Geciken Adalet
Adalet, insanlık tarihi ile yaşıt kadim ve derin bir konu. Uğrunda habire kan, gözyaşı, ter, mürekkep akıtılan adaletin; bugün bile kendine geldiğini, hak ettiği yeri aldığını söylemek güç. Sürekli hırpalanan, anlamı ile oynanan bu kavramın önce ne olduğuna bakmak lazım.
28/04/2009 - 16:09

Sözlükte, eksik ve fazlalık bakımından aşırıya gitmeksizin orta yolu bulup korumak… Hakkaniyet, doğruluk ve eşitlik… Zulmün zıddı…

Bir şeyi konuşması gereken yere koymak… İslam’ın hükmü… Eşitlik, eşit davranış tarzı… Haksızlığı terk etmek, her hakkı gerçek sahibine devretmek…

İnanç, söz, davranış ve her tutumda aşırılıktan kaçınmak, sınırları çiğnememek, her şeyin itidalinde kalmak, orta yolunu tutmak…

Adaletle ilgili tamamlayıcı kelimeler olarakta şunları görüyoruz: Adl, kıst, nasib, vasat, hisse…

 

Konu bütünlüğünü yakalayabilmek için adaletin zıddı olan zulüm, tuğyan, ifsad, ilhad, bağyde  bahse değer kelimelerdir…

Adl, allah’ın doksan dokuz ismi (esma-i hünsa) arasında yer alır.

Adaletin türevi itidal ve vasattır…

Adaletin dayanağı ise hakkaniyettir… Adalet amacından kopunca, her şey mübahlaşmaya başlar. Kaos, anarşi, terör o zeminde vücut bulur…

Adaleti çürüten ve tüketen marazlar ise buğz, kin, heva, öfke, şehvet, şiddet, güç, hırs, haset ve fesattır…

Bu virüsleri etkisizleştiren erdemler ise; hikmet, iffet, cesaret, merhamet, istikamet, sadakat ve basirettir…

İtikatta adaletin karşılığı, tevhiddir

İbadette adaletin karşılığı, ihlastır

Hükümde adaletin karşılığı, şeriattır…

Sözde adaletin karşılığı, sadakattir

İktisatta adaletin karşılığı, zekat ve infaktır

Sosyal hayatta adaletin karşılığı, ihsan ve itidaldir

Mücadelede adaletin karşılığı, istikamettir…

Tevhidin toplumsal tezahürü adalet, kişisel ifadesi özgürlüktür… Bu bakımdan akideden bağımsız bir adalet anlamsızdır…

Allah’a rağmen ne emniyet, ne adalet, ne de ahlak mümkün… Adaletin menşei, mebdei, melcei, merkezi, adresi elbette Allah’ın sözleridir…

Kur’an’daki adalet mefhumundan kopuk, çarpık bir adalet tanımı ve sununu yanıltıcıdır…

İnsanın en soylu damarı adalettir… Adalet yoksa her şey değer yitimine uğrar…

 

Yer ve gök adaletle ayaktadır… Evet, evrenin ruhudur, adalet… Önemli olan gökteki adaleti yeryüzüne taşımaktır… Uhrevi adaletten de kuşku yok… Sorun bugünle ilgili… Yani, hemen, şimdi adalet, ihtiyaç budur…

İnsan, Allah tarafından yeryüzüne çıkarılmış tertemiz bir sayfadır… Bu sayfayı kirleten insanoğlunun kendi elleri ile işlediği zulümlerdir…

Kendi fıtratlarını tanımayan, isyan yolunu seçenler önce kendi kendilerine, sonra da birbirlerine zulmetmişlerdir… Kabil’in Habil’e zulmü gibi…

Yüce kitabımız zulmün taşıyıcı figürleri üzerinden bizlere adalet mesajları sunuyor… Kimler bunlar?

