BİR YÖNETİCİ OLARAK RASULULLAH

Hz. Peygamber bir insan, bir kul olmakla birlikte onu diğerlerinden ayıran, kendisine verilen misyon ve bu misyonun kazandırdığı manevi şahsiyettir.
09/04/2014


Rasulullah’ın peygamberlik misyonu ferdî ve manevî hayatın olduğu kadar maddî ve sosyal hayatın da mükemmellik ölçüsünü ortaya koymayı, her iki alanda da insanlara kılavuzluk yapmayı kapsamaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in görevi sadece kendisine verilen vahyi tebliğ etmekten ibaret olmayıp tebliğ ettiği dine insanları davet etmek, dinin esaslarını açıklayıp bizzat yaşamak, gönderildiği toplumu bu doğrultuda yönetip yönlendirmek ve yeni bir toplum modeli oluşturarak sosyal bir dönüşümü sağlamak da risalet görevinin bir parçasıydı. Bu sebeple Rasulullah bizzat dini yaşayarak insanlara bunun nasıl mümkün olduğunu göstermiş, inananlar da her konuda ona uymak ve kendisini örnek almakla sorumlu tutulmuşlardır. Hz. Peygamber’in insanlık tarihinde siyasî, hukukî, ekonomik ve sosyal alanlarda ortaya koyduğu değerleri bilfiil uygulamayı başardığı bilinen tek peygamber ve lider olması da bu beşerî kılavuzluk ve önderlik misyonunun bir gereğidir.


 


Hz. Peygamber bir insan, bir kul olmakla birlikte onu diğerlerinden ayıran, kendisine verilen misyon ve bu misyonun kazandırdığı manevi şahsiyettir. Kur’ân-ı Kerim bir taraftan Hz. Peygamber’in beşerî tabiatına vurgu yaparken diğer taraftan da onun diğer insanlar arasındaki özel statü ve otoritesini kesin şekilde belirtir. Allah’ın kendisine itaatle birlikte ona itaati de emretmesi ve eğer inanıyorlarsa anlaşmazlık konularını hükme bağlamak için Allah’a ve elçisine götürmelerini emretmesi (Âl-i İmrân 3/32, 132; en-Nisâ 4/59; el-Enfâl 8/1), onun manevî önderliği yanında bir yönetici olarak otoritesini kabulün de imanın bir gereği olduğunu ve bu iki itaatin esasta birbirine bağlı bulunduğunu gösterir.


 


 Müslümanların ayrı bir toplum oluşturdukları Medine döneminde tebliğ ve irşad görevi yanında Hz. Peygamber, aynı zamanda bu toplumu idare eden bir yönetici kimliği sergiledi. Onun peygamberlik görevi tamamen fikrî ve ruhî öğütle sınırlı olmayıp bir İslâm toplumu (ümmet) kurma amacına bağlı olarak sosyal, politik ve askerî faaliyetleri de kapsadığından Medine döneminde inen âyetler sadece dinî alanda değil sosyal, siyasal, ekonomik ve askerî alanlarda da süratli bir kurumlaşmanın gerçekleşmesine, dinamik bir toplumsal yapının oluşmasına zemin hazırlamıştır. Bu dönemde Hz. Peygamber’in yönetiminde şahid olunan gelişmelerle Arap yarımadasındaki siyasî yapı çeyrek asır içinde değişmiş, birçoğu göçebe ve yarı göçebe kabileler halinde yaşayan Araplar onun sayesinde ilk defa birleşip bir millet haline gelmişlerdir. İslâm öncesi Arap toplumunda hakim dinî ve sosyal kavram ve kurumlara karşı büyük bir mücadele veren Rasulullah Medine’de ferdî ahlak ve sosyal adalet bakımından bir çürüme içinde bulunan toplumda yeni ahlakî ve sosyal bir düzen kurmaya çalıştı. Kabilevî düşmanlıkları, sosyal adaletsizlik ve eşitsizlikleri ortadan kaldırdı; doğuştan var kabul edilen üstünlük kavramını yıktı, toplum fertlerini birbirinden ayıran yapma engelleri kaldırdı. Kardeşlik, karşılıklı dayanışma ve sevgi esasına dayanan bir toplum meydana getirdi.  Kız çocuklarının öldürülmesini ve kadınlara kötü muamele yapılmasını önledi. Boğucu bir itaat kuralı altında ezilen kadını erkekle hayatı ortak bir şekilde paylaşan, karşılıklı hak ve sorumluluklara sahip bir seviyeye yükseltti. Aile hukuku alanında (evlenme, boşanma, miras) kadınla ilgili getirilen hükümler, kadınları bağımsız varlıklar gibi görmeyen eski anlayışları yıktı. O günkü uluslararası şartlar çerçevesinde bir devletin tek taraflı kararıyla kaldırılması mümkün olmayan köleliğin tedricî bir şekilde ortadan kalkması için gerekli tedbirleri aldı. Öyle ki kısa bir süre sonra azad edilmiş köleler (mevâlî) ilim, sanat ve diğer alanlarda efendilerinin önüne geçer hale geldiler.


