ASIL DİN

AŞIRI YORUM

Dinin yegâne kaynağı Allah’tır ve din O’nun koyduğu kanunlar bütünüdür. Bu kanunları Yüce Allah, görevlendirdiği peygamberine indirdiği vahiyle bildirir. Ancak peygamberin görevi sadece bildirmekle sınırlı değildir, bunun yanı sıra gelen bilginin hayata nasıl uygulanacağı da onun görevleri arasındadır.
02/10/2017


Dinin mahiyeti



İslam âlimleri dini, “Akıl sahibini kendi özgür iradesi ile hayırlı sonuca götüren ilahî kanundur.” diye tarif ederler. Tarifte muhatabının aklını özgürce kullanabilme özelliğine kuvvetli vurgu vardır. Bu yüzdendir ki aklı veya özgür iradesi olmayan kişi dinen sorumlu tutulamaz. İkinci temel özellik, dinin insanı hayırlı sonuca götürmesidir. Buradaki hayırlı sonuç kısa vadeli, zevk ve arzulara cevap veren değil, insanın insanca yaşamasını sağlayan, çevreye ve hemcinslerine zarar vermeyen, geride hiçbir kötülük izi bırakmayan bir hayatı öngörmesinin yanında ölüm sonrasında insana ebedî bir mutluluk taahhüdünde bulunuyor olmasıdır. Bu yüzden Yüce Allah kullarından hem dünya mutluluğu hem de ahiret mutluğunun eşit oranda istenmesini emir buyurmuştur. Yukarıdaki tarifte geçen en önemli unsur dinin ilahî bir kanun olduğu tespit ve vurgusudur. Bu aynı zamanda dinin kaynağının da ilahî olduğunu yani dinin esaslarının Allah tarafından belirlendiğini ifade eder.



Dinin kaynağı



Yukarıdaki tespite göre dinin yegâne kaynağı Allah’tır ve din O’nun koyduğu kanunlar bütünüdür. Bu kanunları Yüce Allah, görevlendirdiği peygamberine indirdiği vahiyle bildirir. Ancak peygamberin görevi sadece bildirmekle sınırlı değildir, bunun yanı sıra gelen bilginin hayata nasıl uygulanacağı da onun görevleri arasındadır. Bu durumda peygamber bir yandan gelen vahyi eksiklik ve fazlalık olmaksızın insanlara olduğu gibi bildirirken diğer yandan bu vahyin uygulamasını insanlara göstermesi gerekir. Bütün bu görevleri yerine getirirken peygamberler ilahî koruma, gözetim ve denetim altındadır. Diğer bir deyişle peygamberler masumiyet veya ismet adı verilen bir nevi dokunulmazlık sıfatına mazhar kılınırlar. Bu sıfat gereği, peygamberler gelen vahyi eksiklik, fazlalık ve değiştirme gibi hiçbir kusura uğratmaksızın insanlara bildirme imkânına kavuşturulurlar. Peygamberlerin gelen vahyi uygulamalarında da aynı şekilde bir denetim söz konusudur. Yanlış bir uygulama olduğu takdirde derhal uyarılarak yanlışlık süreklilik kazanmadan ve zararlı bir gelenek oluşmadan daha baştan tamir ve tadil edilir. Peygamberlerin getirdiği vahiy bütününe kitap denilirken bu kitabın hayata uygulamasına sünnet denilmiştir. Peygamberimiz Muhammed Mustafa’ya (s.a.s.) indirilen kitap Kur’an’dır, O’nun Kur’an’ı sahabesiyle birlikte hayata uygulaması ise sünnettir. Sünnetin uygulamasında sahabenin ittifak ettiği hususlar, sahabe icmaı olarak anılmış ve bu icmaın en kuvvetlisi kabul edilmiştir. Sahabeden sonra tabiin ve tebe-i tabiin bu uygulamayı devam ettirmiş ve böylece İslam dininin kural ve kaideleri yerleşik uygulamaya dönüşmüş ve geleneksel bir yapı özelliği kazanarak tarihî derinliğe kavuşmuştur. Bu yüzden olsa gerektir ki Hz. Peygamber (s.a.s.) “En hayırlınız benim asrımda yaşamış olanlar, sonra onları takip edenler, sonra onları takip edenlerdir.” (bk. Buharî, “Şehâdât”, 9; Müslim, “Fedâilu’s-sahâbe”, 212.) diyerek İslam’ın tarihi derinliğe kavuşmasına hizmet etmiş olan bu üç nesli övmüştür.



