Zamana Yenik Düşmemek
İnsanoğlunun dünya serüveni aşama aşama sürüyor… İnişli-çıkışlı, uzun ve ince bir yol… Çocukluk, gençlik, olgunluk, yaşlılık yani tekrardan çocuklaşma dönemi… Her evrenin ayrı bir imkanı ve ayrı bir imtihanı var… Her yaşın kendine göre görevleri, kuralları ve erdemleri var…
22/03/2010 - 16:29

Yüce kitabımız Kur’an yeryüzü sınavına tabi tutulan insanoğlunun yaşam evrelerine dikkatimizi çekiyor:

‘‘Sonra sizi bir bebek olarak dışarı çıkarırız. Sonra güçlü çağınıza ulaşmanız için (sizi büyütürüz) İçinizden kimi vefat eder; yine içinizden kimi de ömrünün en kötürüm ve yaşlı çağına kadar götürülür; ta ki bilen bir kimse olduktan sonra bir şey bilemez hale gelsin….’’ (Hac-5)

Sünnetullah böyle işliyor… Tebdil yok … Tahvil yok… Tağyir yok…

İnsan mukadder akıbetine yürürken yaşın önüne geçilmiyor...Doğrusu kimse yaşlanmak istemiyor ya da kabullenemiyor... Modern zamanların insanının iki önemli korkusu bulunuyor: Şişmanlık ve yaşlılık… İnsanlar hem yaşlanmaktan hem de yaşlılardan ürküyor, kaçıyor… Ancak yaşlanmak nihai kader, buna alışmak ve anlamlı hale getirmek lazım…

Evet , korkularımıza yeni bir korku daha eklendi… Yaşlılıkla birlikte gelişen yalnızlık… İnsanlar kalabalıklar içerisinde çaresiz, kimsesiz, yalnız… Bireyci, bencil, cimri dünyacı yaşam tarzı insanı değerlerinden etti. Kişiyi kendine, topluma yabancılaştırdı ve yalnızlaştırdı… Toplumsal hayat sosyal bir mezarlığa dönüştü… İnsani temas, sıcak dostluklar dumura uğradı: duyarlılık, duygu ve ilgi yara aldı…

İnsan dünyalık olarak belki çok şey kazandı ancak insanlıktan ödün vere, vere… Karagün dostlukları yerini iyi gün dostluklarına bıraktı… Güvensiz, doyumsuz ve yalnız insanlar şaşkın… Hayata nasıl tutunacağını bilemiyor… Çocuklar anasız anaokullarının kapılarında, yaşlılar huzursuz huzur evlerinin eşiğin de sürünüyor...

Zamanında yük almayan insanlar şimdi yük olmamak için yol arıyor… Evlerin metrekaresi büyüdü ancak insanların gözü dışarıda… Evler sıkıcı, içindekileri dışarı atıyor… Herkes bir arayış içinde… Köyünü, yurdunu, yolunu, hayallerini, düşlerini arayan, arayana…

Modern kent yaşamı bir çok erdemi katletti… Birbirinden kaçan bireyler sığınabilecekleri bir güven ve huzur limanı arıyorlar… Hele, hele seksenlik sabiler, aksaçlı çocuklar daha bir sahipsiz… Erzeli’l-umur’un; ömrün en zor çağı’nın çilesine maruz kaldılar…

Evet, yaşlılık insanın sevgisiz ve ilgisiz kaldığı çağdır… Yaşlılık yalnızlık ve hastalık limanıdır… Hafıza kaybına orantılı itibar kaybınında sürdüğü dönemdir… Gelecekle ilgili umutlarında sönmeye yüz tuttuğu günlerdir. Acziyet, mahrumiyet bellerini kırmıştır…

“İhtiyar neye yarar?’’ sorusu her şeyi “yarar’’ ve “çıkar” üzerinden hesaplayan bir toplumda ürkütücü bir sorudur…

“Yaşı yetmiş, işi bitmiş” mantalitesi manasızlığın tırmanışına işaret etmiyor mu?

Artık şunu fark etmemiz gerekiyor; emekli, engelli, özürlü,malul insanlar toplumun sırtında bir yük değil, tam aksine yücelik yolunda bulunmaz bir imkandır…

Bu bakımdan yaşlılık trajedisini, yalnızlık dramını tarihi bir fırsata dönüştürebilme şansımız var…

Efendimiz buyurmuyor mu?

“Saçı sakalı ağarmış yaşlı Müslüman’a saygı gösterip ikram etmek, Allah’a saygıdandır.’’ (Ebu Davud)

Onlara saygı kendimize olan saygıdandır... Hele, hele bu yaşlı kişi anne baba ise ; uyarının dozu daha da artıyor:

“Anne ve babasına veya onlardan sadece birine yaşlılık günlerinde yetişipte onlar sebebiyle cennete giremeyen kimseye yazıklar olsun, yazıklar olsun, yazıklar olsun! ’’ (Müslim)

İşte bulunmaz bir fırsat, muhteşem bir nimet… Cennete ramak kalan anlar… Cennetin ayakları altına serildiği analar… Şimdi neredeler?