 


Allah Resûlü’nün bu başarısı temelde ilahî teyide dayanmakla birlikte onun bir yönetici olarak sahip bulunduğu şahsî meziyetlerden de ayrı düşünülemez. Aksi takdirde sosyal hayattaki kılavuzluk rolünü anlamada ve izahta zorlukla karşılaşılır. Bu çerçevede güçlü ve sağlıklı bir vücut yapısı, derin bir anlayış ve kavrayış kabiliyeti, sağlam bir hafıza, etkili hitabet, ihlas, sabır, cesaret, hilim, cömertlik, haya, iyi geçinme, şefkat ve merhamet, vefa, tevazu, adalet, emanet, iffet, doğruluk gibi üstün vasıfları yanında bir lider olarak sahip olduğu siyâsî bilgelik, sezgi ve basirete işaret etmek gerekir. Onun, Allah’ın yardımından asla ayrı düşünmediği ve şahsına pay çıkarmadığı büyük başarısının ipuçlarını veren bazı uygulamaları zikretmek ilginç olacaktır. Rasulullah’ın görev verdiği kimseler hakkındaki ölçüsü liyakat ve ferdî ehliyet idi. Başka konularda bilgi ve yetenek sahibi olsa da bir işin üstesinden gelemeyeceğine inandığı kimseyi  göreve getirmemiştir. Meşhur sahabi Ebû Zer el-Gıfârî’nin bu yöndeki bir talebini, görevin sorumluluğunu taşıyamayacağını belirterek kabul etmemişti, amcası Abbas’ın bu yöndeki bir isteğini de geri çevirmişti. Bu bakımdan ashabı bir görevi bizzat istemekten sakındırmış ve bir işe talip olanlara da görevi tevdi etmeyeceğini ifade etmişti. Yönetimde kabile üstünlüğü, soyluluk, zenginlik veya sınıf değil inanç ve değerleri esas almış, herkese kabiliyet ve gayreti çerçevesinde kendisini gerçekleştirebileceği fırsat eşitliği tanımıştı. Bu sebeple ehil olan genç sahabileri önemli görevlere getirdiği görülür. Amr b. Hazm Necran’a vali tayin edildiğinde yaşı on yedi idi. Mekke’nin fethi sırasında müslüman olan Attâb b. Esîd’i bu şehre ilk vali tayin ettiğinde yirmi yaşlarında, hatta daha küçük olduğu kaydedilir. Hz. Ali’yi Yemen’e kadı olarak gönderdiğinde, o daha genç yaşta olduğunu ve hususta tecrübesi bulunmadığını söylemiş, Rasulullah kendisine dua ederek ve bazı tavsiyelerde bulunarak başarılı olacağını bildirmişti.  Hz. Peygamber’in vefatı arefesinde göndereceği ve içinde büyük sahabilerin de bulunduğu orduya kumandan tayin ettiği Üsâme b. Zeyd’in yaşının o sırada yirmi olduğu kaydedilir. Hicretin 8. yılında Yemen’e yönetici, kadı ve vergi tahsildarı olarak gönderilen Muâz b. Cebel 23 yaşındaydı. Ehil olmayan kişilerin göreve getirilmesini kıyamet alameti olarak görmesi yanında1“Kim bir topluluk içinde Allah’ın daha çok razı olduğu biri olduğu halde diğer birisini göreve getirirse Allah’a, resulüne ve mü’minlere ihanet etmiş demektir”; “Kim müslümanların bir işini üstlenip de kendisine duyduğu sevgi sebebiyle birini onların başına getirirse Allah’ın laneti onun üzerine olsun; (bu günahına karşı) Allah ondan ne bir tevbe ne bir fidye kabul eder” mealindeki hadisler Rasulullah’ın bu konudaki hassasiyetinin bir göstergesidir.           