Sünnet, Peygamberimizin Kur’an’ı açıklaması ve hayata uygulaması ise, ne sünneti Kur’an’dan bağımsız ne de Kur’an’ı sünnetten bağımsız düşünmek mümkündür. Öte yandan Kur’an ve sünnetin çizdiği çerçevenin korunması için üçüncü bir yol sahabeden başlamak üzere dinî esaslar üzerinde ittifak yani icma oluşturulmuş olmasıdır. Kur’an ve sünnetteki ilkeler çerçevesinde zaman, mekân ve gelişen şartlara göre din içerisinde yeni yorumlar getirilmesi ise kıyas, içtihat veya fetva ile mümkün olmaktadır. Ancak kıyas, içtihat ve fetva ile getirilen yorumlar dinde mutlak bağlayıcı değildir. Dolayısıyla insanlar Allah’ın bir nimet olarak verdiği akıllarını ve özgür iradelerini kullanarak bunlar içerisinde tercihte bulunabilirler.



Sünnetin intikali



Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.) sünneti olan bütün açıklama ve uygulamalarını hayattayken ortaya koymuştur. O’nun sünnet-i seniyyesi olarak adlandırılan bu uygulama ve açıklamaları, sahabeden başlamak üzere nesilden nesle aktarılarak sağlam ve sağlıklı bir şekilde bize kadar ulaştırılmıştır. Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerim’in yanında bizim için ikinci kaynağımız işte bu sünnet-i seniyyedir. Bunun dışında Hz. Peygamber’in rüyayla veya başka bir yolla açıklamada bulunması veya kabir âleminden talimat vermesi söz konusu değildir. Nitekim hadis âlimlerinin Hz. Peygamber’in hayattayken söylediği sözlerin ancak hadis kabul edilebileceği, bunun sıhhatinin de senet yoluyla tespit edilebileceği; rüya, keşif ve keramet gibi birtakım yollarla asla hadisin sıhhatinin tespit edilemeyeceği üzerinde geniş çaplı ittifakları söz konusudur. Dinin emniyeti ancak bu yolla ve bu şekilde sağlanır ve sürdürülebilir.



Dinde aşırı yorumlar



Dinde aşırı yorumlar yukarıda zikredilen Kur’an ve sünnet sınırlarının zorlanması veya tahrife varacak şekilde yorumlara gidilmesiyle ortaya çıkar. Bu aşırılık indirgemeci ve eklemeci olmak üzere iki türlü tezahür eder. İndirgemeciler dini, belli bir delil veya anlayışla sınırlarken eklemeciler dinde olmayan birtakım hususları dine ilave etmek suretiyle Kur’an ve sünnet sınırlarını aşan bir çerçeve oluştururlar. Tarihte birinci kesimin örneği dini Kur’an ile sınırlayan Hariciler şeklinde ortaya çıkarken ikinci kesim tüm bidatçıları ve hurafecileri içine almaktadır. Bu problemin işaretleri Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanında da görüldüğü için Hucurat suresinin ilk ayetinde, “Ey iman edenler, Allah ve Rasulünün önüne geçmeyin.” buyrulmuştur. Bu uyarıyı İmam Matüridi, yaratma ve emretme Allah’a aittir. Sizler emir, söz, fiil ve hüküm koyma hususunda Allah’ın ve Rasülünün önüne geçmeyin. Yani dinde aşırı bir anlayışa gitmeyin ve çizilen çerçeveyi koruyun şeklinde anlamıştır. (bk. Te’vilâtü’lKur’an, anılan ayetin yorumu)



