Evla Olan Def-i Mefasiddir
Yegâne hayat nizamı olan İslam Dini’nin değişmeyen meşhur Kavâid-i Fıkhiyye”den, yani Fıkhî Kaideler den birisi şudur:
Def’-i mefâsid, celb-i menâfiden evlâdır. (1) Yani, Kötülükleri defetmek, menfaat sağlamaktan daha iyidir. Zarardan korunmak, gelecek kazançtan daha iyidir. İleride ne olduğu belirsiz bir menfaat için, mevcud bir menfaat fedâ edilemez. (2) Bir şeyde fesâdla, menfaat karşılaşmış olsa, menfaat elde etmeye bakılmayıp fesâdın ortadan kaldırılmasına çalışılır. (3)
23/10/2009 - 09:56

Bu değişmez fıkhî kaide hakkında ehil olanların beyanlarına dikkat edelim!..
               Meşhur müfessirlerden Elmalılı M. Hamdi Yazır (rh.a.) şöyle diyor:
               Fesâdların savuşturulması, menfaatler sağlanmasına tercih edilir. Yani, bir Menfaat ile bir mefsedet karşılaştığında, mefedetin giderilmesi tercih edilir. Meselâ: Kendi yararına olan bir işi yapacak olduğunda, meşrû olmayan bir işi yapmak zorunda kalsa, o meşrû olmayan işi yapmamak için, söz konusu menfaati terk etmesi çoğu kez evlâ olur. Çünkü şeriat, yasaklar üzerinde daha fazla durmuş, kanunların çiğnenmemesi için çok büyük hassâsiyet göstermiş, ancak bir menfaat, Mefsedetten daha büyük olursa, menfaat tarafı gözetilerek, Mefsedetin, Meşrû olmayan hareketin vukuûna bakılmaz. Meselâ: Yalan söylemek meşrû değildir. Amma iki hasım arasını bulmak, daha büyük bir menfaati içerdiğinden burada yalan söyleyebilinir.
               Yine Şüf’a hakkı olan bir satış akdîne gece yarısı muttali olduğu ve yanında takrîr ve işhâd istemi üzerine şahid göstereceği iki şahid bulunmadığı halde sabahleyin:
              -Ben satışa şimdi vakıf oldum, şüf’a hakkıma dayanarak isterim, diyerek hakkını ihyâ için yalan söyleyebilir.
               Yine zalim, zorba birisi, bir başkasının yanında bulunan vediâ’yı, bir emaneti gasben almak istediğinde o kimseye, yanında öyle bir emanet bulunmadığını söyleyip emaneti imkâr etmesi lazım gelir.” (4)
                Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın verdiği bu örneklerdeki durum, “İslâm Şerîatı”’nda kendilerine ruhsat verilen ve câiz olan şeylerdir… Bu durumla karşı karşıya gelen mü’min müslümanlar, bu ruhsat ile amel ederler!..
                Esmâ bint Yezîd (r. anha)’nın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
                  “Yalan yalnız üç yerde câizdir:  Adam, karısını memnun etmek için (yalan) konuşur. Savaşta (düşmana) yalan (söylemek). İnsanları birbiriyle barıştırmak için yalan söylemek.”  (5)
               Ümmü Külsüm bint Muayt (r.anha)’dan.
               Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
               “İnsanlar arasını iyileştirip düzelten ve bunun için hayır maksadıyla söz ulaştıran veya hayır kasdıyla söz söyleyen kimse yalancı değildir.” (6)
               İslâm’da câiz görülüp ruhsat verilen durumlara, câiz olmayan şeyleri kıyâslayıp çok büyük hâtalara düşenler, usûle aykırı hareket ederek, “Kıyâs ma’a’l-fârık” yapmış ve böylece sapanlardan olmuşlardır…
              “Def’-i mefâsid, celb-i menâfiden evlâdır.” Fıkhî kaideyi kaydeden Ömer Nasuhi Bilmen, meşhur “Kamus” unda şunları beyan eder:
              “Çünkü şer’i şerifin, Mehhiyyâta (İslâm’ın yasak ettiği şeylere) itinası, Memurata (emirlere olan) itinasından daha ziyadedir. Meselâ: Abdeste istinşak ve mazmaza sünnet olmakla beraber, oruçluya mekruhtur. Zira orucu sakatlamak meselesi, Sünnet meselesinden daha büyüktür.” (7)
               A. Refik gür şunları söylüyor:
               “Yani, mevcud zarardan korunma ilerideki kazançtan üstündür. İleride, mahiyeti meşkûk bir menfaat elde edebilmek düşüncesiyle, mevcud bir menfaatin fedâ edilmesi, akıllıca bir hareket sayılmaz.” (8)
               Hilmi Ergüney, bu Fıkhî kaide konusunda şunları kaydediyor:
               “Yani, bir şeyde fesâd ve zararla menfaat karşılaşmış olsa, menfaat elde etmeğe bakılmayıp zarar ve fesâdın ortadan kaldırılmasına çalışılır.” (9)
               Hayrettin Tanrıverdi şunları der:
               “Fesâdları def ve izâle etmek, ekseriyâ celb-i menâfiden evlâdır. Bir menfaat ile bir mefsedet teâruz ettiği takdirde, yani bir kimse faideli iş işleyecek olsa, bir mefsedetsin işlenmesini iltizam eylediği hâlde, o mefsedet işlenmesin diye, o menfaati terk etmek ekseriyâ evlâdır. Fakat menfaat, mefsedetten daha büyük olursa, menfaat tarafı gözetilerek, mefsedetin vukûuna bakılmaz. Zirâ Şer’i şerifin yasaklara itinası, emirlere olan itinasından daha fazladır.