 


Yönetimde vazgeçmediği prensiplerden biri de danışma idi. Başta önemli kararlar olmak üzere birçok işte ashabın ileri gelenlerine danışıp görüşlerini alır, Uhud savaşında olduğu gibi bazan kendi kanaatine uymasa bile istişare sonucu oluşan kararı uygulardı. Hz. Ebubekir ile Ömer’in kendi vezirleri (yardımcı, danışman) olduğunu belirten Rasulullah, iyi niyetle, hayır ve sevap umarak görevini yerine getirmek isteyen yöneticiye Allah’ın iyi yardımcı ve danışman (vezir) nasip edeceğini, kötü niyetli yöneticiler için ise aksi durumun söz konusu olacağını haber vermiştir.2               


 


Rasulullah’ın yönetici ile yönetilenlerin arasındaki engelleri kaldırmak hususunda da çok hassastı. “Kim insanların bir işini üstlenir de zayıf ve güçsüzlerle arasına engeller koyarsa kıyamet günü de Allah onun önüne engel çıkarır”; “Kim müslümanların işini üstlenir de sonra yoksullara, haksızlığa uğrayanlara ve ihtiyaç sahiplerine kapısını kapatırsa Allah da onun ihtiyacına karşı rahmet kapılarını kapatır” ve “İhtiyacını ulaştıramayan kimsenin ihtiyacını bana ulaştırın. Kim ihtiyacını ulaştıramayan kimsenin ihtiyacını bir sultana ulaştırırsa, Allah kıyamet günü onun iki ayağını sabit kılar” mealindeki hadisler bu konudaki uygulamalarına işaret eder.  Bu amaçla halkın arasına girer, çarşı ve pazarı dolaşır, şikâyetleri dinler ve gerektiğinde olan bitenlere müdahale ederdi. Bir işle görevlendirdiği kimselere “müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaştırın, zorlaştırmayın” tavsiyesinde bulunurdu.


 


Hz. Peygamber’in ferdî ve sosyal hayatta olduğu gibi diğer toplumlara yönelik dış siyasetindeki hareket tarzı da onun peygamberlik misyonundan ayrı düşünülemez. Onun, kendisine ve inananlara en büyük haksızlığı yapan ve sonunda yurtlarından eden Mekkelileri çembere almak için eskiden beri Kureyş’in etrafında dönüp dolaşan kabileleri ittifak antlaşmalarıyla kendisine bağlamayı ve kuzeye giden kervan yollarını kontrol etmeyi öngörmesi, kendi zamanı için de ileri bir adım sayılan büyük bir diplomatik maharetti. Mümkün olduğu kadar çok sayıda müttefik edinmek, kabile içi veya kabileler arası ihtilaflardan faydalanmak Rasulullah’ın izlediği dış siyasetin önemli bir parçasıydı. Bu şekilde Kureyş’in iktisadî yönden zayıflatılarak direncinin kırılması, Medine’yi tehdit etmesinin engellenmesi ve ona karşı mümkün oldukça kan dökülmeden üstünlük sağlanması amaçlanmıştı.


 


Hz. Peygamber’in düşmanın şaşkınlığına ve ashabın muhalefetine rağmen üstün bir ön seziyle imzaladığı Hudeybiye antlaşması gerek fedakarlık ve temkin bakımından, gerek geleceğe yönelik amacını gizlemek bakımından örnek bir ders teşkil eder.  Bu antlaşmayla Kureyş onu siyasî anlamda tanıdığı gibi müslümanların Kabe ve hac konusundaki iddialarını da kabul etmişti. Ayrıca, şekli kendi yaptıklarından farklı da olsa müslümanların bir yıl sonra eda ettikleri umre ibadeti de İslâm’ın kendilerine yabancı bir din olmadığı ve Mekke’nin dinî önemi konusunda bir tehlike teşkil etmediği yolunda Mekeliler üzerinde müsbet bir etki bırakmıştı. Yine bu sayede Hz. Peygamber Mekkeliler’in önünde askerî gücünü ve belki daha da önemli olarak değişmeyen ahlakî ve manevî nüfuzunu gösterme fırsatını elde etmişti. Bu antlaşmayla sağlanan barış ortamında insanlar İslâm’ı daha yakından tanıma fırsatı bulmuş ve bunu takip eden iki yıl içinde müslüman olanların sayısı önceki yirmi yılda gerçekleşenden daha çok olmuştu. Hz. Peygamber’in Mekke’ye karşı düşmanlık beslemediğini de açıkça ortaya koyan bu teşebbüs ona gerek stratejik hareket gerek askerî taktik bakımından üstünlük sağlamıştı. Ayrıca Kureyş’ten çekinen bazı kabileler müslümanlarla antlaşma yapma imkanı bulduğu gibi Kureyş’le yahudiler ve diğer müşrik kabileler arasındaki ittifak da etkisiz kılınmıştı. Bu gelişmeler karşısında Mekke’nin önde gelenleri de şehrin statüsünün korunması için artık İslâm ümmetine dahil olmaktan başka yol kalmadığını hisseder olmuşlardı. Müfessirlerin çoğunluğu Hudeybiye Antlaşması’ndan sonra Medine’ye dönülürken nazil olan Fetih Sûresi’nde Rasulullah’a nasip kılındığı belirtilen “feth-i mübin” den (apaçık fetih, büyük fetih) maksadın bu antlaşma olduğu görüşündedir.