İndirgemeci anlayışlar



Günümüzde bazı kesimler dine ve dinî değerlere modern zamanların etkisi ve baskısı altında bir yaklaşım sergilemektedirler. Bu yaklaşım sömürge dönemiyle başlamış ve hız kazanmıştır. Nitekim modern dünyanın hızlı ilerleyişi karsında şaşkına dönen sömürge dönemi aydınlarının bir kısmı, dini bütünüyle yük olarak görürken, bunun tam zıttı kutupta bulunanlar, dinden olan her şeyi koruma çabasına girmişlerdir. Üçüncü grup ise geçmişin bütün ağırlıklarını taşımak yerine yeniden Kur’an ve sünnete dönerek oradan alınacak malzeme ve ruh ile yeni bir yapılanmaya gitmenin hayalini kurmuşlardır. Bu hayalin gerçeğe tekabül eden tarafı olmakla birlikte bin yılı aşkın bir hafızayı silip deyim yerindeyse sıfır hafıza ile Kur’an ve sünnetin yeniden yorumunun nasıl yapılacağı problemine yönelik bir çözüm henüz getirilebilmiş değildir. Bu düşüncede olanların bir kısmı sünneti de yük olarak görüp sadece Kur’an ile yetinmenin doğru olacağını ileri sürmüşlerdir. Nitekim günümüzde kendilerini Kur’an İslamı taraftarı şeklinde isimlendirenler bu anlayışı temsil etmektedirler.



Anılan anlayışa zıt olarak gelişen zihniyet ise deyim yerindeyse Kur’an’ı tamamen veya kısmen bir tarafa bırakıp sadece hadis külliyatı içinden seçtikleri belli hadislerle inanç ve hayat tarzı oluşturmaya çalışmaktadırlar. Bunlardan bir kısmı daha da ileri giderek uydurma hadisleri bile bir hüküm kaynağı olarak görmektedirler. Hâlbuki İslam tarihi içinde Kur’an ve sünnet zeminine dayanan iki temel ilimden birisi fıkıh diğeri ise kelâmdır. Bunlar âdeta bir madalyonun iki yüzü gibidir. Hadis ilimleri birer rivayet ilmidir. Hadislerin zihniyete tekabül eden tarafını fıkıh ve kelam ilimleri temsil eder. Ehlihadis kesimin hayata yönelik tarihte ortaya koyduğu çalışmalar, aslında birer fıkıh çalışmalarıdır. Kelam ve fıkıh gibi köklü iki ilmin yerine mücerret hadisleri koyup âdeta yeniden inanç/din inşa etmeye kalkışmak, bir açıdan Kur’an İslamı zihniyetini tersinden taklit etmek diğer açıdan ise Hz. Peygamber’in övdüğü ilk üç nesil olan sahabe, tabiî ve tebe-i tabiinin rolünü yok saymaktır.



Eklemeci anlayışlar



Bu kesimi, İslam düşüncesinde standart hale gelmiş temel delillerin dışına çıkanlar, delil uyduranlar ve dinin kendisine eklemede bulunanlar şeklinde üç grup olarak ele almak mümkündür.



Yukarıda dinin temel delillerinin kitap, sünnet, icma ve kıyas olduğu belirtilmişti. Bu delillerin dışında rüya, keşif, keramet, ilham gibi delilleri dinde hüküm koyma aracı olarak görmek ve bunlardan hareketle dinî hüküm ve değer ihdas etmek eklemeci din anlayışı anlamına gelir. Çünkü rüya ve benzeri kesin olmayan delillerin dinde bir bağlayıcılığı söz konusu değildir. Diğer bir deyişle bu tür delillerin ne kişisel ne de toplumsal düzeyde bir bağlayıcılığından bahsedilemez. Bunların kişisel düzeyde delil kabul edilmesi, doğrudan ya da dolaylı ikinci kişileri ilgilendiren hukuki veya psikolojik sonuçlara yol açmamasına bağlıdır. İnsanlar tek başına yaşamadığına göre, bir kişiyi etkileyen her olayın onunla ilişki ve iletişim haline olan herkesi bir şekilde etkilemesi kaçınılmazdır. Dolayısıyla bu delillerin kişisel bağlayıcılığından da söz edilemez. Öte yandan bu tür olgu ve olayların toplumda yönlendirici bir amaçla kullanılması ise dinen kabul edilebilir değildir. Çünkü İslam’a göre din, ancak akıl sağlığı yerinde olan ve özgür iradesi ile hareket edebilen kişinin kabul ettiği ve yaşadığı ilahî kanundur. Dolayısıyla kişinin aklına ve özgür iradesine müdahale edilmesi dinen doğru değildir, çünkü böylesi bir girişim insanı insanlığından uzaklaştırma sonucunu doğurur. Bu türden bir müdahale olmaksızın yapılan tavsiye, nasihat, irşat veya yol gösterme bile son tahlilde muhatap olan kişinin iradesine havale edilir.