              Bu Kâide üzerinde, “Menâfiü’d- Dekaik” sahibi şunları söyler:
              Bir şeyde fesâd ve zarar ile maslahat ve menfaat teâruz ettiğinde, mefsedet ve mazarratın def ’i takdim olunur. Mefsedetin kaldırılıp yok edilmesi, menfaati celbetmekten  evlâ görülür.
                Dolayısıyla meşakkati defetmek için vâciblerin terki câizdir. Yasakların önüne geçilmesine müsamaha edilmemiştir. Bu madde, özellikle günah’ı kebâirde daha çok kullanılır.
                (………)
                Buraya kadar serdettiğimiz misâl ve zarar ile ilgili olan kaidelerden de anladığımız gibi, İslâm hukuku hiçbir zaman fesâd ve zarara müsamaha tanımaz. Emir ve nehy karşısında kalan müslüman, ilk görev olarak o neyhden içtinâb eylemesidir. Zirâ yasaklar, devamlı önce gelir.” (10)
                Doç. Dr. Mustafa Yıldırım’ın bu Kâide ile ilgili açıklaması şöyle:
                “Kötü ve zararlı şeylerin giderilmesi, yararlı şeylerin elde edilmesinden daha önemlidir. Bir konuda yarar ile zarar çatıştığı takdirde öncelikle zararın def edilmesi esas alınmalıdır. Çünkü İslâm Dini, yasakladığı şeylerden kaçınılmasını, emrettiği şeylerin yerine getirilmesinden daha çok önemsemiştir.” (11)
                Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.)şöyle buyurur:
                “Ben, sizleri bir şeyden nehyettiğim (size yasakladığım) zaman, ondan kesinlikle kaçının. Sizlere bir şey emrettiğim zaman da emrimi tutunuz. Gücünüzün yettiği kadar onu yerine getiriniz!” (12)
              Hadisin söyleniş ortamı ve sebebine bakıldığında konu daha net anlaşılmaktadır!..
              Ebu Hüreyre (r.a.) anlatıyor:
              Rasulullah (s.a.s.), bize hutbe okuyarak:
              “Ey cemaat, Allah, size Haccı farz kılmıştır. Bundan dolayı Haccedin!” buyurdular.
               Bunun üzere bir adam, ayağa kalkarak:
              - Her senemi Ya Rasulallah? diye sordu.
                Rasulallah  (s.a.s.), sükût etti. Hattâ o zât, sözünü üç defa tekrarladı.
               Nihayet Rasulullah (s.a.s.):
               “Evet desem (her sene) vâcip olur. Sizde buna güç yetiremezsiniz!” buyurdu ve şunu ilave etti:
                “ Ben, sizi bıraktığım müddetçe, sizde beni bırakın! Sizden önce geçenler, ancak çok soru sormaları ve peygamberleri hakkında ihtilafa düşmeleri sebebiyle helâk olmuşlardır. Ben, size bir şey emrettim mi, ondan gücünüz yettiği kadar yapın! Bir şeyden sizi men’ettim mi onu, derhâl bırakın!” (13)
                   İbn Recep el-Hanbeli (rh.a.), bu hadisin şerhinde şunları kaydeder:
                  “Rasulullah (s.a.s.)’in: “Size neyi yasakladıysam, onlardan uzak durunuz ve size neyi emrettiysem, ondan gücünüz yettiği kadarını yapınız!” sözü hakkında âlimlerden biri şöyle der:
                  - Bu ifâdeden, yasaklamanın emirden daha şiddetli olduğu sonucu çıkar. Çünkü yasaklanan şeyin her hangi bir kısmının bile işlenmesine ruhsat verilmemektedir. Emredilen hususların yerine getirilmesi ise, insanın gücü (istitaat) ile sınırlıdır.
