“Hakikat”in Nihai Temsilcisi: 
Hz. Muhammed (s.a.s.) 
Peygamberimizi bir “sosyal model” olarak görüp hak, hukuk ve adaletine dair
uygulamalarını içselleştirebilir ve değerlendirebilirsek, hayatımıza anlam
kazandırırız.
04/10/2013


İslamiyet açısından varoluş sebebimiz ve en yüce gayemiz hakikate ulaşmaktır. Hakikate; Yaratıcımız ve Rabbimizin sıfatları üzerinde düşünmekle, gücümüz yettiğince ona benzemeye çalışmakla yani onun ahlakı ile ahlaklanmakla ulaşabiliriz. 


 


Cibril Hadisi bunun nasıl olacağını anlatır. İman ile teorik temeller, İslam ile bunların hayata aksettirilmesi; ilim ve amel bir araya gelince de ihsan, yani her daim ‘Hak ve Hayır’ın bilgisi ile donanmanın mertebesi örneklendirilir. Sanki Allah’ı görüyormuş veya “O’nun huzurundaymış gibi” davranmak, bedenen halk içinde, kalben hak/hakikat ile beraber olmaktır. 


 


Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar farklı zaman ve mekânlarda, farklı dillerde, bütün nebi ve rasullere hep aynı hakikat (Tevhit/ Nübüvvet/Mead) bilgisi verilmiştir. Bu hak ve hakikatin bilgisinin son mübelliği Hz. Muhammed’dir. Dolayısıyla muhsin/e niteliğini kazanmak için büyük bir ahlak sahibi (Kalem, 68/4.) Peygamberimizi rol/sosyal model olarak görmek gerekir. Özetle “Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmak”, Peygamberimizi anlamak, içselleştirmek ve rol model olarak görmekten geçer. Çünkü “Onun üzerinde 


Rabbinin sıfatları öylesine tecelli etmiştir ki, nasıl Kur’an’ın bir harfinden şüphe duyulmuyorsa, onun ahlakının mükemmelliğinden de o denli şüphe duyulmaz.”


 


Hakikatin evrensel ifadesi: Tevhit


 


Tevhit, Allah’ın varlığına, birliğine, O’ndan başka ilah olmadığına, eşi ve benzeri bulunmadığına inanmaktır. Biricik ve nihai ilahî hakikatin Allah olduğuna, Peygamberimizin O’nun son elçisi olduğuna şehadet etmektir. Bu nedenle tevhit bilincine sahip olmak; Hz. Âdem'den Hz. Muhammed’e kadar farklı zaman ve mekânlarda, farklı toplumlara, hayatlarını düzenlemeleri için farklı dillerde belirli kurallar gönderildiğini bilmek ve onaylamak demektir. 


 


Bu onayın gereği olarak tevhidin içeriğinde, bütün bir kültür/medeniyet/tarihin bir cümlede özetlenmesi vardır. Nitekim Allah,Hz. muhammed'e vahyettiği hususların aynısını, Hz. Nuh, İbrahim, Musa ve İsa'ya da indirdiğini belirtmiş; "Din"i dosdoğru tutup, ayrılığa düşmememizi istemiştir. (Şura, 42/13.) Özetten kasıt, temelde bütün peygamberlere aynı teorik/iman ilkelerinin gönderildiğine inanmak ve tanıklık etmektir. Bu, “Hakikat”in “Bir” ve “Evrensel” olmasının somut göstergesidir. Fakat benzerliği vurgulamak, hakikatin bütün tezahürlerinin denk ve eşit olduğu anlamına gelmez. Çünkü Peygamberimiz Hz. Muhammed; hakikatin nihai temsilcisidir. 


 


Hakikatin tezahürleri


 


Risalet tek ve her şeyi kapsayan bir "Hakikat"i vurguluyorsa bu kadar farklı hakikat tezahürlerinin olmasının gerekçesi nedir? Bu noktada “Doğru”, “Gerçek” ve "Hakikat" ilişkisini temellendirmek gerekir. Zira hakikatin birden fazla anlamı/anlatımı, bilme yönü ve uygulama tarzı vardır. Bu, “Hakikat”in, “Din”in, temelde “Bir” ve “Evrensel”; ama uygulamalarının zaman ve mekân farklılıklarına göre nebi ve rasullerle pratiğe aktarılmasının çok olduğunun izahını yapar. Bu bağlamda her peygamberin kendisinden önceki yöntemlerin (şerait) ana kısmını özümseyerek, kendi getirdiği yeni unsurlarla bunları kaynaştırıp yeni bir dil ve yeni bir kimlikle ifade ettiğini hatırlamak gerekmektedir. Bu nedenle aynı özellikleri gösterenler birbirlerini iyi anlar, ama benzerlik, hakikatin bütün tezahürlerinin denk ve eşit olmasını getirmez, demiştik. Zira dünyada önceki peygamberlerin yol ve yöntemleriyle amel edenlerin olduğu bir gerçektir. Bu nedenle “Her gerçek, hakikate ne derecede tekabül eder?” sorusunun cevabını aramak gerekir.