Eklemecilerin ikinci kısmını oluşturan delil uyduranlar, Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından söylenmemiş söz veya uygulamaları ona nispet ederek söyleyenlerdir. Bunlara tarihte hadis uydurmacıları denilmektedir. Nitekim günümüzde benzer bazı kesimler uydurma hadislerle dini anlatmaya ve insanları yönlendirmeye çalışmaktadırlar. Hâlbuki Peygamberimiz, “Benim adıma kasten yalan uyduran, cehennemdeki yerini hazırlasın.” (Buharî, İlim, 38.) sözüyle bu işi yapanları açıkça tehdit etmiştir. Dolayısıyla uydurma bir hadisle dinde birtakım hükümler ve değerler ihdas etmek Hz. Peygamber’in tehdidine maruz kalmak anlamına gelir. Bu kesimden bazılarının Hz. Peygamberden kaldığı düşünülen bazı hatıraların ticari ve itibari menfaat elde etme yönünde kullanılmasına yönelik görüş ileri sürmeleri delil uydurmaya bir başka örnektir. Bu hatıraların bu şekilde kullanılmasına yönelik bir delil olmadığı gibi ilk üç asırda böyle bir uygulama da söz konusu değildir.



Üçüncü grup ise dinde olmayan birtakım hususları dinden gösteren veya dine yeni ilavelerde bulunanladır. Bu tür uygulamalara âlimlerimiz bidat ve hurafe adını vermişlerdir. Dinde bidat, Hz. Peygamber’in dini yaşama biçimi olan sünnet-i seniyyeye aykırı bir uygulama veya görüş ortaya koymaktır. Ancak bu uygulama ve görüş ortaya koyma işini âlimlerin çoğunluğu, inanç ve ibadet alanı ile sınırlı tutmuşlardır. Zira ortaya çıkan birtakım problemlere yönelik içtihatlar ile hayatın akışı içinde ortaya konulan yenilik ve icatlara bidat denilemeyeceği gibi, toplumda oluşmuş dinen yasak olmayan örf, âdet ve kültürel bazı alışkanlıklara da bidat denilemez.



Sonuç olarak; sağlıklı ve sağlam din anlayışı, ancak on dört asırlık İslam düşünce tarihinde benimsenen kitap, sünnet, icma ve kıyas gibi delillere dayanmakla mümkün olur. Çünkü bu delillerin hepsi insan aklına hitap etmekte ve ortaya konulan hükümler diğer akıl sahipleri tarafında kontrolü ve testi mümkün olabilmektedir. Taklit konumunda olan ve bir müçtehide tabi olan kişiler bile neticede akıllarını kullanmakta ve tabi olacağı müçtehidi kendileri seçmektedirler. Bu durumda din indirgemecilikten ve eklemecilikten uzak, orta yolu seçen hadislerde geçtiği gibi sevad-ı azam olan İslam ümmetinin büyük kitlesinin temsil ettiği yol ve yöntemdir. Namazın her rekâtında okuduğumuz Fatiha suresinde şu dua, bu anlayışın çerçevesini kesin ve net bir şekilde çizmiştir: “Yarabbi bizi doğru yola, nimet verdiğin kimselerin yoluna eriştir. Senin hışmına uğramış ve yolundan sapmış kimselerin yoluna değil.” 



 



Prof. Dr. Cağfer KARADAŞ / Diyanet Aylık Dergi