Onlar bizim hem dünya, hem de ahiret cennetimiz…

Onların güvenli kollarında, ışık ve umut yayan gözlerine bakarak, O yaşlı çınarların gölgesine sığınıp ruhumuzu teskin ve teselli edebiliriz.

İnşirahın, itminanın adresi onlar…

Onlar birer sığıntı değil, kanatları altına sığınacağımız sığınak, barınak ve tutamaktır…

Onların duasını almadan hangi davayı sürdürebiliriz?

Önce şunu tespit edelim; insaniyetimizin ve İslamiyetimizin test edildiği husus; yaşlılarımız… Şimdi onlar bizden davacı mı, duacı mı?

Yaşlıları ihmal korkarım ki; bize kriz, kaos ve kabus olarak geri dönecek, o zamanda buhran ve bunalımdan kurtulamayacağız…

Yaşlıların gözü yolda kaldı ise, yolumuz onlara düşmüyorsa, hayatın hayrı ve bereketi kalmadı demektir…

Gözlerimiz onları görmüyorsa, gözlerimizi kaybetmeye başlamışız demektir.

Bugün yaşlılardan yüz çeviren, yarın kendisinin de yüzü gülmeyecektir… Ekmeğimizi onlarla paylaşalım ki ; bereket olsun… Yer ve gök sofralarının bize açılmasını istiyorsak soframıza yaşlı eli değsin…

Kapımızı onlara açmaz isek korkarım ki, rahmet kapıları yüzümüze kapanacaktır…

Yaşlıların ellerinden tutalım ki , ellerimiz dert görmesin…

Biz yerdekilere merhamet etmedikçe, göktekilerde bize merhamet etmeyecektir…

İhtiyaç anında, yalnızlığın karanlığında bazen umutlar yeşerir, acaba vefalı bir dost ‘ ‘ Hızır ’ ’ gibi yetişmez mi diye?

İnsan yalnızken “alo” diyecek bir ses bekler… Kulaklar kapının zilindedir bir dokunan olacak mı ?

Buğulu camlarda kalan nemli gözler ufukta umut arayışındadır…

Kim bilir hangi viranede, sıcak bir çorba midesine inmeyen, derdini kimseye yanmayan, yol-yordam bilmeyen nice nine ve dede yolumuzu gözlemekte…

Belki de çok yakınımızda, yan binada, arka sokakta, yanı başımızda…

Unutmayalım, yaşlılık bir gün bizimde kapımızı çalacak… Yaşlılığımız pişmanlığımız olmasın… Yarınlarda “keşke’’ lerle konuşmak istemiyorsak, bir şeyler yapalım…

Yaşlıların eli, ayağı, dili, gözü olabilirsek, onlar bizimle görür,yürür, tutar ve kalkarlarsa işte kalkınma budur… Kurtuluş budur…

Herkes itse bile, biz onlar üzerine titreyen olmalıyız… Yalnızlığın, yoksulluğun en ürkütücü anında yanlarında beliren biz olmalıyız…

Yapmaz isek ne olur?

Bir gün ahı tutar onların… O gün hayatın huzuruna hasret kalırız…

O halde onlara “ah” çektirmeyelim… “of” dedirtmeyelim…

Onların derdi, duası; hatırlanmak… Temel sorun; İlgisizlik… Çözüm; iyilik...

Evet, hatırlanan olmak ne büyük bir bahtiyarlık… En güzel vefa; unutmamak... Vefa, cefayı göze almaktır… Çileye göğüs germektir…

Bize düşen ihsandır… Kelimelerimizi değil ihsanımızı ve erdemimizi konuşturmak… Daralan ruhumuza, sıkışan kalbimize de şifa olacaktır…

Allah’ın bize emaneti olan yaşlılarda, kendi yaşlılığımızı görmeliyiz. Bu gün onların bizden beklentisi ne ise yarın bizde bir başkasından bekleyeceğiz.

Herkes ektiğini biçer… Ettiğini bulur…

Bu bizim sınavımız… Her şeyi Sosyal Güvenlik Kurumuna ihale edemeyiz…

Müşfik eller nerede? Şefkat yüklü yüreklere ne oldu?

Önce bir özür dilemeliyiz, yaşayan yaşlılardan…

Sonrada iş başı yapmalıyız: “Her aileye bir yaşlı” projesini hayata geçirmek için…

Doğrusu çok yaşamak marifet değildir, önemli olan her yaşta vahye şahitliğimizi sürdürebilmektir…

Yaşlılık arkasına sığınacağımız bir mazerette değildir; İmam Humeyni, Şeyh Ahmed Yasin, Said-i Nursi, Şeyh Said vb. öncülerin hallerine tanık olduktan sonra…

Şakaklarda ki beyazlık, alınlarda ki kırışıklık ruhlarda ki direnci ve diriliği etkilemez... O zaman hikmet yaşlılıkta da çiçeklenmeye devam eder…

Ne zaman ki ideallerin yerini anılar almaya başlar, işte o zaman yaşlandık demektir…

Gerçek yaşlı; iddialarından vazgeçmi, iradesi çökmüş, ideali kalmamış olan kişidir...

Zamana yenik düşmeyenler, İbnü’l vakt olanlardır...