 


Doğru, gerçek ve hakikat ilişkisi


 


Doğruluk; düşünce ve nesnesi arasındaki uyuma denir. Elde edilen bilgi ve verilen kararın, bilgisi edinilen; yani karar verilen nesneye tam bir uygunluğu olmalıdır. Bilen ile bilinen arasındaki bir özdeşleşmedir. Dinî açıdan bunun mümkün olduğunu (vahdet-i vücut) söyleyenler vardır, ama bu “doğru” tanımının felsefi/beşerî ilimlerdeki “Gerçek” kavramı ile ilintisini açıklamak gerekir. Bunu deneysel bilgi ve olgusal doğruluk ile rasyonel bilgi ve akılsal doğruluk arasındaki farkı netleştirmekle yapabiliriz. Akıl, doğrusu zorunlu olan ve karşıtının imkânsız olduğu doğrudur. Dolayısıyla doğruluğu salt akılla ve deneyden bağımsız olarak belirlenir. Olgu doğruları zorunlu olmayanve karşıtı mümkün olan önermelerdir. Bu nedenle hakikatin farklı tezahürleri (Musevilik, İsevilik) vardır, bir gerçekliktir. Kendisini doğru olduğunu iddia eden Katolik, Ortodoks, Protestan mezhepler birer dinî gerçekliktir, hepsi doğrudan (Hristiyanlık) bir parça barındırır ama hakikat ile özdeş değildir. 


 


Medya ve işlevi


 


Bunlara inananların, zihinlerinde tasavvur ettikleri iman örgüsü ile dış dünyada olgusal/gerçeklik olarak sunulanın hakikate özdeşliği ne derecededir? Bunu anlamak için doğru, gerçeklik ve hakikat kavramlarını birbirine karıştırmamak lazımdır. Mesela, dünyada birçok haksızlığın, zulmün olduğu bir gerçektir. Ama zulmetmek doğru değildir. Fakat bunu yapanlar doğruluklarından hiç şüphe duymuyorlar. Kitle iletişim araçları (medya) vasıtasıyla hakikati tahrif edip, doğru tasavvurları ile özdeş gibi sunuyorlar. 


 


Barış ve esenlik anlamını içeren İslamiyet, özellikle 11 Eylül 2001 olayından sonra küresel medya vasıtasıyla terör ve baskı şeklinde zihinlere işlenmiştir. İnsanlara dünyada refah ve huzur, ahirette ise felah/kurtuluş temin edecek ilkeler hakkında korku (İslamofobia) oluşturulmuştur.


 


Örnek insan: Hz. Muhammed 


 


Bu korku sarmalını aşmanın yolu, hakikatin nihai temsilcisi olan Peygamberimizi bir sosyal (rol) model olarak görmekten geçer. Çünkü daha 20 yaşında haksızlık ve mağduriyete uğrayanların haklarını korumak için kurulan ve bugün bir sivil toplum kuruluşu olarak isimlendirebileceğimiz Hilfu’l-fudul (Erdemliler ittifakı) denilen cemiyete üye olmuş bir Peygamberin takipçisiyiz. 


 


Kişinin özlük hakları ve yeteneğini kamusal açıdan iyi değerlendiren Peygamberimiz, gençleri (40 bin kişilik bir orduya 18 yaşındaki Usame b. Zeyd’in komutan tayin edilmesi örneğinde olduğu gibi) önemli görevlere atamıştır.


 


Çocuk hakkı üzerinde titizlikle duran Peygamberimiz özellikle kız çocuklarının korunması, nazik yapılarından dolayı daha dikkatli davranılmasını istemiştir. Yetim ve öksüzlerin haklarına riayet edilmesini müminlerden bizzat istemiş; “Allah’tan korkun 


ve çocuklarınız arasında adaleti gözetin” (Buhari, Hibe, 12-13.) demiştir. 


 


Engelliler toplumda önemli bir kesimi oluşturuyor. Peygamberimiz, bazı yetilerini kaybetmiş kardeşlerimizin diğer yeteneklerinden azami oranda faydalanılmasını ve hayata kazandırılmasını ister. Nitekim gözleri görmeyen İbn Mektum’daki yöneticilik yeteneğini çok iyi değerlendirmiş, Medine dışına çıktığı zaman onu yerine vekil olarak bırakmıştır.


 


Sonuç


 


Peygamberimizin hakkaniyetini, adalet anlayışını Veda Hutbesinde (632) bulabiliriz. Hutbe, Batı’da ilk insan hakları metni olan Magna Carta’dan (1215) 583 yıl; Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannamesi’nden (1948) 1316 yıl öncedir. Dolayısıyla eğer Peygamberimizi bir “sosyal model” olarak görüp hak, hukuk ve adaletine dair uygulamalarını içselleştirebilir ve değerlendirebilirsek, hayatımıza anlam kazandırırız. Yaşanılan yanılsamalar ve olumsuzluklar karşısında bir güven ve iç huzuru temin edebilir, ‘an’ı yakalayabilir, geleceğe umutla bakabiliriz