                  Bu görüş, İmam Ahmed b. Hanbel (rh.a.)’den nakledilmiştir.(Sehl b. Abdullah et-Tüsterî’nin)
                  Bir Zâtın söylediği şu söz de bu mânâya işaret eder:
                  -İyi amelleri, hem iyiler, hem de fâcir (kötü, günahkâr) kimseler işler. Ancak günahlardan, sadece sadıklar uzak dururlar!
                  Ebu Hüreyre (r.a.), Rasulullah (s.a.s.)’in şöyle buyurduğunu rivayet eder:
                  “Haram şeylerden sakın ki, insanların en çok ibadet edeni olasın!” (14)
                  Âişe (r. anha) validemiz şöyle der:
                  -Çok ibadet etmeyi alışkanlık hâline getiren kişiyi geçmek isteyenler, günah işlemekten uzak dursun!
                   Bu mevkuf hadis, Âişe (r.anha) validemizden Merfû (Rasulullah’ın sözü) olarak da rivayet edilmiştir. (15)
                   İmam Hasan el-Basrî (rh.a.) şöyle der:
                   -Âbidler, Allah Teâlâ’nın yasaklarını terketmekten daha faziletli bir ibadet yapmamışlardır! (16)
                   Allâme ibn Hacer el- Askalânî (rh.a.), “Sahih-i Buhâri” nin şerhi olan “Fethu’l Bârî ” adlı eserinde şunları beyan eder:
                   “Size bir şeyi yasak ettiğimde ondan kaçının.” Burada geçen yasaklık, bütün yasaklıkları kapsamaktadır. Bundan, içki içmek örneğinde olduğu gibi mükellefe zorla yaptırılan şeyler müstesnâdır. Çoğunluğun görüşü bu doğrultudadır. Bazıları, bu görüşe muhalefet etmiş ve genelliği esas alarak şöyle demişlerdir:
                  -Bir günahı işlemeye yapılan zorlama (ikrâh), o günahı mubah kılmaz. Ancak doğru olan, ortada geçerli bir zorlama olduğu takdirde sorumluluğun olmadığıdır.” (17)
                   Yegâne önderimiz ve hayat örneğimiz Rasulullah (s.a.s.)’in bu hadislerin den ve hadisi izâh eden âlimlerin beyanından net olarak anlaşılmaktadır ki, muvahhid mü’min kul, kendisine emredileni gücü ve imkânı el verdiği ölçüde yerine getirirken, kendisine nehy edîlen, yani yasaklanan şeylerden hemen vazgeçip, terk ederek uzaklaşacaktır… Herhangi bir emri yerine getirirken, “niçin daha fazla yapmıyorsun?” sorusuna, “imkânım bu, gücüm buna yetmekte, ancak elimden bu kadarı gelmekte, gücüm ve imkânım bu kadarını yapmaya yetmektedir” cevabını vere bilir ve bu beyanı kabul görür… Fakat, kendisine nehyedilmiş bir haramı işlerken, bir kötülükte bulunurken, “bunu niçin yapıyorsun, bu haram ve günahtır, bu kötülüğü niçin terk etmiyorsun?” Sorusuna ne yapayım, terk etmeye gücüm yetmiyor, bu haramı bırakmak elimden gelmiyor, bundan uzaklaşmak beni aşar ve ben buna mecburum” diye vereceği cevabı asla kabul görülmez ve hoş karşılanmaz… Çünkü haram kılınanı hemen terk etmek gerekir… Haram, günah ve kötü olan bir şey için, şu zamana kadar işleyebilirsiniz… O zamana kadar serbestsiniz, sonra Tevbe eder, vazgeçer, bırakırsınız diye bir ruhsat verilmemiştir… 
                   Rabbimiz Allah Azze ve Celle ve Önderimiz Rasulullah (s.a.s.) tarafından haram kılınan, nehy edilen ve yasaklanan şeylerin bazısında, çok azda olsa birileri için dünyalık menfaat olabilir veya menfaat varmış gibi görülebilir, fakat o işten görülecek zarar, o çok az faydadan kat kat fazladır… Çok az bir menfaat için, haram kılınan ve zararı çok olan bir işe meyledilemez… Çünkü o, kesin haram kılınmış ve mü’min müslüman kulun, ona yaklaşmaması için emir buyrulmuştur… Bu konuda hükmü kesinleşmiş ve haram kılınmış içkiyi örnek olarak delil getirmek, naklen ve aklen doğru olmayan bir anlayıştır… Çünkü içki hakkında inen ilk ayette, onda hem büyük günah,  hemde insanlar için bazı faydalar olduğu beyan edilmiş, Bkz. Bakara, 2/219.
 ikinci ayette, iman edenlere hitaben, “Sarhoş iken nediyeceğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın.” Nisa, 4/43. buyrulmuştur.