 


Mekke’nin fethi ve sonrasındaki iltihaklarla Arap yarımadası tamamen İslâm hakimiyetine geçip buradan kaynaklanan tehditler bertaraf edildiyse de Arabistan dışındaki devletlerden gelen tehditler onlara karşı da tedbir almayı gerektirdi. Tebük seferi (9/631) bu amaçla düzenlenmiştir. Bizans Devleti, Sasanilere karşı başarı elde ederken Suriye, Filistin ve Mısır monofizitlerine karşı uyguladığı baskı sebebiyle bu bölgelerdeki nüfuzunu gittikçe kaybediyordu. Böyle bir ortamda Bizans’ın sınırı olan Tebük’e yapılan seferde Bizans ordusuyla karşılaşılmadıysa da bölgedeki Eyle hıristiyanları ile Cerbâ, Ezruh ve Maknâ yahudi toplulukları ile Hicaz-Suriye kervan yolu üzerinde hıristiyan Arap kabilelerinin oturduğu önemli bir mevki olan Dûmetülcendel itaat altına alındı. Böylece Bizans’ın nüfuz alanına girişin devamlı olacağı ortaya konuldu. Tebük seferi başlı başına büyük bir stratejik harekat olup müslümanların büyük cesaret ve direncini göstermekle kalmamış, sınırlarını fiilî veya potansiyel düşmanlardan koruma hususundaki güçlü irade ve azimlerini de ortaya koymuştur. Ayrıca dışta Bizans ve Arap yarımadası çevresindeki diğer devletlere, Medine’de kendi halkının güvenliğini sağlayacak güç ve iradeye sahip bir yönetim bulunduğunu, içeride ise kabile reislerine ülke içi güvenliği ve barışı ihlal edecek davranışlardan sakınmalarını ihtar etmiştir.


 


Allah Resulü’nün diplomatik maharetine bir örnek de Mekke fethi sırasındaki tavrıdır. Rasulullah Kabe’ye sığınanlar yanında şehrin o zamanki en nüfuzlu lideri olan Ebû Süfyân’ın evine sığınanların da güven içinde olacaklarını ilanla hem onu onurlandırmış hem halk arasında müsbet bir etkinin uyanmasını sağlamıştır. Fetih sırasında ensarın sancağını taşıyan Sa’d b. Ubâde’nin bugün artık savaş günü ve haramların helal kılındığı gün, Allah’ın Mekke’nin başını önüne eğdiği gün olduğunu söyleyerek şehrin yağmalanacağını ima ettiği haberinin kendisine ulaşması üzerine Rasulullah bu günün bağışlama günü olduğunu ve Allah’ın Mekke’yi asıl bugün yücelteceğini belirterek onu derhal görevden alıp yine büyük bir siyasî bilgelikle yerine oğlu Kays’ı tayin etmiş, müslümanlara en büyük düşmanlığı sergileyen Kureyş’i büyük bir alicenaplıkla tamamen affedip şehirdeki psikolojik havayı bir anda değiştirmiş ve halkın hemen tamamı o gün ve ertesi gün İslâmiyet’i kabul etmiştir.


