Ramazanda Gönülden Tevhidi Yaşamak

Tevhit, insanlık tarihinde ilk insan Hz. Âdem ile başlayıp son peygamber Muhammed Mustafa (s.a.s.) ile sona eren Allah elçilerinin getirdiği ilkenin adıydı. Her unutulduğunda yeni bir elçi gönderilmiş ve son peygamberle birlikte unutulmamak üzere bu ilke zihinlere kazınmıştır.
14/06/2016


          Ramazan birlik ve birlikteliktir



          Ramazan, birliğin ve bütünlüğün canlı, sıcak ve heyecanlı yaşandığı ayın adıdır. Bu ayda birlikte acıkılır ve birlikte doyulur. Hislerimiz birlikte, hissedişlerimiz birliktedir. Yine bu ayda herkesin yüzünde oruç açar, nefesi oruç kokar, sözleri oruç üzerine olur. Gönülden gönüle yol açılır bu ayda. Gözlerde ışıltı, içte derin bir ferahlık doğar. Duygular samimi, davranışlar hakikidir.



          Çocuk hâlimizi bir hatırlayalım; nasıl da cıvıl cıvıldık ramazanlarda. Büyüklerimizle sahura kalkar, gözlerimizi ovuşturarak anne, baba, dede, nine ve bilumum aile fertleriyle sofraya oturur, birlikteliğin getirdiği bereket ve iştah ile yer, içer kalkardık. Yani birlikte uyur, birlikte uyanırdık. Akşam oldu mu annemizin pişirdiği çörekleri kapar, damlara koşar, müezzinin ezanı ile birlikte oruçlarımızı açardık. Ezanın bitmesiyle eve koşar, birlikte sofranın başına dizilirdik. Birlikte yer, birlikte içerdik. Dedemizin, babamızın veya amcamızın elinden tutar, birlikte teravihe giderdik. Onlar namaz kılar, biz arkada kıkırdaşırdık. Arada bir sert bakışlara hedef olurduk ama asla bu birliktelikten sıkılmaz, şikâyet etmezdik. Kısaca bu birliktelikle ramazanın tevhit iklimi hepimizi kuşatırdı, zihinlerimizin derinliklerine işlerdi.



          Bu tevhit, insanlık tarihinde ilk insan Hz. Âdem ile başlayıp son peygamber Muhammed Mustafa (s.a.s.) ile sona eren Allah elçilerinin getirdiği ilkenin adıydı. Her unutulduğunda yeni bir elçi gönderilmiş ve son peygamberle birlikte unutulmamak üzere bu ilke zihinlere kazınmıştır. O rahmet peygamberinin tevhit mücadelesi ve serüveni öncekilerin benzeriydi. Yüce Allah’ın yirmi beş peygamberi Kur’an’da örnek olarak göstermesi bu yüzden olsa gerektir.  



          Son tevhit mücadelesinin önderi Hz. Muhammed Mustafa’dır (s.a.s.) 



          Bundan on dört asır önceydi. Bir gün o yüce insan çıktı ve “Allah birdir” dedi. Taşa, toprağa, ağaca tapmaya alışmış insanlar bunu anlamadı. Hâlbuki o yeni bir şey getirmiyordu. İlk insan Hz. Âdem’den, Hz. İbrahim’den, Hz. Musa’dan ve Hz. İsa’dan beri var olan bir ilkeyi hatırlatıyordu: “Ben ilk defa ortaya çıkmış türedi bir peygamber değilim. Bana ve size gelecekte nasıl bir muamelede bulunulacağını bilemem. Ben ancak bana vahiy olarak gelen bilgiye tabi olurum. Ben sadece bir uyarıcıyım.” diyordu zaten. (Ahkâf, 46/9.)



          O zamanlar her kabile, hatta her kişi kendi putuna taptığı için bir diğerini bilmezdi. Belki müşrik Arapların tek şansı ataları Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’den kalma Kâbe idi. Kâbe onları buluşturuyor, birleştiriyor ve etrafında halkalar hâlinde döndürüyordu. Hayatlarında birlikteliği sağlayan bir tek bu tevhit izi kalmıştı. Ancak onlar bu temiz mekânı da putlarla kirletmişlerdi. İşte yüce peygamber “Allah bir” diye haykırırken Kâbe’nin birliğinden Allah’ın birliğine işaret ediyordu. Kalpleri taptıkları putlar gibi taşlaşmış olan bu topluluk bir de o yüce insanla mücadele ediyordu. Onun bunlara sözü ise; “Sizin ve babalarınızın koyduğu isimden başka bir gerçekliği olmayan, tanrı olduklarına dair Allah’ın size bir belge ve bilgi indirmediği bu putlar hakkında mı benimle mücadele ediyorsunuz? Siz de bekleyin ben de bekleyeyim, bakalım kim haklı çıkacak!” olmuştur. (Araf, 7/71.)



