adlı meşhur tefsirinde “Onlar, Hâlâ Cahiliyye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle inanan bir topluluk için hükmü, Allah’dan daha güzel olan kimdir.”(11) ayetini tefsir ederken şunları beyan etmektedir: “Cenâb-ı Allah, her türlü hayrı kapsayan ve her türlü şerden uzak tutan Allah’ın sapasağlam hükmünü bırakıp onun dışında kalan ve şahıslar tarafından Allah’ın şeriatı’na dayanmaksızın konulmuş görüş, hevâ ve ıstılâhlara yönelen kimselerin bu davranışını reddetmektir. Nitekim Cahiliyye dönemi insanları da böyle yapıyor, kendi görüş ve hevâlarından hareketle ortaya attıkları dalâlet ve cehâletlerle hüküm veriyorlardı. Moğolların da yaptıkları bu idi. Onlar, kendilerine Yasak (yasa) koyan kralları Cengiz Han’ın hükümlerine göre yönetiliyorlardı. Bu Yasak’ı (yasayı) ise Cengiz, yahudî ve hristiyan şeriatlerinden, İslâm Dininden ve başka dinlerden yararlanarak meydana getirmişti. Orada, sırf kendi görüşü olan ve hevâsından kaynaklanan hükümler de vardı. İşte onun bu Yasak’ı, soyundan gelenler arasında uygulanan bir şeriat olmuştu. Onlar, Allah’ın Kitabı ve Rasulünün Sünneti ile hükmetmeyi bir kenara bırakıp “Yasak” ile hükmediyorlardı. Her kim böyle yaparsa o, kâfirdir. Allah’ın ve Rasulünün hükmüne geri dönüp, az ya da çok hiçbir konuda onların dışında hiçbir şeyle hükmetmemek çizgisine gelinceye kadar onlarla savaşmak farzdır.” (12)
Hicrî 8. –Miladî 14. asırda (701- 774/ 1301–1372) yaşayan İmam İbn Kesîr, Allah’ın Kitabı Kur’ân-ı Kerim’den ve Onun hayata uygulanışı olan Rasulullah Muhammed (sav)’in “Sahih Sünneti”’nde hareketle görüşünü beyan eden fetvasını bu şekilde vermektedir. Ebu’l-Leys Semerkandî (ra), “Tefsiru’l-Kur’ân” adlı tefsirinde Mâide Sûresi’nin ellinci ayetini tefsir ederken şöyle diyor: “Eğer insanlar, Allah’ın indirdiği ile aralarında hükmederlerse, O’nun dinine girmiş, kurtuluşa ermiş olurlar. Şayet Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyip, kul yapısı bir nizamı tatbik ederlerse, cahiliyet bataklığına düşerler. Kimin hükmünü tatbik ederlerse, onun dinine girmiş olurlar. Cahiliyet hükmünün tatbik edildiği yerlerde, Allah’ın hükmünden söz edilmez. Yaşanan hayat da cahiliyet hayatı olur.” (13)
Çağımız idrak eden İslâm âlimlerinden dâvâ adamı ve mücahid Said Havva (ra), “el- Esâs Fi’t- Tefsir” adlı tefsirinde şunları kaydeder: “İbn Kesîr’in kendi döneminde örnek olarak gösterdiği (Cengiz’e aid) “Yasak” ve benzerlerin biz, bugün hemen hemen bütün İslâm topraklarında anayasalar, kanunlar, yönetmelikler ve çeşitli sloganlar şeklinde görmekteyiz. Hemen hemen bütün İslâm topraklarında egemen olan yönetimler bu durumdadır. İbn Kesîr’in kendi döneminde Tatarlar hakkında verdiği fetva ayrı şekilde günümüz de geçerli olduğundan şöyle diyoruz: Her bölgede yaşayan Müslümanlara, güçleri yettiği takdirde bu İslâmî olmayan şartları koruyan herkese öğüt vermek ve bu hükümleri açıklamak bir görevdir. Bu öğütler ve açıklamalar, “en üstün sözün Allah’ın sözü olması” için yapılmalıdır. Müslümanlar, böyle bir sonuca herhangi bir bölgede ulaştıkları takdirde o zamanda aynı sonuca varabilmeleri için diğer bölgelerde yaşayan diğer kardeşlerine yardımcı olmakla görevlidirler. el- Hasen şöyle der:-Her kim Allah’ın hükmünden başkası ile hükmederse, onun bu hükmü, cahiliyye hükmüdür yargı ve yönetimidir.” (14)
Saîd Havva (ra), ayrı tefsirinde konu ile ilgili şu beyanlarda bulunmaktadır: “İbn Kesîr’in, Cengiz Han’ın Yasak’ına iman eden ve ona bağlanan kimseleri kâfir olarak kabul ettiğini, onlarla, Allah’ın Kitabı’nın hükmüne başvurup Yasak’ı terk edinceye kadar savaşmanın onları öldürmenin farz olduğunu kabul ettiğini görmüş bulunuyoruz. Ben gerçekten âlim olan İslâm âlimlerinden herhangi bir kimsenin bu konuda O’na muhalefet edeceğini düşünemiyorum. İslâm Ciddiyettir, oyuncak değildir. İslâm, herhangi bir şekilde sulandırılmaya, başka şeylerin içine sokulmasına müsaid değildir. Allah’ın yolu hassastır. Azîz ve Celîl olan Allah’ın ölçüsü adâlettir. Kelime-i Şehadet’i nakzeden bir durumu olan