 


Hz. Peygamber, Mekke’nin fethinden sonra orada kalmayıp Medine’ye dönmekle hem en zor dönemde kendisine yardım eden ensara karşı vefa göstermiş hem de İslâm devletine merkez olan bu şehirde kalarak ümmetin birliğini koruma yönünde siyasî bir basiret sergilemişti. Ensar’ın Mekke fethedildikten sonra Rasulullah’ın kendi memleketinde kalacağından büyük bir endişe duyması üzerine onları toplayan Hz. Peygamber, “Asla! Adım (ın anlamı) ne olacak o zaman? Ben Muhammed’im, Allah’ın kulu ve elçisiyim. Ben Allah’a ve size hicret ettim; hayatım da sizinle ölümüm de sizinledir”3 diyerek kendilerini terk etmesinin vefasızlık olacağına ve “hamd” kökünden türeyen adıyla çelişeceğine işaret etmişti.


 


Askerlik ve savaş üzerine yazan müelliflerin başarılı bir savaş stratejisi için gerekli gördükleri organizasyon, moral, sürpriz, hücuma dayalı aksiyon, güvenlik, hareketlilik, sürat, gücün tasarruflu kullanılması, tek kumanda,  bölge coğrafyasının askerî amaçlar için etkin kullanımı gibi temel prensiplerin Hz. Peygamber tarafından büyük bir beceri ve başarıyla uygulandığı görülmektedir. Her şeyden önce Kur'ân’da da ifade edildiği üzere (et-Tevbe 9/13) düşmanlarıyla ilk olarak savaşa başlayan o olmamıştır. Tebliğine düşmanca karşı konulması üzerine kendisi ve bağlılarını korumaya ve davetini kabul edecek kimselerin baskı altında kalmasını önlemeye çalışmış, bütün savaş stratejisini askerî operasyonlara olabilecek en asgarî düzeyde başvurmak ve can kaybını en az seviyede tutmak amacına dayandırmıştı.


 


Hz. Peygamber her savaşta uyguladığı stratejiyle düşmana sürpriz yaptı, aynı taktikleri savaşlarında iki kez hemen hiç kullanmadı. Düşman sık sık onun kuvvetlerini kapısı önünde görüp şaşırdı. Büyük harekâtlarından altısında, küçüklerin dokuzunda düşman tamamen sürprizlerle karşılaştı. Düşmanı hazırlıksız yakalamadaki başarısı o derece hayret vericidir ki askerî seferlerinin ancak üçte biri kadarında savaş meydana gelmiştir. Gönderdiği seriyyelerin de 32’sinde düşman tamamen sürprizle karşılaşıp direnemedi; karmaşa içinde ya kaçtı veya teslim oldu. Yalnız dokuzunda küçük çaplı çatışmalar, Mute’de ise savaş meydana geldi.


 


Hz. Peygamber operasyonlarını büyük bir gizlilik içinde tuttu ve fiilen savaş alanına varıncaya dek niyetinin düşman tarafından bilinmesine imkan vermedi. Bunun için karmaşık ve bazan da aksi yol ve istikametlere yöneldi. Gerçek hedeflerinin düşman tarafından, hatta gerçekleşinceye kadar kendi emrindekiler tarafından bile bilinmemesine, düşmanı yanlış hedeflere yönlendirmeye büyük özen gösterdi.


 


Yukarıda işaret edildiği üzere Hz. Peygamber’in savaş stratejisinde insan ve mal kaybını asgaride tutmak önemli bir amaçtı. Bu sebeple her harekatta silahlı çatışma olmaması için özel tedbirler alır, anlaşmazlığın savaş yapmadan halli için bütün gayretini gösterirdi. Ancak mecbur kalınca savaşır ve askerlerine savaşa karışmayanları öldürmemelerini emrederdi. Bütün Arap yarımadasında İslâm hakimiyetinin sağlandığı on yıl içinde Hz. Peygamber’in katıldığı dokuz savaşta müslümanların kaybı rivayet farklılıklarına göre en fazla 147,  düşmanın kaybı ise 288 olarak gösterilmektedir.  Seriyyelerde ise müslümanların 119, düşmanın 473 kayıp verdiği kaydedilir. Böylece her iki tarafın toplam kaybı en fazla 1000 civarında bir rakama ulaşmaktadır.


 



 Prof. Dr. Ahmet Özel



 


Dipnot


* Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi


1- Buhârî, “İlim”, 2


2- Buhârî, “Ahkâm”, 42; Ebû Davud, “İmâre”, 4; Nesâî, “Bey’a”, 33


3- Müslim, “Cihâd”, 84-86; el-Müsned, II, 538