          Medine’ye gitti, orada başta Yahudiler olmak üzere bütün ehlikitaba: “Ey ehlikitap! Bizimle sizi hak ve adalet üzere kılacak bir kelimede buluşalım: Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Bazımız bazımızı Allah’ın karşısında rabler edinmesin. Eğer bu apaçık gerçeği görmez de yüz çevirirseniz biliniz ki bizler Müslümanız.” diye seslenmişti. (Âl-i İmran, 3/64.)



          İşte bu şekilde “biz Müslümanız” diyen sahabiler onun etrafında birleştiler ve tek yürek oldular. Namazları birlikte, oruçları birlikte, hacları birlikteydi. Hep birlikte Kâbe’ye yöneliyorlar ve hep birlikte el açıp Rablerine yalvarıyorlardı. Birlikte sahur yapıp birlikte oruç açıyorlardı. Birlikte üzülüp birlikte seviniyorlardı. Çünkü bu topluluk önderlerinin izinde akrabalarını koruyup gözeten, zayıf ve düşkünlere destek çıkan, yoksulu giydiren, misafire ikram eden ve darda kalmış, belaya uğramış kimselere yardım eli uzatan ve hayatta asla yalan söylemeyen, hıyanet etmeyen, riya ve iki yüzlülüğe pirim vermeyen gerçek hak dostlarıydılar. 



          Aralarında bir sorun çıktığında derhal Hz. Peygamber’e iletirler, o da bu sorunları çözer, birliği ve bütünlüğü yok edecek, tefrikaya meydan verecek bir olgu ve olaya fırsat tanımazdı. Dırar mescidi örneğinde olduğu gibi fitne çıkarmak için mescit yapılmasına bile izin verilmezdi. Çünkü mescitler birliğin, beraberliğin ve bir arada olmanın adıydı. Bunu istismar ederek fitne aracına dönüştürmek isteyenlerin hevesleri kursaklarında kalırdı. İslam’ın mabedini, ibadetlerini ve şiarlarını birlik ve bütünlüğü bozma aracı hâline getirenler önce Hz. Peygamber’i ve bütün sahabileri karşılarında bulurlardı.  



          O gün bugüne örnektir



          İlahî mesajı getiren ve tebliğ eden Hz. Peygamber ve onun ilk şahitleri olan sahabiler ile yeniden ve güçlü bir irtibat kurmak, dinî açıdan tutarlı, toplumsal açıdan ise hemen karşılık bulabilecek bir çözümdür. Zaten dinin birleştirici tevhit binası dört topluluk eliyle kurulmuştur. Bu dört topluluk; Hz. Peygamber, sahabiler, tabiler ve tebe-i tabilerdir. Bu gerçeğe Peygamber Efendimiz: “En hayırlı nesil benim zamanında yaşayanlar, sonra onları takip edenler, sonra onları takip edenlerdir.” (bk. Buhari, Şehadat, 9; Müslim, Fedailu’s-sahabe, 212.) diye işaret etmiştir. Bu üç nesil, birliğin, beraberliğin ve ittifakın çok güzel örneklerini sergilemişlerdir. Aralarındaki ihtilafları sükûnet ve suhulet içinde çözmeye çalışmışlardır. Ama hiçbir ihtilafı kan davasına ve din-iman meselesine dönüştürmemişlerdir. 



          Çünkü ihtilafların sadece fikir düzeyinde kalması bir çeşitlilik ve zenginlik olarak olumlu bir gelişmedir. Ancak bunun kin, nefret ve fitne aracı hâline getirilmesi, toplumların parçalayan ve içten içe çürüten bir zehre dönüşmesi demektir. Dün ve bugün İslam toplumunun yegâne problemi fikir düzeyindeki ihtilafların toplumsal, siyasi ve askerî düzeye taşınarak bir zulüm aracı hâline dönüştürülmesidir. Bu iki yolla gerçekleşmektedir: Birincisi her düşünce sahibini tek bir doğru etrafında birleştirmeye kalkışmak, ikincisi ise bazı düşünceleri zararlı sayarak onları yok etmeye çalışmaktır. Her iki yol da güncel deyimle bir toplum mühendisliği çalışmasıdır. Bir diğer deyişle; fertleri ve toplumları tepeden dizayn etme girişimidir. Bu da toplumda gerilimlere yol açmakta ve insanları korku ve paniğe sürüklemektedir. İslam toplumunun bugünkü çıkmazı veya en büyük problemi tam bu korku ve panik hâlidir.     