                   İçki konusundaki son inen ayette ise, Rabbimiz Allah Teâlâ şöyle buyurur:
                   “Ey iman edenler, içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları, ancak şeytanın işlerinden olan pisliklerdir. Öyleyse bun(lar)dan kaçının. Umulur ki kurtuluşa erersiniz. Gerçekten şeytan, içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi, Allah’ı anmak tan ve namazdan alı koymak ister. Artık vaz geçtiniz değil mi?” Mâide, 5/90-91
                     Emirûl- mü’minin İmam Osman b. Affan (r.a) şöyle demiştir:
                     -Şarab, kötülüklerin anasıdır! (21)
                     Apaçık hakikat bu iken, Allah içkiyi tamamen haram kılmışken, kötülüklerin anası olan şarap, şeytanın işlerinden bir pislik olduğu beyan edilmişken, hangi mü’min müslüman kalkar da, “ayette de buyrulduğu gibi, içki her ne kadar haram kılınmışsa da, onun bazı faydaları da var. Ben, ondan faydalanmak için içerim” iddiasında buluna bilir?
                     Hâlbuki kesin kaide:
                     “Def’-i mefâsid, celb-i menâfiden evlâdır!”
                      Asıl olan kötülüğü def etmektir, yoksa menfaati elde etmek değildir!..
                      İmanda da böyle, amelde de böyle!
                      İmanda önce, “ Lâ ilâhe: İlâh yoktur” denilir, sonra , “İllallah: Allah’dan başka” denilir. Yani, önce Allah’dan başka bütün hüküm koyucu sahte ve yalancı ilâhlar reddedilir, sonra yalnız ve yalnız, eşsiz ve ortaksız Allah’ın ilâh olduğu kabul edilir…
                      Rabbimiz Allah Teâlâ,  kendisine katıksız iman önce, tağutun reddedilmesini emretmişte:
                       “Artık kim tağutu tanımayıp (redd ve inkâr ederek) Allah’a inanırsa, o, kopması olmayan sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, işitendir, bilendir.” Bakara, 2/256
                         Ebu Hureyre (r.a.) rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
                         “ Helak edici olan yedi şeyden çekininiz!”
                         Sahabiller:
                         - Ya Rasulallah, bu yedi şey nedir? diye sordular.
                         Rasulullah:
                         “Allah’a şirk koşmak.
                         Sihir yapmak.
                         Allah’ın haram kıldığı bir canı öldürmek, haklı öldürülen müstesnâ.
                         Ribâ (fâiz kazanç) yemek.
                         Yetim malı yemek.
                         Düşmanlara hücûm sırasında savaştan kaçmak.
                         Zinadan Kal’a’ya girmişcesine korunmuş olup hatırından bile geçirmeyen mü’min kadınlara zina iftirası atmak!” buyurdu. (23)
                         Ve Rabbimiz Allah Azze ve Celle’nin şu ayetleri:
“Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, kâfir olanların tâ kendileridir.”
Mâide, 5/44.
 “Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, zalim olanları tâ kendileridir.”
Mâide, 5/45
 “Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, fâsık olanların tâ kendileridir.”
Mâide, 5/47.
                       Zalim egemen tağutlar tarafından işgal edilen İslâm topraklarında, Rasulullah (s.a.s.)’in beyan buyurduğu helâk ediciler, serbest bırakıldığı gibi, egemen tağuti otorite tarafından resmileştirilmiş ve şirkin egemen kılınmasıyla beraber diğerleri de yasallaştırılmıştır… Egemen tağutlar, Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmedikleri bir yana, Allah’ın hükümlerini yasaklamış ve onlarla hükmedilmesini isteyenleri de suçlu sayarak korkunç cezalarla cezalandırmışlardır…
                             Fıkhî kaidemiz gereği önce bu mefâsidin def’i gerekir… Yoksa bazı menfaatlerin celbi için, tağuti düzenlerde yetkili makamları elde edip her türlü mefâsidi işlemek ve işletmek hakkı hiçbir müslüman kula ruhsat olarak verilmemiştir… Böyle düşünüp hareket edenlere ve onlara yardımcı olanlara şu ayeti hatırlatmak gerek:
                             “Onlar, hâlâ cahiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle inanan bir topluluk için hükmü, Allah’dan daha güzel olan kimdir?” Mâide, 5/50.