Firavun… İstikbarda bulundu… Büyüklendi… Kavmini aşağıladı… Onları aptallaştırdı…

Böylelikle kendi kavmini küçümsedi, onlarda ona boyun eğdiler. Gerçekten onlar, fasık olan bir kavimdi.” (Zuhruf- 54)

Ancak insanlık tarihinin geçmişinde sınırlı sayıda firavunlar olduğunu görüyoruz. Bu gün ise çağdaş uygarlık tüm insanları firavunlaştırmak gayretinde… Günümüz insanı istikbar ve istiğna budalası…

Burada firavunlaşmaya yeltenenlere karşı belirtmemiz gereken ise şudur:

Hüküm yalnızca Allah’ındır…” (En’am- 57)

Bel’am… İstihmarda bulundu… Merkepleşme yolunu seçti… Firavni sistemlerin işleyişine meşruiyet kazandırma ihanetini işledi… Kitleleri zorba güçlerin güdümüne girmesi için rol üstlendi…

Bel’amlaşmaya cevabımız ise:

Haberin olsun; halis (katıksız) olan din yalnızca Allah’ındır…” (Zümer- 3)

Karun… İstihlakta bulundu… İsraf ve istif yolunu seçti… Sınırsız tüketim arzusu ile kendini kaybetti… Bu istihlak onun helakı oldu… Gel gör ki, dün olduğu gibi bugün de nice insanlar Karunlaşma arzusu ile yanıp-tutuşmaktadır…

Ah keşke, Karun’a verilenin bir benzeri bizimde olsaydı. Gerçekten o, büyük bir pay sahibidir, dediler.” (Kasas- 79)

Belki Karunların sayısı az, ama o özlemle çırpınanlar ne de çok!

Bu hususta hatırlanması gereken ise:

Göklerin ve yerin mülkü O’nundur…” (Hadid- 5)

Haman… İstibdatta bulundu… Bürokratik gücünü bakı ve zulüm aracı kıldı… Kitleleri zorba yöntemlerle köleleştirme politikaları uyguladı…

Samiri… İstismarda bulundu… Statüsünü kötüye kullandı. Gerçekleri çarpıttı, bunun üzerinden çıkar hesapları yaptı…  Sömürü, suistimal ve sapkınlık sınır tanımıyor…

İşte adaleti katleden bir şeytan beşgeni… İçinde insanların ezildiği bu kıskaçta iktidar, sermaye, bilgi, güç insanlığa doğrultulmuş bir silaha dönüştü… Sindirilen, susturulan yığınlar tepkisiz… Kuyruk olan köle ruhlu kitleler egemenlere güç katmaktadırlar… Çünkü şahsiyetleri parçalanmış, kimlik kaybına uğramış bu zavallılar, zillet ve zafiyet içinde boyun eğmektedirler… Bunu bir kader bilmektedirler… Hayır, bu kader değil kahırdı… Nitekim Hz. Musa  (as) devreye girince kölelikten özgürlüğe çıkış gerçekleşti…

Bu beşli çeteyi esas besleyen ise, mele ve mütref sınıfı… İktidara yakın gözdeler, gözlerini insanların emeğine ve onuruna dikmişler… Şımarık zengin zümresi sermayelerini katlamanın derdinde… Onlar adalet bilincinden, özgürlük ruhundan haz duymazlar… Onların istediği adil değil, aciz bir toplum… Asil değil, asalak kitleler…

Şimdilerde de adalet gücünü kaybetti, odak gücü baskın… Adalet zulmün aracı kılındı… Uygulanan ise adalet değil, yasalar yığını…

Adaletin mahkum edildiği bir ülkede doğal olarak doğruların yeri cezaevleridir…

Adalet çarpıtıldı… Çağdaş yorumlarla hakikat sulandırıldı… İçi boşaltılmış boş ve kof cümlelerle insanlar aldatıldı… Sihirli söylemlerle kitleler büyülendi… Olan halka oldu… Artık adalet, özgürlük, insan hakları vurgusu cezp etmiyor, heyecan vermiyor… Kelimeler inandırıcı değil…

“İnsan hakları” iddiaları, adeta onların tüm gayri insaniliklerini örtbas eden güçlü bir argümana dönüştü…