          Birlik sünnet üzere yaşamaktır



          İslam toplumlarının tek çıkış yolu Hz. Peygamber’den başlayıp sahabe, tabiin ve tebe-i tabiin eliyle devam eden vefakâr âlimler eliyle bu günlere gelen sünnet üzere olmak ve yaşamaktır. Ehlisünnet velcemaat, işte bu yaşamanın adıdır. Çünkü sünnet, Hz. Peygamber ve sahabesinin İslam’ı yaşama ve yaşatma biçimine tabi olmayı, cemaat ise İslam’ın başlangıcından bugüne bu yol ve yöntem üzerinde bulunan Müslüman ana kitleyi ifade etmektedir. Bu anlamıyla ehlisünnet, Müslümanların en geniş manada toparlayıcı ana bünyesini oluşturmaktadır. Onun tarihteki misyonu bu olmuştur ve bugün de bu özelliğini ve vazifesini devam ettirmektedir. Bu yol ve yöntem Müslümanların bir arada, barış ve sükûnet içinde yaşamasının da tek teminatıdır. 



          Ehlisünnet “Müminler kardeştirler.” ilkesi çerçevesinde sadece kendileri gibi düşüneni değil, bazı görüş ayrılıkları dolayısıyla ana kitlenin dışında kalmış Müslümanları da kucaklamış, onları da içine alacak geniş bir ehlikıble şemsiyesi açmıştır. Buna göre Kâbe’yi kıble bilen bütün Müslümanlar İslam çerçevesi içinde, iman şemsiyesi altındadır. Hiçbir Müslüman görüş, düşünce veya tavrı dolayısıyla dışlanamaz. Bunu da “Ehlikıble tekfir olunamaz.” yani Kâbe’yi kıble kabul eden hiçbir Müslüman İslam dışında sayılamaz ilkesi ile tayin ve tespit etmiştir. Mehmet Fevzi’nin getirdiği tarif ise ehlikıbleyi biraz daha netleştirmektedir. Ona göre; ehlikıble, Kâbe’nin kıble olduğunu kabul ve ikrarda bulunan kişilere verilen genel addır. Bu tarifini, “Yüzünü Mescid-i Haram’a çevir.” (Bakara, 2/114.) ayetine dayandırır. Her ne kadar ehlikıbleden olan bazı kimseler unutma, ihmal veya emre uymama şeklinde namazı terk etmiş olsalar bile bu, onları ehlikıble olmaktan çıkarmaz. (Mehmet Fevzi, Cemal ale’l-Celal, s. 11.)



          Öte yandan ehlisünnet, bütün insanlığı da kucaklamış, inananları yani Allah’ın emrine ve Hz. Peygamber’in davetine icabet edenleri ümmet-i icabe (İslam’a girmiş olanlar) halkası ile kuşatıcı bir çerçeve çizerken henüz inanmamış olanlara da ümmet-i da’ve (davete hazır topluluk) penceresini açmış, onlara sürekli bir kurtuluş ipi uzatmıştır. Çünkü inanmış olanlar kurtuluşa ermiştir, inanmamış olanlar ise kurtuluş için davet bekleyenlerdir. Zira Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.) bütün insanlığa gönderilmiş son uyarıcıdır.



          Bu anlayış ve düşünce bizi kuşattığı sürece hem Müslümanların hem de bütün insanlığın huzur ve kurtuluşu mümkün hâle gelir. Nitekim etrafımıza baktığımızda her yıl olduğu gibi bu yılki ramazan ikliminde, gönülden birlik ve bütünleşmenin adı olan tevhit yaşanıyor. “Ey inananlar, sizden öncekilere farz kılındığı gibi oruç size de farz kılındı.” (Bakara, 2/183.) ilahî emri, tam da tarihin derinliklerinden gelen bu gerçeği dile getiriyor. Yine bu ayda kadın, erkek, zengin ve fakir herkes birlikte acıkmanın ve birlikte doymanın bir aylığına provasını yapıyor. Zaten ötekini anlamanın adıdır oruç. Bir başka deyişle kendini ötekinin yerine koyarak ötekileştirmeden vaz geçip birlikten diriliğe ermektir, kısacası gönüllü ve gönülden birlikte yaşamadır ramazanda oruç.



DİYANET AYLIK DERGİ /  Prof. Dr. Cağfer KARADAŞ