kimse hakkında bize fetva sorulduğu takdirde bizim vereceğimiz fetva, onun kâfir olacağıdır. İslâm’a bağlanmayı reddeden, buna karşılık anayasalarında ve yasalarında İslâm’ın dışında kalan ilkelere bağlılığı esas olan herhangi bir düzen hakkında fetvamız sorulacak olursa, bu düzenin tereddüdsüz olarak kâfir olduğu fetvasını veririz. Hattâ şunu dahi söylüyoruz: İslâm’ı reddeden yahud İslâm’ı başkasıyla karıştırmak isteyen veya genel olarak görüş ve nazariyeleri arasında küfrü gerektiren herhangi bir görüşü benimsemek isteyen her bir parti dahi küfürdür, kâfirliktir. Herhangi bir yönetim, anayasası ve kanunları arasında Kelime-i Şehadet’i bozucu bir husus kabul edecek olursa biz, onu kâfir kabul ederiz. İçinde bulunduğu durumda onu destekleyen, ona yardımcı olan da aynı şekilde kâfirdir. Yasak olsun, yasa olsun. O günkü tatarların benimsediklerine benzer düzenleri benimseyen bütün düzenlerin hükmü aynıdır.” (15)
Müşrik ve kâfir Cengiz Han’ın ve Âl-i Cengiz’in yapıp uyguladıkları “Yasak” adlı anayasanın hükmü, İslâm âlimlerince budur. Ona benzeyen düzen ve yasaların da hükmü aynıdır. Milâdî yirminci asrın başında başlayıp yirmibirinci asırda hâlâ devam eden İslâm topraklarına işgal eden çağdaş Moğul zihniyeti, selefleriyle aynısının tıpkısı ortaya koymuşlardır. İşgal ettikleri İslâm topraklarında yüzbinlerce Müslümanı katletmiş, katliâmlar gerçekleştirmiş, korkunç işkenceler uygulamış, 3 Mart 1924 tarihinde Hilafeti kaldırıp Ümmeti başsız bırakmış, İslâm’ın hükümlerini sosyal hayattan kaldırdıkları yetmiyormuş gibi, onlarla amel etmek, hattâ amel edilmesini istemeyi yasaklamış, amel eden Mü’min Müslümanlara zulümler ederek cezalandırmışlardır. Allah’ın hükümlerini geçersiz kılıp, onun yerine ilâhlaştırdıkları hevâlarından kaynaklanan hükümleri egemen kılmış ve Allah’dan başka rabler edinmişlerdir. İslâm’ı mahkum, tağutun hakim etmiş, izzet sahibi Müslümanları zillet içinde bırakmışlardır.
Muvahhid, Mü’min, Müslümanlar, bütün bunları yeniden düşünmek ve üzerlerine düşen vazifeleri yeniden kuşanmak zorundadırlar. Mü’min Müslümanlar, uyanmalı, uyanık olmalı ve Âl-i Cengiz oyununa gelmemeli, onların tuzaklarına düşmemeli, yaldızla boyayıp altın gibi göstermeye çalıştıkları çürük Kâsedeki zehiri içmemelidir. Ebu’l-Leys Semerkandî (ra)’in “Şayet Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyip, Kul yapısı bir nizamı tatbik ederlerse, cahiliyet bataklığına düşerler. Kimin hükmünü tatbik ederlerse, onun dinine girmiş olurlar!”tesbitini asla unutmamalıdırlar!
Ve yegâne Rabbimiz Allah Azze ve Celle’nin emir buyurduğu gibi davranmalı bütün Mü’min Müslümanlar! Rabbimiz Allah Teâlâ buyuruyor: “De ki: Ey Kâfirler. Sizin dininiz size, benim dinim bana.”(16)
1)İbnü’l- Esir, İslâm Tarihi-el-Kâmil Fi’t-Tarih, çev. Yard. Doç. Ahmet Ağırakça-Yard. Doç. Abdulkerim Özaydın, İst. 1987, C.12, Sh. 316-317. İbn Kesîr, el-Bidaye ve’n-Nihaye-Büyük İslâm Tarihi, çev. Mehmet Keskin, İst. 1995, C.13, Sh.196-197. 2)İbn Kesir, A.g.e C.13, Sh.196. 3)İbn Kesir, A.g.e C.13, Sh.119 4)İbn Kesir, A.g.e C.13, Sh.242-243 5)İbn Kesir, A.g.e C.13, Sh.244-245. 6)Alaaddin Ata Melik Cüveyni, Tarih-i Cihan güşa, çev. Prof. Dr. Mürsel Öztürk, Ank.1998, Sh.87. 7)Dr. Curt Alınge, Moğol kanunları, çev. Prof. Dr. Coşkun Üçok, Ank.1967, Sh.34. 8)Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İst. 2006, C.32, Sh.126. Hacı Ahmed Özdemir’in kaleminden. İbn Kesîr, A.g.e. C.13, Sh.368. 9)Bkz. Furkan, 25/43. Casiye, 45/23. 10)Bkz. Mâide, 5/44,45,47. 11)Mâide, 5/50. 12)İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’âni’ı-Azim, İst.1985, tıpkı basım, C.3, Sh.122-123. Türkçe tercemesi: İbn Kesîr, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, çev. Dr. Bekir Karlığa-Dr. Bedrettin Çetiner, İst. 1984, C.5, Sh.2364. 13)Ebu’l-Leys Semerkandî, Tefsiru’l-Kur’ân, sadeleştiren: Mehmet Karadeniz, İst.1995, C.2, Sh.207. 14)Said Havva, el-Esas Fi’t-Tefsir, çev. M. Beşir Eryarsoy, İst. 1990, C.4, Sh.45. 15)Said Havva, A.g.e. C.4, Sh.45. 16)Kâfirun, 19/1,6. |