Zulüm örgütlü, hem de küresel düzlemde… Adalet dağınık, parçalı… Örgütlü zulüm, adaleti önce örseledi, sonra öteledi… İnsanlar kötülere öykündükçe adaletin kökü kurumaya yüz tuttu… artık örgütsüz ve duyarsız toplumlar öğütülmeye mahkum… Hak talepleri ertelene ertelene zaman aşımına uğradı… Şirazesinden çıkmış insanlar nerede duracağını, başını hangi taşa vuracağını bilmiyor… Yaslanacağı bir güvenlik duvarı arıyor…

İnsanlar haklı olarak soruyor: Adalet söylemi kimlerin çıkarına hizmet ediyor? Adalet üzerindeki kuşkuyu kim giderecek? Sis perdesini kim kaldıracak?

Adalet saraylarında yaşanan cevr-ü cefa tüm bunları bize söyletiyor…

Adalet adına slogan, söylem, sembol kırıla gidiyor… Bu yönü ile fazlası var, noksanı yok… Ancak adaletin kendisine gelince yoksunluk işte o zaman… “Kıst” kısırlığı burada kendini gösteriyor…

Habire adalet sarayları inşa ediliyor, adalet yasaları çıkarılıyor, ancak adalete yaşam hakkı yok…

Bu şartlarda yetişen nesiller silik ve suskun… Dertsiz ve duyarsız… Her türlü olumsuz etkiye yatkın ve yakın…

Düne kadar olup- bitenin farkında olanların bir çoğu ise bugün “göze batmadan, dikkat çekmeden” hayatını yaşamanın derdindeler… Çünkü onlar artık akıllı, tedbirli, bilgili ve de tecrübeli!.. Evet, bu doymuşluk ve bilmişlik havası, “teslimiyetçi” bir ruh halinin tezahürü… “Gelene ağam, giden paşam” felsefesi hakim…

 

Tahrik”lere kapılmama, “ajite” olmama, “provakasyon”a gelmeme, “aşırı”lardan sayılmama adına tüm tepki, tavır, eylem ve duruşlar ertelendi… Adalet talepleri siyasi iktidarlara ihale edildi… Siyasilerde adaletin yerine kalkınmayı önceledi… Toplumların felahı ihsan ve adalet iken refah peşinde koşuldu… Hak ve adalet artık sadece Mazlum Der ve Özgür Der’in ilgi alanıydı… İnsani yardımları da bizim adımıza İHH, Cansuyu, Kimse Yok mu üstlenmişti… Bundan gayrı ne olabilirdi ki?

Tüm “hak” algısı, maaş bordosunda yazılı “hak ediş” ile sınırlı bir insan prototipi yetişti… Haksızlıklar, hak ihlalleri,hak gasbı kime ne?

Sıyrılmak, sıvışmak, sorumluluktan kaçınmak savrulmanın en fenası değil midir? Bu kadar zulüm, zulmet ve zilletten sonra hiçbir şey olmamış gibi davranabilir miyiz?

Sorgulamayan sadece seyredenin, ortaya sahici, sadra şifa olacak şeyler koyması mümkün mü?

Bir itirazımız… Bir şikayetimiz… Bir ağırlığımız… Bir haykırışımız olmalı değil mi? Zulme ortak olmamak için buna mecbur değil miyiz? Bunu yapabilmek için önce fark etmek, farklı olmak, farkında olmak gerekir… Yani bu dertli ve duyarlı insanların eylemi ve erdemidir…

Acaba yalnızlık ve zayıflık haksızlığı içselleştirmenin mazereti olabilir mi?

Firavun’un sarayında Hz. Asiye yalnız bir kadındı… Ama onurlu, ama kararlı… İlkeli bir örneklik sunuyor…

Ashab-ı Kehf sayısal hesaplara takılı kalmadan başlattıkları direniş ile tüm zamanlara ışık ve ufuk oldu…

O ki, vasat ümmetiz… Vasat ümmet zalimle,mazlum arasında orta bir noktada durmayı gerektirmiyor… İki taraf arasında tarafsızlık değil… Denge politikaları sürdürmek değil… Ne şiş yansın, ne kebap yaklaşımları değil… Adaletin icabı ne ise onu icra etmek durumundadır… Adalet acı ve yakıcı da olsa… İtidal ve riskte içerse bundan şaşmak ve sapmak mümkün değil… Yoksa zulme meylin ateşle temasa geçmek olduğunu unutuyor muyuz?