 --------------------------------------------------------------------------------------------------
 1)Açıklamalı Mecelle-Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye, Hazr. Ali Himmet Berki, İst. T.Y. Sh. 21, Md. 30.
2)Sadeleştirilmiş Mecelle, Sadş. İbrahim Ural- Salih Özcan, İst. 1995, Sh. 27, Md. 30.
3)Kavâid-i Külliye- Fıkhî Kaîdeler/Mecelle, İst. 1992, Sh. 17, Md. 29.
4)Elmalılı M. Hamdi Yazır, Alfabetik İslâm Hukuku ve Fıkıh Istılâhları Kâmusu, Hazr. Sıtkı Gülle, İst. 1997, C.3, Sh.125.
Geniş bilgi için bkz. İmam Nevevî, el- Ezkâr, çev. Harun Ünal İst. 2006, Sh. 656. vd.
5)Sünen-i Tirmizî, Kîtabu’l-Birri Ve’s-Sılâ, B. 26, Hds.2003,
Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Edeb, B. 50, Hds. 4921.
İmam Buhârî, Edebü’l, -Müfred B.179, Hds. 385.
Taberani, Mücemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi çev.İsmail Mutlu, İst. 1996, C.1, Sh.201, Hdsi 127.
6)Sahih-i Buhârî, Kitabu’s-Sulh, B. 2, Hds.3.
Sahih-i Müslîm, Kitabu’l-Biri, ve’s-Sılâ, B.27, Hds.101.
Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Birri ve’s-Sılâ, B. 26, Hds. 2004.
Sünen-i Ebu’d-Davud, Kitabu’l-Edeb, B.50, Hds. 4920.
İmam Buhârî, Edebü’l-Müfred, B.179, Hds. 385.
7)Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhîyye Kamusu, İst.T.Y. C.1.Sh. 264.
8)A. Refik Gür, Hukuk Tarihi ve Tefekkür Bakımından Mecelle, İst. T.Y. Sh. 51.
9)Hilmi Ergüney, İzahlı ve Mukayeseli Mecelle Küllî Kâideleri, İst. 1965, Sh. 53.
10)Hayrettin Tanrıverdi, pratik İslâm Hukuk, Sivas, T.Y. Sh. 113- 115.
11)Doç. Dr. Mustafa Yıldırım, Mecelle’nin Küllî Kâideleri, İzmir, 2001, Sh. 90.
12)Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-İ’tisâm, B. 2, Hds.19,Sahih-i Müslîm, Kitabu’l-Fedâil, B.37, Hds. 130. Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B.1, Hds. 2.  Ayrıca bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.2, Sh. 447, 456.
13)Sahih-i Müslîm, Kitabu’l-Hacc, B.73, Hds.412. Sünen-i Neseî, Kitabu’l-Menasiku’l-Hacc, B. 1, Hds. 2619. İmam Celâleddin es-Suyutî, Esbâb-u Vurûdi’l-Hadis, çev. Dr. Necati Tetik-Abdulmecid Okçu, Erzurum,1996, Sh. 128, Hds. 93. Ayrıca bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.1, Sh.184.
14)Sünen-i Kitâbu’z-Zühd, Hds. 2407. Sünen-i İbn Mace,  Kitâbu’z-Zühd, B. 24, Hds. 4217.
Ayrıca bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.2, Sh. 310.
15)Bkz. Ebu Ya’lâ, el-Müsned, No 4950.
16)İbn Receb el-Hanbelî, Hadislerle İlim ve Hikmet-Câmiu’l-Ulûm Ve’l-Hikem, çev. Ali Kaya, İst. 2006, C.1, Sh. 307-308.
17)İbn Hacer el-Askalânî, Fethu’l-Bârî-Muhtasar, çev. Dr. İbrahim Tüfekçi, İst. 2008, C.14, Sh.337.
18)Sünen-i Neseî, Kitabu’l Eşribe, B.44, Hbr. 5632-5633.
19)Sahih-i Buhâri, Kitabu’l-Vesâyâ, B.24, Hds.29. Kitabu’l-Muharibin, B.30, Hds.48.
     Kitabu’t-Tıbb, B.48, Hds.78. Sahih-i Müslim, Kitabu’l- İman, B.38, Hds.145.
Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Vesâyâ, B.10, Hds.2874. Sünen-i Neseî, Kitabu’l- Vesâyâ, B.12, Hds.3652. Ayrıca Bkz. Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-İsti’zan, B.33, Hds.2876.