Adalet ne dilemek, ne de dilenmekle gerçekleşir… Adaletin yolu direnmektir… Zaten, Allah yolunda davet; hicret, cihad, direniş,, hak ve adalet arayışından başka bir şey midir ki?

Birde kurtarıcı bekleme yanılgısı zulmün ömrünü uzatıyor, bilmem farkında mıyız? Bir kurtarıcı olabileceğimizi nasıl unuturuz?

Siz insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; marufu emreder, münker olandan sakındırırsınız…” (Al-i İmran- 110)

İşte bizden istenen; kötülüğe, haksızlığa katlanmak değil, sonuna kadar direnmektir…

Birde şunu kendimize sormamız gerekiyor; Adalet, hak, doğru, değer, ilke diye bir derdimiz var mı? Varsa kimler için? Sadece kendimiz için mi? Bilelim ki; ötekini de kucaklamayan adalet özürlüdür… Gerçekten adalet perspektifimiz kimleri kapsıyor? Herkes için, hemen adalet diyebiliyor muyuz?

 

Ey İman edenler, adil şahitler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adaletli olun.” (Maide- 8)

Zalimlerin zulmüne zalimleşerek cevap veremeyiz… Bir karanlığı başka bir karanlıkla kovamayız… Kanı kanla temizleyemeyiz… Ulusal zulme tepki gösterirken, sonuç alabilmek için küresel zorbalarla iş tutmak gerekmiyor… Zulmü bertaraf etmenin yolu zalimliğe özenmekten geçmiyor…

Hiç kimsenin zulmetme imtiyazı yoktur… Ne doğuştan gelen, ne de sonradan kazanılmış böylesi bir hak söz konusu olamaz…

Kendilerini dokunulmaz, layüsel gören kişi ve çevrelerin kartondan heykellerini un-ufak edecek olan adaletin şaşmaz gücüdür…

Fakat Paskal’in ifadesi ile: “Kuvvete dayanmayan adalet aciz, adalete dayanmayan kuvvet zalimdir.

O halde idrak, yürek, bilek bütünlüğü içinde ancak adalet sağlanır… Sadece devlete ait bir sorumlulukmuş gibi düşünmek gerçeği görmemektir… Yine yalnızca yargı alanına münhasır kılmakta ciddi bir yanılgıdır… Adalet komple hayatı kuşatan bir anlam ve amaçlar bütünüdür.

Şimdi şu acınası insanlığın çektiği ıstıraba adalet neşterini vurmak vaktidir… Haksızlığın kanıksandığı, ahlakın sukut ettiği, insanlığın iflas ettiği günlerden geçiyoruz…

Çağ çağırıyor ve sahibini arıyor… Ey adalet neredesin?

Adalete susamışlar yüzünü kime dönecek? İnsanlar nere adalet arayacak? AİHM’de mi?BM’de mi? Anayasa Mahkemesinde mi? Lahey Adalet Divanında mı? Evrensel İnsan Hakları Beyannamesinde mi? Helsinki İnsan Hakları Sözleşmesinde mi?

Artık şunu diyemeyecek miyiz?

Askeri, siyasi, iktisadi gücümüz yeterli olmasa da;

Hak sözümüzle…

Adil duruşumuzla…

Ahlaki yürüyüşümüzle…

Engin merhametimizle biz buradayız…

Vahye şahitliğin, vasat ümmet olmanın anlamı bu değil midir?

Kitap, Mizan, Demir hepsi bunun için değil mi? Eve, Kitap, kılıç, kalem ve kelam adil bir dünya inşa içindir…

Çağın vicdanı olmak durumunda olan bizler için en büyük sermaye ve en güçlü silah; adalet ve ahlaktır…

Gecikmiş adalet, adalet değildir.”

Sence de, adil bir dünya için gecikmiyor muyuz?

O taktirde, mazlumların “ah”ı bizi de tutmaz mı?